28 Aralık 2011 Çarşamba

Atina-Santorini-Mikonos

Her sabah başka bir limanda uyanmak…

Şimdi gözlerinizi kapatın ve hayal edin: Sabah uyanıyorsunuz ve pencereden dışarıya bakıyorsunuz… Üstünüzde tatlı bir uyku mahmurluğu… Denizin üzerindesiniz, üstelik yabancı bir limanda… Oysa dün gece Çeşme sularındaydı bindiğiniz gemi… Şimdi ise Atina’nın Pire limanında… Gece siz uyurken gemi komşunun kapısına dayanmış bile… Hemen çabucak bir kahvaltı yapıp atıyorsunuz kendinizi Atina sokaklarına…
Yunanistan’ın başkenti ve yaklaşık dört milyonluk nüfusuyla en büyük şehri olan Atina’dan başlıyor gezimiz. Kozmopolit ve modern bir şehir Atina, tıpkı İstanbul gibi, İzmir gibi… Sokaklarda dolaştıkça daha iyi anlıyoruz: Biz birbirimize çok benziyoruz aslında… Doğup büyüdükleri topraklardan ayrılmak zorunda kalan insanlar, gittikleri yerlerde birbirine benzeyen şehirler kurmuşlar işte… İstanbul, İzmir, Atina, Selanik… İlk tepkimiz “Ne kadar da İzmir’e benziyor” olunca, “Siz bir de Selanik”i görün diyor yerel rehberimiz Penolepe… Penolepe de beş yaşında ayrılmış İstanbul’dan. Ama çok iyi Türkçe biliyor. Atina’yı o anlatıyor bize…

Aynı denizin çocukları
Antik çağlarda da önemli bir ticaret ve kültür merkeziymiş Atina. Adını, koruyucusu olan savaş tanrıçası Athena’dan aldığı söyleniyor. İlk ziyaretimiz Akropolis’e… O kadar çok turist var ki Akropolis’te… Küçük bir kıskançlık yaşamıyoruz desek yalan olur hani! Bizim Efes’imiz, Aspendos’umuz çok daha görkemli ama bu kadar çok turisti ağırlamıyor ne yazık ki! Bundan yaklaşık 2500 yıl önce inşa edilen antik şehri gezdikten sonra Atina’yı seyrede seyrede iniyoruz yukarıdan aşağıya…
Sonraki durağımız Plaka… Başlıyoruz Plaka Meydanı’nda dolaşmaya… Sağlı sollu dükkanlarla dolu Arnavut kaldırımı sokaklar öyle tanıdık ki! Kapalıçarşı’nın açığı da diyebiliriz, Beyoğlu’nun tramvay geçmeyeni de… Hediyelik eşya dükkanları, baharatçılar, kahveciler, meyhaneler, kafeler, ayakkabıcılar, gümüşçüler, takıcılar… Dükkanlarının önünde tavla oynayan esnaf… Bizim rakının yerini “uzo” almış, Türk kahvesi çoktan “Greek coffee” olmuş, onu biliyoruz… Musakka, musakki, cacık caciki, biftek, bifteki… Kaptani, limani derken Yunancayı söküyor muyuz ne? Ama en çok da “Kalimera” ile “Merhaba”nın kardeşliği hoşumuza gidiyor galiba…
Girdiğimiz dükkanlarda Türk olduğumuzu anlayanlar daha bir ilgi gösteriyor sanki… Hatta bazıları kendi hikayelerini anlatıveriyor ayak üstü… Çok değil, bir-iki kuşak öncesi bizim oralara uzanan hikayelerini… Fazla söze gerek yok, aynı denizin çocuklarıyız, anlıyoruz birbirimizi…
Gece olunca dönüyoruz yüzen otelimize… Samsun Gemisi’ne yani… Güverteye çıkıp son bir kez seyrediyoruz ışıl ışıl şehri… Ne de olsa gece biz uyurken, başka bir limanda olacağız çünkü…

Bir rüya gibi
Samsun gemisi, Santorini limanına yaklaşıyor. Ada hilal şeklinde olduğu için yolcu gemileri açıkta demirliyor. 30-40 kişilik filikalara binerek gemiden inip karaya çıkıyoruz. Volkanik kayalar üzerinde, denizden yüzlerce metre yükseklikte, beyaz badanalı evlerden oluşan köyleriyle, dünyada eşi benzeri olmayan bir manzaraya sahip olan Santorini, ismini 13. yüzyılda Azize Irene’den almış. Adayı dolaşmaya tepedeki Oia köyünden başlıyoruz. Burası sanatçıların yaşadığı, çok sayıda galerinin de yer aldığı rüya gibi bir köy. Köyün girişinde otobüsten inip dolaşmaya başlıyoruz, daracık sokaklarda. Bir yanımızda birbirinden güzel evler, dükkanlar, diğer yanımızda muhteşem bir deniz manzarası… Kayaların üzerinde evler, evlerin içinde yüzme havuzları… Yüzerken, yükseklerden denizi seyretmek olağanüstü bir duygu olsa gerek…
Oia’yı köşe bucak gezdikten sonra Santorini’nin merkezine, Fira’ya bırakıyor bizi otobüs. Burası 1956 depreminden sonra yeniden kurulmuş. Fira’nın zengin volkan toprağı üzüm bağları için uygun olduğundan, şarap üretimi çok yaygın.
Tepeden bakınca Samsun gemisi gözüküyor aşağıda. Ama ona ulaşmak için iki seçeneğimiz var: Limana doğru yokuş aşağı tam 580 basamak inmemiz gerekiyor. Aynı yolu eşek sırtında da inebiliriz tabii… Diğer seçenek ise teleferik… Biz teleferiği tercih ediyoruz… Ama şimdi değil… Önce güneşi batıracağız Santorini’de…

Denize düşen ateş
Önümüzde uçsuz bucaksız Ege denizi, karşımızda denizi de kızıla boyayarak batmak üzere olan güneş… Masamızda buzlu kahveler, yüzümüzde saadet dolu bir gülümseme… Her şey yalan sadece şu yaşadığımız an gerçek sanki… Unutulmayan anlar albümünde yer alacak bir fotoğraf daha işte… Böyle ‘an’lar biriktirerek zenginleşir bazen insan, hep parayla olacak değil ya… Güneşin ayakları suya değerken, adanın ışıkları yanmaya başlıyor yavaş yavaş… Anlıyoruz, gitme vakti geldi artık. Sahi şu teleferik yolu neredeydi? Küçücük bir adada kaybolacak halimiz yok ya! Hoş kaybolsak da hiç fena olmazdı hani!
Teleferik yolunu sorduğumuzda, Santorini’nin daracık, merdivenli sokaklarındaki maviye boyalı basamakları gösteriyorlar bize. O basamakları takip edince teleferiğe ulaşıyormuşuz meğer. Adres tarif etmekten bıkmış olacaklar ki, böyle pratik bir çözüm bulmuş adalılar…

Sabaha kadar eğlence
Ertesi sabah başka bir limandayız yine… Ama son liman bu, Mikonos’a geldik… Yunan Adaları’nın en pahalısı ve en çok ziyaret edileni olan Mikonos’un en büyük özeliği gece ve eğlence hayatının renkliliği. Bir de burası tüm dünyadaki eşcinsellerin buluşma yeri adeta. Ama bu şirin ada sadece eğlenceden ibaret değil elbette. Sardunyalarla kaplı beyaz badanalı evleri, daracık taş kaldırımlı sokakları, ahşap sandalyeli kahveleriyle bizim Ege kasabalarımıza benziyor Mikonos…
Adaya adım atar atmaz önce yel değirmenleri karşılıyor bizi. Limanın yakınındaki “Küçük Venedik” denilen bölgeyi gezdikten sonra dağılıyoruz Mikonos sokaklarına…  Konuşa konuşa gezinirken birden tanıdık bir ses geliyor kulağımıza… “İşgale mi geldiniz vire?” diyor birisi Rum aksanlı Türkçesiyle… Eski bir İstanbul beyefendisi sanki karşımızdaki… Yüzümüzdeki şaşkın ifadeye bakıp gülümsüyor… “Ne şaşırdınız” diyor, “ben de sizin oralardanım…”
Kısa bir sessizlikten sonra anlatıyor hikayesini… İstanbulluymuş Bay Yannis… Hiç akrabası kalmayınca İstanbul’da, kalkmış Mikonos’a yerleşmiş. Meğer Boğaz’ı özlermiş o da buralarda… İstanbul’da görüşmek üzere vedalaşıyoruz… “Börek yeriz belki birlikte Sarıyer’de” diyor vedalaşırken… Mikonos deyince ilk aklımıza gelecek güzel bir anı daha…
“Ağları attık/anılar doldu” işte… Dönüş yolunda başlıyoruz toplamaya kalbimizin Ege’de kalan parçalarını… Geriye de birkaç unutulmaz anı kalıyor, birkaç güzel insan… Ve, “İnsanlar neden doğup büyüdükleri toprakları terketmek zorunda bırakılırlar?” sorusu…
Bir de hayal bu ya, buraların şairi Can Yücel’le, oraların şairi Yorgo Seferis’i aynı rakı/uzo masasında buluşturuyoruz… Biri, “Beni Datça’ya gömün/Şu deniz gören mezarlığın orda” diyor; diğeri, “Pire’de akşam olurken vapur düdükleri öter/Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni”…

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ekim 2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder