19 Haziran 2012 Salı

İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları


“Sanıyordum ki; yer yarıldı, ben yerin içinden çıktım. Bir anne-babam olsaydı bulmaz mıydı beni hiç bunca zaman?" diyor birisi. "Ne yapayım, daha çok küçüğüm, çocuğum... Kendimi öldürsem kurtulur muydum? Ya ölmezsem, kim bakacaktı bana? Kimsem yoktu ki!" diyor ötekisi...
Onlar, yıllar sonra birbirine kavuşmuş iki akraba, 80'lerinde iki yaşlı kadın: Fatma ve Huriye. Acılar, hüzünler ve özlemlerle örülü hikayelerini, büyük bir suskunlukla içlerine gömmüşler yıllardır. Ama onca yıl sonra bulmuşlar birbirlerini ve karar vermişler tüm dünyaya 'Dersim evlatlıkları' olduklarını haykırmaya...

Nezahat Gündoğan, 'İki Tutam Saç-Dersim'in Kayıp Kızları' belgeselinde; 1937-38 Dersim olaylarında, ailelerinden alınıp evlatlık verilen kız çocuklarının hikayesini anlatıyor bize. Yaptığı araştırmalar sonucunda tam 70 kayıp kızın öyküsünü tespit etmiş, 10'uyla da yüz yüze görüşmüş. Dünün 'kayıp kızları' bugünün 80'li yaşlardaki nineleri... Ama o kara günlerden bahsederken küçük bir çocuk gibi büyüyor gözleri. Ve hiç yaşamadıkları çocukluklarına uzaktan el sallıyorlar sanki... Tarih kitaplarında yazmayan başka bir tarihle yüzleşiyoruz. Bu iki 'kayıp kız'ın ağzından dinliyoruz, onlarcasının yazılı olmayan hikayesini... "Amacım bir yarayı kanatmak değil" diyor Nezahat Gündoğan, "Geçmiş zaten yaşandı, ama geleceği daha doğru örebilmek adına, bunların konuşulması gerekiyor."...

Neden böyle bir belgesel çekmeye karar verdiniz?
- Ben, Erzincan doğmluyum, Dersim kökenliyim. İlk belgeselim 'Munzur Akmazsa'yı çekerken, şöyle bir manzara çıktı ortaya; barajlar yapıldığı takdirde yerleşim ve tarım alanları su altında kalacak ve insanlar göç etmek zorunda kalacaklar. O belgeselle ilgili insanlarla röportaj yaparken, hep 1938'e atıfta bulunuyorlardı. "Biz daha önce de bir felaket yaşadık, bu toprakları terk etmek zorunda kaldık, şimdi yine bunu bize uyguluyorlar" diyorlardı. Böyle bir benzeştirme yapmaları ilgimizi çekti. Genel olarak Dersim tarihiyle ilgili bilgimiz olmasına rağmen, bir çalışma yapma zorunluluğu doğdu. Görüntülü sözlü tarih çalışmasına başladık. O dönemi yaşamış 100'e yakın tanıkla konuştuk. Onlara sorduğumuz en önemli sorulardan biri, özellikle Dersim olayları sırasında kadınların ve çocukların neler yaşadığı idi.

Neden özellikle kayıp kızların hikayesini anlatmak istediniz?
- Dersimli ailelerin büyük çoğunluğunda kayıp hikayeleri var. Ya daha sonra bulmuşlar, ya da hala bulamamışlar akrabalarını. Ölümleri bir yere kadar kabulleniyor insanlar. Ama o süreçte ölmediğini ve götürüldüğünü biliyorsun. Ya sonrası? Hiçbir haber yok... Kadınlar, yani o dönemin kız çocukları, şunları söylüyorlardı: Ölen bir kere ölüyor ama biz her gün ölüyoruz. Çünkü geçmişinle, ailenle, tarihinle bütün bağların kopmuş. Bir travmadan çıkıp başka bir travmanın içine giriyorlar ve hep geçmişlerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Filmdeki Fatma Teyze, tam 65 yıl çocuklarından bile gizlemek zorunda kalmış hikayesini. "Anne niye bizim teyzemiz yok, dayımız yok?" sorusuna, "Ben topraktan çıktım, bana bir şey sormayın" diye cevap veriyor. Çünkü eğer Dersimli kimliğiyle bilinirse çocuklarına da zarar gelir kaygısı var hala.

Toplam kaç 'kayıp kız'a ulaştınız?
70 kızın öyküsünü tespit ettik. Ama sayı çok daha fazla aslında. Bunların bir kısmının öykülerini bizzat kendilerinden dinledik, bir kısmınınkini ailelerinden. İçlerinde hala arananlar da var. Biz 10'a yakın kadınla yüz yüze görüştük

En çok kimler izlesin istersiniz bu belgeseli?
- En çok, bu acıları yaşamış olanların izlemesini istiyorum. Öğrenmek isteyenlerin, bir de utanması gerekenlerin izlemesini istiyorum...

Belgeselin amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?
- Şu aşamada önemli oranda amacına ulaştığını düşünüyorum. Ama bu bir süreç meselesi tabii, doğru yolda gidiyor. Özellikle akademi dünyasında daha fazla tartışılmasını istiyorum ilgili disiplinler tarafından. Bu konuda da iyi bir yoldayız.


Belgeselde sadece Fatma Hanım'la Huriye Hanım'ı gördük? Peki ya diğerleri?
- Bir öykü üzerinden hareket etmek istedik. Öbür türlü çok dağılırdı çünkü konu. Bu iki kadının hikayesi birbiriyle örtüşüyordu. Öyküde derinleşelim, izleyici o kadınlarla bütünleşsin, öykülerinin içine girsin istedik. Sonuçta sınırlı bir zamanda bir şey anlatmaya çalışıyorsunuz. Ama bunların devamı gelecek zaten. Yayınlanacak kitapta diğer öyküler de olacak.

Röportaja gittiğiniz kadınlar sizi nasıl karşıladı?
- Mesela filmdeki Fatma Teyze; ilk önce çok sıcak karşılamadı. Çok istekli değildi anlatmaya. Sonra güvendi ve paylaşmaya başladı. Filmin galasına da geldi ve şöyle dedi: "Ben bunları yaşadım ve bugüne kadar kimseyle paylaşmadım, hep sustum. Artık dünya alem bilsin..." Bu çok önemli bir değişim süreciydi.

Siz tüm bu hikayelerin neresinde duruyorsunuz?
- Ben, Dersimli kızların yaşadığı acıyla Aborjinlerin yaşadığı acının ortak olduğunu düşünüyorum. Ülke, coğrafya, etnik köken farklı olmasına rağmen ortak bir rengi olduğunu düşünüyorum bu acıların. Nerede ve nasıl yaşandığı önemli değil, bunlar insanlığın ortak acıları. Toplumun çok büyük bir kısmının bilmediği ya da yok saydığı bir gerçeği ortaya çıkarmaya çalıştım ve sadece artık bunlar konuşulsun istedim. Bu insanlar kendini gizlemek zorunda kalmasın,, sırlarıyla yaşamasınlar artık. Mesela Fatma Teyze önce çocuklarına anlattı, sonra bize. Ve bugün çok rahat... Çevresindeki insanlar artık onu Dersimli Fatma Teyze olarak biliyorlar. Siz bir şeyi yok saysanız da, o gerçekler bir gün kendini ifade edebilecek bir dil buluyor.


Görüştüğünüz kadınlardaki baskın duygu neydi?
- Öncelikle çok korku vardı. Yaşadıklarıyla ilgili bugüne kadar hiç konuşmamış oldukları için kaygılıydılar.


Peki öfke, kızgınlık?
- Hayır, öfke yoktu hiç. Belki bu yaşlarıyla ve artık yeni bir yaşam kurmuş olmalarıyla da ilgili. Bir de tabii hiç konuşulmadığından bu meseleler; gerçek neden ne, suçlular kim bilmiyorlar. "Niye buna yaşadık biz?", sorusuna cevap veremiyorlar. Ben bunları 'bilge insan' diye nitelendiriyorum. Tüm yaşadıklarıyla çok olgun, çok güçlü kadınlar.

Hiç olumsuz tepki aldınız mı?
- Bazen şöyle yaklaşımlar oluyor bu tür konuları konuşurken; 'Niye yarayı kanatıyorsunuz?' Aslında ben de şunu sormak isterim; 'Peki siz niye yarayı görmezden geliyorsunuz?' Yara var zaten, içten içe kanıyor. Bu kadınlar anlattı işte, ne oldu peki? Geçmiş zaten yaşandı, ama bugün geleceği daha doğru örebilmek adına ben çok önemsiyorum bunların konuşulmasını.

BİRGÜL KOPUZ / Sabah Gazetesi-26 Nisan 2010



RÖPORTAJ NOTU: 'İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları' belgeselini yönetmen Nezahat Gündoğan'ın davetlisi olarak Beyoğlu'nda bir sinemada sessizce ağlayan insanlarla birlikte izlemiştim. Ben o kadar sessiz ağlayabilmiş miydim emin değilim! Gösterinin bitiminde Nezahat Gündoğan'la buluşup röportaj yapacaktık. O insanlara bu acıları yaşatanlara duyduğum öfkeyi bastırmak için röportajdan önce Beyoğlu'nda uzun uzun yürümüştüm. Tanımaktan büyük bir mutluluk duyduğum güzel yürekli kadınlardandı Nezahat Gündoğan. Eğer izlemek isteyenler varsa bu sarsıcı belgeseli -ki şiddetle tavsiye olunur- DVD olarak satılıyor. Dersim'de neler olduğunu bilmeyenler, bilip de inanmayanlar, inanıp da umursamayanlar... herkes izlese keşke... Çünkü belki de; Dersim'de yaşanan acılar konuşulmadığı için oldu Maraş, Çorum, Sivas ve diğerleri...  Belki de Dersim konuşulmadığı/konuşturulmadığı için bugün hala bu kadar kan, bu kadar zulüm var bu topraklarda...


9 Haziran 2012 Cumartesi

Sarhoş Kediler Adası: Tenedos


Belki sizin de başınıza gelmiştir. Bilirsiniz. Bir sabah uyanırsınız, içinizde dayanılmaz bir gitme isteği… Ama öyle hesapsız, plansız, programsız… ‘Bu otobüs nereye gidiyor?’ diye sorup, her nereye gidiyorsa oraya gitmek… Nasıl da güzeldir! Nasıl da iyi gelir insana bazen!

İşte öyle bir yaz sabahı, sırt çantamın içine sadece çok gerekli eşyaları koyup çıkmıştım yola ve Bozcaada’ya giden bir otobüste bulmuştum kendimi.  Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı ve Leonard Cohen’in “I’m Your Man”i eşlik etmişti yolculuğuma. İyi vakit geçirmiştik yol boyunca birlikte.
Adım atar atmaz, size yüzlerce hikaye anlatmaya başlayan ve sizi kendine aşık eden yerlerden Bozcaada…  Sahildeki balık restoranları, kalesi, daracık ve temiz sokakları, eski Rum evleri ve mutlu kedileriyle yaşanılası bir yer!

Önce kalacak bir yer bulmaya karar veriyorum, sırt çantamı bırakıp sokaklarda kaybolmak için… Bilirsiniz, bir şehri tanımanın en iyi yolu sokaklarında kaybolmaktır çünkü…

Burada bütün renkler biraz mavi, biraz beyaz… ve mor biraz da. Hatta eflatun.  Eflatun bir pansiyon buluyorum ben de… Adanın ruhuna uygun, benimkine de…  Kalacak yer var, içecek şarap da… Daha ne olsun! Odam çatı katında üstelik. Bütün Bozcaada gözlerimin önüne serili. Adayı tepeden seyredip hikayeler uydurmayı sabaha bırakarak, sahile doğru yürümeye karar veriyorum.

Potente diye bir kafeye oturuyorum, denize yakın.  Burası da alabildiğine mavi, olabildiğine beyaz… Bir kadeh kırmızı şarap söylüyorum kendime, hayatın küçük tesadüflerine kalkıyor kadehim… Çünkü burada da Cohen çalmakta: ‘Dance Me To the End Of Love’…  ‘end of love’ kısmında derin bir iç çekerek, bazen böyle güzel tesadüflere, küçük işaretlere inanmak geliyor içimden… Ne de olsa sırt çantamdan başka bir şeyim yok kaybedecek şu anda…

Bu adanın asıl sahipleri kediler, bunu anladım çoktan. Dolaşıp duruyorlar sokaklarda, mutlu mutlu, sarhoş sarhoş… Şarap fabrikaları var Bozcaada’da. Sokaklar şarap kokuyor. Kediler susayınca su yerine şarap içiyor sanki. Biraz şehla bakmaları o yüzden, hafif sallanarak yürümeleri de… Çok sevdim ben şimdiden bu ‘sarhoş kediler adası’nı…

Ada halkının geçim kaynağı bağcılık, şarapçılık ve balıkçılık… Bir de turizm var tabii. Ve İstanbul’dan kaçıp, burada bedenlerini ve ruhlarını dinlendirmeye, belki de daha iyi biri olmaya gelmiş büyük şehir insanları… Onları tanıyorsunuz hemen, İstanbul daha terk etmemiş gözlerini. Yakındaki huzurla, uzaktaki heyecan arasında kalmış gibiler. Huzuru seçmişler ama arada bir heyecan tarafından yoklanıyorlar sanki.

Bozcaada’nın şarapları çok güzel… Günbatımları ve rüzgar gülleri de…  Belki de yaşamınız boyunca seyredebileceğiniz en büyüleyici günbatımı Bozcaada’da bekliyor sizi. Önünüzde uçsuz bucaksız Ege Denizi, yanıbaşınızda hüzünlü ama mağrur rüzgar gülleri, havada yabani kekik kokusu ve kimsesiz bir deniz feneri… Ve rüzgar… Öyle ki Bozcaada’nın ya da antik çağdaki adıyla Tenedos’un gerçek sahibi rüzgar sanki. Bazen lodos oluyor bazen poyraz ama daima onun hükümdarlığı sürüyor buralarda. Ve güneş denizin içinde kaybolurken, rüzgara karşı dilediğiniz her ne varsa gerçekleşecekmiş gibi geliyor insana.

İçim biraz daha hafiflemiş, sırt çantam biraz daha ağırlaşmış olarak dönüş yolculuğuna hazırlanırken; içimin hafifliğinin rüzgara verdiğim sırlardan, çantamın ağırlığının pazardan aldığım ev yapımı domates reçeli ve ada şarabından olduğunu biliyorum… Ve bu mutlu kediler adasına en kısa zamanda tekrar geleceğimi de...

Yazı ve fotoğraflar: Birgül Kopuz (Haziran 2008)


Ben Giderim Batum'a...


"Dedem Batum’dan gelmiş” der dururdu annem, ‘Ben Giderim Batum’a’ adlı türküyü her dinlediğinde. Ben de merak ederdim neresidir bu Batum, uzak mıdır, yakın mıdır, güzel midir diye...  Nihayet bu merakımı giderdim bir Karadeniz ziyaretinde. Elimde pasaportum, ‘Hadi Batum’a gidelim’ deyince kuzenime önce tuhaf tuhaf baktı yüzüme, sonra anladı ki iş ciddi düştük yollara... İyi ki de düşmüşüz! İşte size ‘dede topraklarından’ ilginç hikâyeler...

Trabzon’dan, Rize’den, Artvin’den yani Doğu Karadeniz’in illerinden Batum’a düzenli olarak otobüs seferleri var. Üstelik sudan ucuz, biz Rize’den adam başı 15 TL verdik. Pasaportumuz cebimizde, yaklaşık 4 saat sonra Gürcistan topraklarına ayak bastık. Burada önemli bir not: Eğer hafta sonu giderseniz gümrükte epeyce yığılma olduğundan çok beklemeniz gerekiyor, biz bunu bildiğimiz için Pazartesi sabahı düştük yollara...

İlk önce bizi Batum’un inekleri karşıladı (hani şu meşhur ‘angus’ hazretleri). Otobanın ortasında salına salına yürüyorlar, geçen arabalar falan umurlarında değil, buranın kralı onlar anlaşıldı... Arada bir başlarını kaldırıp pis pis bakıyorlar otobüs şoförüne. Malum bizim şöfor Rizeli. Eyvah diyoruz şimdi kavga çıkacak. Ama şoförümüz alışık anlaşılan, selam verip geçiyor angus hazretlerine. Bir oh çekerek yolculuğa devam ediyoruz
Yaklaşık 20 dakika sonra otogardayız. İlk şok burada yaşanıyor zaten.

Otogarı şöyle anlatmaya çalışayım size; bizim eski Topkapı otogarını bilenler bilir. İşte onu gözünüzün önüne getirin ve 10 kat daha fenasını düşünün. Her yerde çöpler, çöpleri eşeleyen kadınlar, dökülen üst başlarıyla bir kenarda durmuş sizi gülerek (ama pis pis) seyreden erkekler (çoğu bıyıklı ve hepsi Lazlara benziyor), yerlerde barbut oynayanlar. Barbut zarla oynanan bir kumar oyunu ve burada oldukça yasal. Kumarhanede değil otogarda oynanacak kadar. Kuzenimle göz göze geliyoruz, bir şey söylemese de ben okuyorum gözlerinden: “Tutturdun Batum da Batum. Buralara getirdin beni. Burada adam soyarlar yahu! Bıktım senin şu macera tutkundan. Bakalım başımıza neler gelecek.”

Neyse ben ümidimi kaybetmiyorum henüz. Önce bir otel bulmamız gerekiyor. Daha önce Batum’a gelmiş bir arkadaştan aldığımız tavsiyeyle, bir taksiye binip otelimizin adını veriyoruz taksiciye. Burada en büyük sorunlardan biri de dil sorunu. Kimse İngilizce bilmiyor, sadece Rusça ve Gürcüce biliyorlar. Ama Türkçe konuşamasalar da çat pat anlıyorlar. Türkiye’ye gelip giden çok olduğu için kulakları Türkçeye aşina anlaşılan. O yüzden yarı Türkçe yarı vücut diliyle anlaşıyoruz mecburen. Neyse Allahtan oteldeki resepsiyonist çocuk Türkçe biliyor. Otel çok komik. Bir ‘kitsch’ şaheseri.  Perdeler 70’lerden kalma, tüllerse birer 80 klasiği... Odalardaki çarşaflar başka renk, nevresimler başka, yastık kılıfları bambaşka. Hiçbir şey birbiriyle uyumlu değil.

Sabahın köründe bir gürültüyle uyanıyoruz. Birileri koridorda bağıra bağıra kavga ediyor. Hemen resepiyonu arıyorum ve resepsiyondaki Türkçe bilen (!) arkadaşla şöyle bir konuşma geçiyor aramızda:

- Koridorda korkunç bir gürültü var,  susturur musunuz lütfen, uyuyamıyorum.
- Ne istiyorsun?
- Gürültü var diyorum, duymuyor musunuz?
- Su istiyorsun???
- Hayır su istemiyorum, gürültü var diyorum. Sadece uyumak istiyorum.
- Ha, odada yok su. Aşağıda var. Sen kalkıp aşağı geliyorsun.
- Haaaaaaayıııııııırrr. Uyumak istiyorum.
- Sen ne istiyorsun???

Artık daha fazla enerjim kalmıyor ve telefonu kapatıyorum. Uyanıp üstümü giyiniyorum, saat henüz sabahın 7’si ama olsun şehir turuna çıkarım erkenden. Elimde fotoğraf makinesi dalıyorum Batum sokaklarına...
Burada kaybolmanız çok zor. Bütün sokaklar denize çıkıyor çünkü ve neredeyse bütün sokaklar şantiye yeri gibi. Şehir inşaat halinde. Pek çok Türk firması da dikkatimizi çekiyor bu arada. Ve tabii ki çok fazla sayıda Karadenizli erkek. Çoğunun burada bir Gürcü sevgilisi var. Hafta sonları atlayıp arabaya geliyorlar. Oteller çok ucuz, benzin sudan ucuz, et ucuz, içki sigara ucuz... Daha ne olsun! Çay parasını ya da maaşını alan Rizeli erkek, soluğu Batum’da alıyor yani. Bir de arabasının deposunu üçte biri fiyatına benzin dolduruyor, içkisini sigarasını alıyor. Karısına ve çocuklarına da 5 kilo et götürüyor, sus payı... Oturtmuş düzenini yurdum insanı.

Herkesin ilgisini çekiyorum sokaklarda dolaşırken, hemen anlıyorlar yabancı olduğumu. (Kılık kıyafet farkı diyebiliriz, orada hala 80’lerde yaşanıyor). Ama İstanbullu olduğumu söyleyince hiç bir yerde böylesine iltifata mazhar olmamıştım daha önce. İstanbul sanki Paris demek Gürcüce! Gözleri parlıyor hemen, saçımı, üstümü başımı okşamaya başlıyorlar. Ben böyle şey görmedim! Gerçekten çok gerçeküstü! Biraz Türkçe bilenler, ne kadar çok görmek istediklerini anlatıyorlar İstanbul’u. Sokaklardan birinde bir Türk barı görüyorum, kapının önünde iki adam oturuyor. Fotoğraflarını çekiyorum. ‘Nerelisin’ diye soruyor biri. ‘İstanbulluyum’ deyince başlıyor şarkı söylemeye iyi mi: ‘Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder...’ Sezen’in şarkısını söylüyor adam resmen.

Türkler burayı fethetmiş. Türk kasabı, Türk berberi, Türk lokantaları, Türk barı... Sokaklarda yürürken mutlaka Türkçe konuşan birilerine rastlıyorsunuz. Erkekler sabahın köründe başlıyorlar içmeye, kadınlar çalışıyor. Dükkânların çoğunda kadınlar var. Yaşlı olanlar sokaklarda seyyar satıcılık yapıyor. Gürcüce Lazca’nın ikiz kardeşi. Ne dediklerini anlamasınız da vurguları aynı. Küfür ettiklerini de anlıyorsunuz iltifat ettiklerini de... Bizim Türk kahvesinin yerini Gürcü kahvesi almış burada. Türk kahvesinden tek farkı aromasının olmayışı. Kokusuz Türk kahvesi yani. Sokaklarda kahve içip fal bakan kadınlar var. Fotoğraflarını çekmek isteyince hemen gülümseyip poz veriyorlar. Bir tanesi ‘Beni de götür İstanbul’a’ diyor. Böyle bir sevgi seli yani!

Cebinizde az parayla güzel bir tatil yapabilirsiniz Batum’da. Güzel insanlar tanırsınız, şaşırırsınız, öfkelenirsiniz, bol bol da gülersiniz. Ama öyle dört yıldızlı konfor bekleyenlerin şehri değil burası. Daha çok sınırın hemen ötesinde neler oluyor acaba diye merak edenlerin, bir halkın değişme dönüşme çabalarını anlamak, bir de işte benim gibi ‘dede topraklarını’ gidip görmek isteyenlerin şehri... Birkaç seneye kalmaz Gürcistan’ın sayfiye şehri olmaya hazırlanan, bizim denizin çocuklarının şehri...

Yazı ve fotoğraflar: Birgül Kopuz (Ekim 2010)