24 Aralık 2014 Çarşamba

Şiddet, Şefkat ve Kırık Dallar

“Yalnızca suya inanarak yavaş yavaş büyüyen” bir kız çocuğunun hikayesi… Korkudan altına işeten baba şiddetinden kaçarken, şefkatle yaralarını okşayan dede sevgisine sığınan ve o dedenin kırılan dallarının peşinden giderek gerçeğe ulaşan bir kız çocuğunun… Yeni bir kitap değil ‘Korku Benim Sahibim’, 2007’de yayınlanmış. Yazarı Filiz Özdem. Sahaflarda bulursanız alın mutlaka, okuyun! 


“İki korku arasında büyüdüm ben. Biri sevgiyi kaybetme korkusuydu. Diğeri babamın yoluma düşen gölgesinin saldığı korku. (…) Söz dinlemeyecek misin? Cevap mı vereceksin? Gavur mu olacaksın? Orospu mu olacaksın? Anarşist mi olacaksın? Yasak! Yasak! Al sana! Kaç. Baban geliyor. (…) Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar. Bir çocuk yaşadıkları, gördükleri karşısında külotuna işer.” Babasından, onun şiddetinden korkan bir küçük kız çocuğu… Ve onu yasaklarla, günahlarla korkutmaya çalışan diğerleri… Tüm bu tehditlere, baskılara karşı ilk isyan: “Hiç hoşuma gitmiyor tanrının şiddet yanlısı olması. Ne çok kural. Ne çok ayıp. Ne çok günah. Ne çok ceza. Bu dünya da öte dünya da aynı demek ki! Her iki tarafta da eli sopalı, buyurgan bir cezacı var.”

Yasaklar, günahlar...
Bu topraklarda, babasından şiddet değil sevgi görenlere bile yabancı değildir bu durum… Çünkü kendisi olmasa bile mutlaka bir arkadaşı, tanıdığı, komşusu vardır baba, koca şiddetine maruz kalan. Gözündeki morluğu eşarbıyla örtmeye çalışan ya da “bizimki yine okşadı biraz” diyerek çaresizce olayı dalgaya vuran komşu teyzeler ile doludur memleket… Annesi “baban geliyor” diye seslenince panik ve korkuyla eve fırlayan, abisinden de babası kadar korkan, koca ve dayak sözcüklerini eş anlamlı sayarak “ben asla evlenmeyeceğim” diyen kız çocukları ile doludur…

“Orospu mu olacaksın?”; sıradanlığı reddeden, sorgulayan, isyan eden, dayatmalara karşı çıkan, kendi kararlarını vermek ve kendi yolunu çizmek isteyen her kız çocuğunun tehdit içeren uzmanlık sorusu değil midir zaten? Yasaklarla çevrili bir dünyada düşe kalka yolumuzu bulmaya, kendimiz olmaya çalışırken, hep bir adım arkamızda değil midir korku? Kimi zaman gölgemiz kimi zaman sahibimiz olarak…


Baba şiddeti ile büyüyen bir kız çocuğu, anne tarafı ile ilgili bir gerçeği öğrenir bir gün. Kurcalar, gerçeğe ulaşmak için. Kendine ulaşmak için…“Ben baba tarafımı biliyorum, çocukluğumdan beri anlatılanları biliyorum. Ama ana tarafımın bir dalı kırık, o kırık dalı bilmek istiyorum” diyor. Ama yine şiddetle susturulmaya çalışılıyor. “Bileceksin de ne olacak! Kol kırılır yen içinde kalır. Dal kırılır yenisi çıkar. Bu kadar da eşelenmez ki! Biz Türküz! Biz Müslümanız! Hak yolundayız! Hak!” Susar. Susar ve düşünür. Ama geride başkaları da vardır çünkü. Kırık dallar vardır. Mezarları bile olmayanlar, adları bile bilinmeyenler…

Perdedeki gözyaşları
Vazgeçmez sorular sormaktan, aramaktan… Korktuğu erkeklere benzemeyen, sevgiyle andığı dedesinin gerçeğine ulaşmaktan vazgeçmez… Kocası Rum olduğu için Bayır Sokak’taki Aya Lefter Rum Mezarlığı’nda yatan, hiç tanımadığı bir Ermeni kadına, yalnızca dedesinin hayatına değdiği için çiçekler götürür. Gül Ninesinin hikayesini öğrenir sonra. Dedesinin annesi. Acısını ördüğü tığ işi perdeye işleyen kadın. Bir kadın, iki çocuk, el ele tutuşmuşlar. Boyunlarında haçlar var. Bir de bolca gözyaşı… “Gül Ninem ile dedem 1915’ten sonra birbirlerinden hiç ayrılmadan tam 58 yıl birlikte geçirdiler. Anılarını ömürleri boyunca bir sır gibi sakladılar. O zamanlara tanık olanlar, onların başından ne geçtiğini bildi. Onlara ‘dönme’ dediler, kimileri de ‘kılıç artığı’… Yaşadıkları şehirde kuyum ustası dedemin lakabı ‘Gavur Hacı’ idi. Çocuklar korunaklı aile ortamında hiçbir şeyden haberleri olmaksızın büyüyordu. Oysa gerek damat oldukları, gerek gelin gittikleri aileler onların Ermeni olduğunu biliyor hatta kimi zaman doğrudan söylenmese de dünürler bu gerekçe ile geri çevriliyordu.” Üstelik ‘dönmek’, her koşulda zor bir durumdur. Yeni aidiyet onu tam olarak içine almaz; günü gelir iğneler, hatırlatır öteki olduğunu, makbul olmadığını… Yani ne İsa’ya yaranılır ne Musa’ya…


Dedesinin ve Gül Ninesinin gerçek isimlerini, gerçek kimliklerini öğrenince kendini bulur sanki. Taşlar yerine oturur. Kırık dallar içini acıtmaz eskisi kadar. Gönül borcu ödenir… Dedenin şefkatli elleri, yumuşacık bakışları hürmetine… Gül Nine’nin ördüğü perdelere akıttığı gözyaşları hürmetine… Acısını, kayıplarını içine gömen, yerinden yurdundan sürülen ama yine de insanlıktan ümidini kesmeyen tüm güzel insanların hürmetine…“El büyüklüğünde iki altın haç. İncecik. Birinde Majak Mardinyan yazıyor. Diğerinde Gülünya Mardinyan. Doğum tarihi yok, ölüm tarihi de. Öncesiz, sonrasız.”


Bir düşünün isterseniz… Ne kadar tanıyorsunuz dedenizi, ninenizi… Ne kadar biliyorsunuz gerçek hikayelerini… Belki kırık bir dal vardır sizin ağacınızda da! Belki sizin bulup yerden kaldırmanızı bekliyordur kim bilir!

19 Haziran 2012 Salı

İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları


“Sanıyordum ki; yer yarıldı, ben yerin içinden çıktım. Bir anne-babam olsaydı bulmaz mıydı beni hiç bunca zaman?" diyor birisi. "Ne yapayım, daha çok küçüğüm, çocuğum... Kendimi öldürsem kurtulur muydum? Ya ölmezsem, kim bakacaktı bana? Kimsem yoktu ki!" diyor ötekisi...
Onlar, yıllar sonra birbirine kavuşmuş iki akraba, 80'lerinde iki yaşlı kadın: Fatma ve Huriye. Acılar, hüzünler ve özlemlerle örülü hikayelerini, büyük bir suskunlukla içlerine gömmüşler yıllardır. Ama onca yıl sonra bulmuşlar birbirlerini ve karar vermişler tüm dünyaya 'Dersim evlatlıkları' olduklarını haykırmaya...

Nezahat Gündoğan, 'İki Tutam Saç-Dersim'in Kayıp Kızları' belgeselinde; 1937-38 Dersim olaylarında, ailelerinden alınıp evlatlık verilen kız çocuklarının hikayesini anlatıyor bize. Yaptığı araştırmalar sonucunda tam 70 kayıp kızın öyküsünü tespit etmiş, 10'uyla da yüz yüze görüşmüş. Dünün 'kayıp kızları' bugünün 80'li yaşlardaki nineleri... Ama o kara günlerden bahsederken küçük bir çocuk gibi büyüyor gözleri. Ve hiç yaşamadıkları çocukluklarına uzaktan el sallıyorlar sanki... Tarih kitaplarında yazmayan başka bir tarihle yüzleşiyoruz. Bu iki 'kayıp kız'ın ağzından dinliyoruz, onlarcasının yazılı olmayan hikayesini... "Amacım bir yarayı kanatmak değil" diyor Nezahat Gündoğan, "Geçmiş zaten yaşandı, ama geleceği daha doğru örebilmek adına, bunların konuşulması gerekiyor."...

Neden böyle bir belgesel çekmeye karar verdiniz?
- Ben, Erzincan doğmluyum, Dersim kökenliyim. İlk belgeselim 'Munzur Akmazsa'yı çekerken, şöyle bir manzara çıktı ortaya; barajlar yapıldığı takdirde yerleşim ve tarım alanları su altında kalacak ve insanlar göç etmek zorunda kalacaklar. O belgeselle ilgili insanlarla röportaj yaparken, hep 1938'e atıfta bulunuyorlardı. "Biz daha önce de bir felaket yaşadık, bu toprakları terk etmek zorunda kaldık, şimdi yine bunu bize uyguluyorlar" diyorlardı. Böyle bir benzeştirme yapmaları ilgimizi çekti. Genel olarak Dersim tarihiyle ilgili bilgimiz olmasına rağmen, bir çalışma yapma zorunluluğu doğdu. Görüntülü sözlü tarih çalışmasına başladık. O dönemi yaşamış 100'e yakın tanıkla konuştuk. Onlara sorduğumuz en önemli sorulardan biri, özellikle Dersim olayları sırasında kadınların ve çocukların neler yaşadığı idi.

Neden özellikle kayıp kızların hikayesini anlatmak istediniz?
- Dersimli ailelerin büyük çoğunluğunda kayıp hikayeleri var. Ya daha sonra bulmuşlar, ya da hala bulamamışlar akrabalarını. Ölümleri bir yere kadar kabulleniyor insanlar. Ama o süreçte ölmediğini ve götürüldüğünü biliyorsun. Ya sonrası? Hiçbir haber yok... Kadınlar, yani o dönemin kız çocukları, şunları söylüyorlardı: Ölen bir kere ölüyor ama biz her gün ölüyoruz. Çünkü geçmişinle, ailenle, tarihinle bütün bağların kopmuş. Bir travmadan çıkıp başka bir travmanın içine giriyorlar ve hep geçmişlerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Filmdeki Fatma Teyze, tam 65 yıl çocuklarından bile gizlemek zorunda kalmış hikayesini. "Anne niye bizim teyzemiz yok, dayımız yok?" sorusuna, "Ben topraktan çıktım, bana bir şey sormayın" diye cevap veriyor. Çünkü eğer Dersimli kimliğiyle bilinirse çocuklarına da zarar gelir kaygısı var hala.

Toplam kaç 'kayıp kız'a ulaştınız?
70 kızın öyküsünü tespit ettik. Ama sayı çok daha fazla aslında. Bunların bir kısmının öykülerini bizzat kendilerinden dinledik, bir kısmınınkini ailelerinden. İçlerinde hala arananlar da var. Biz 10'a yakın kadınla yüz yüze görüştük

En çok kimler izlesin istersiniz bu belgeseli?
- En çok, bu acıları yaşamış olanların izlemesini istiyorum. Öğrenmek isteyenlerin, bir de utanması gerekenlerin izlemesini istiyorum...

Belgeselin amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?
- Şu aşamada önemli oranda amacına ulaştığını düşünüyorum. Ama bu bir süreç meselesi tabii, doğru yolda gidiyor. Özellikle akademi dünyasında daha fazla tartışılmasını istiyorum ilgili disiplinler tarafından. Bu konuda da iyi bir yoldayız.


Belgeselde sadece Fatma Hanım'la Huriye Hanım'ı gördük? Peki ya diğerleri?
- Bir öykü üzerinden hareket etmek istedik. Öbür türlü çok dağılırdı çünkü konu. Bu iki kadının hikayesi birbiriyle örtüşüyordu. Öyküde derinleşelim, izleyici o kadınlarla bütünleşsin, öykülerinin içine girsin istedik. Sonuçta sınırlı bir zamanda bir şey anlatmaya çalışıyorsunuz. Ama bunların devamı gelecek zaten. Yayınlanacak kitapta diğer öyküler de olacak.

Röportaja gittiğiniz kadınlar sizi nasıl karşıladı?
- Mesela filmdeki Fatma Teyze; ilk önce çok sıcak karşılamadı. Çok istekli değildi anlatmaya. Sonra güvendi ve paylaşmaya başladı. Filmin galasına da geldi ve şöyle dedi: "Ben bunları yaşadım ve bugüne kadar kimseyle paylaşmadım, hep sustum. Artık dünya alem bilsin..." Bu çok önemli bir değişim süreciydi.

Siz tüm bu hikayelerin neresinde duruyorsunuz?
- Ben, Dersimli kızların yaşadığı acıyla Aborjinlerin yaşadığı acının ortak olduğunu düşünüyorum. Ülke, coğrafya, etnik köken farklı olmasına rağmen ortak bir rengi olduğunu düşünüyorum bu acıların. Nerede ve nasıl yaşandığı önemli değil, bunlar insanlığın ortak acıları. Toplumun çok büyük bir kısmının bilmediği ya da yok saydığı bir gerçeği ortaya çıkarmaya çalıştım ve sadece artık bunlar konuşulsun istedim. Bu insanlar kendini gizlemek zorunda kalmasın,, sırlarıyla yaşamasınlar artık. Mesela Fatma Teyze önce çocuklarına anlattı, sonra bize. Ve bugün çok rahat... Çevresindeki insanlar artık onu Dersimli Fatma Teyze olarak biliyorlar. Siz bir şeyi yok saysanız da, o gerçekler bir gün kendini ifade edebilecek bir dil buluyor.


Görüştüğünüz kadınlardaki baskın duygu neydi?
- Öncelikle çok korku vardı. Yaşadıklarıyla ilgili bugüne kadar hiç konuşmamış oldukları için kaygılıydılar.


Peki öfke, kızgınlık?
- Hayır, öfke yoktu hiç. Belki bu yaşlarıyla ve artık yeni bir yaşam kurmuş olmalarıyla da ilgili. Bir de tabii hiç konuşulmadığından bu meseleler; gerçek neden ne, suçlular kim bilmiyorlar. "Niye buna yaşadık biz?", sorusuna cevap veremiyorlar. Ben bunları 'bilge insan' diye nitelendiriyorum. Tüm yaşadıklarıyla çok olgun, çok güçlü kadınlar.

Hiç olumsuz tepki aldınız mı?
- Bazen şöyle yaklaşımlar oluyor bu tür konuları konuşurken; 'Niye yarayı kanatıyorsunuz?' Aslında ben de şunu sormak isterim; 'Peki siz niye yarayı görmezden geliyorsunuz?' Yara var zaten, içten içe kanıyor. Bu kadınlar anlattı işte, ne oldu peki? Geçmiş zaten yaşandı, ama bugün geleceği daha doğru örebilmek adına ben çok önemsiyorum bunların konuşulmasını.

BİRGÜL KOPUZ / Sabah Gazetesi-26 Nisan 2010



RÖPORTAJ NOTU: 'İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları' belgeselini yönetmen Nezahat Gündoğan'ın davetlisi olarak Beyoğlu'nda bir sinemada sessizce ağlayan insanlarla birlikte izlemiştim. Ben o kadar sessiz ağlayabilmiş miydim emin değilim! Gösterinin bitiminde Nezahat Gündoğan'la buluşup röportaj yapacaktık. O insanlara bu acıları yaşatanlara duyduğum öfkeyi bastırmak için röportajdan önce Beyoğlu'nda uzun uzun yürümüştüm. Tanımaktan büyük bir mutluluk duyduğum güzel yürekli kadınlardandı Nezahat Gündoğan. Eğer izlemek isteyenler varsa bu sarsıcı belgeseli -ki şiddetle tavsiye olunur- DVD olarak satılıyor. Dersim'de neler olduğunu bilmeyenler, bilip de inanmayanlar, inanıp da umursamayanlar... herkes izlese keşke... Çünkü belki de; Dersim'de yaşanan acılar konuşulmadığı için oldu Maraş, Çorum, Sivas ve diğerleri...  Belki de Dersim konuşulmadığı/konuşturulmadığı için bugün hala bu kadar kan, bu kadar zulüm var bu topraklarda...


9 Haziran 2012 Cumartesi

Sarhoş Kediler Adası: Tenedos


Belki sizin de başınıza gelmiştir. Bilirsiniz. Bir sabah uyanırsınız, içinizde dayanılmaz bir gitme isteği… Ama öyle hesapsız, plansız, programsız… ‘Bu otobüs nereye gidiyor?’ diye sorup, her nereye gidiyorsa oraya gitmek… Nasıl da güzeldir! Nasıl da iyi gelir insana bazen!

İşte öyle bir yaz sabahı, sırt çantamın içine sadece çok gerekli eşyaları koyup çıkmıştım yola ve Bozcaada’ya giden bir otobüste bulmuştum kendimi.  Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı ve Leonard Cohen’in “I’m Your Man”i eşlik etmişti yolculuğuma. İyi vakit geçirmiştik yol boyunca birlikte.
Adım atar atmaz, size yüzlerce hikaye anlatmaya başlayan ve sizi kendine aşık eden yerlerden Bozcaada…  Sahildeki balık restoranları, kalesi, daracık ve temiz sokakları, eski Rum evleri ve mutlu kedileriyle yaşanılası bir yer!

Önce kalacak bir yer bulmaya karar veriyorum, sırt çantamı bırakıp sokaklarda kaybolmak için… Bilirsiniz, bir şehri tanımanın en iyi yolu sokaklarında kaybolmaktır çünkü…

Burada bütün renkler biraz mavi, biraz beyaz… ve mor biraz da. Hatta eflatun.  Eflatun bir pansiyon buluyorum ben de… Adanın ruhuna uygun, benimkine de…  Kalacak yer var, içecek şarap da… Daha ne olsun! Odam çatı katında üstelik. Bütün Bozcaada gözlerimin önüne serili. Adayı tepeden seyredip hikayeler uydurmayı sabaha bırakarak, sahile doğru yürümeye karar veriyorum.

Potente diye bir kafeye oturuyorum, denize yakın.  Burası da alabildiğine mavi, olabildiğine beyaz… Bir kadeh kırmızı şarap söylüyorum kendime, hayatın küçük tesadüflerine kalkıyor kadehim… Çünkü burada da Cohen çalmakta: ‘Dance Me To the End Of Love’…  ‘end of love’ kısmında derin bir iç çekerek, bazen böyle güzel tesadüflere, küçük işaretlere inanmak geliyor içimden… Ne de olsa sırt çantamdan başka bir şeyim yok kaybedecek şu anda…

Bu adanın asıl sahipleri kediler, bunu anladım çoktan. Dolaşıp duruyorlar sokaklarda, mutlu mutlu, sarhoş sarhoş… Şarap fabrikaları var Bozcaada’da. Sokaklar şarap kokuyor. Kediler susayınca su yerine şarap içiyor sanki. Biraz şehla bakmaları o yüzden, hafif sallanarak yürümeleri de… Çok sevdim ben şimdiden bu ‘sarhoş kediler adası’nı…

Ada halkının geçim kaynağı bağcılık, şarapçılık ve balıkçılık… Bir de turizm var tabii. Ve İstanbul’dan kaçıp, burada bedenlerini ve ruhlarını dinlendirmeye, belki de daha iyi biri olmaya gelmiş büyük şehir insanları… Onları tanıyorsunuz hemen, İstanbul daha terk etmemiş gözlerini. Yakındaki huzurla, uzaktaki heyecan arasında kalmış gibiler. Huzuru seçmişler ama arada bir heyecan tarafından yoklanıyorlar sanki.

Bozcaada’nın şarapları çok güzel… Günbatımları ve rüzgar gülleri de…  Belki de yaşamınız boyunca seyredebileceğiniz en büyüleyici günbatımı Bozcaada’da bekliyor sizi. Önünüzde uçsuz bucaksız Ege Denizi, yanıbaşınızda hüzünlü ama mağrur rüzgar gülleri, havada yabani kekik kokusu ve kimsesiz bir deniz feneri… Ve rüzgar… Öyle ki Bozcaada’nın ya da antik çağdaki adıyla Tenedos’un gerçek sahibi rüzgar sanki. Bazen lodos oluyor bazen poyraz ama daima onun hükümdarlığı sürüyor buralarda. Ve güneş denizin içinde kaybolurken, rüzgara karşı dilediğiniz her ne varsa gerçekleşecekmiş gibi geliyor insana.

İçim biraz daha hafiflemiş, sırt çantam biraz daha ağırlaşmış olarak dönüş yolculuğuna hazırlanırken; içimin hafifliğinin rüzgara verdiğim sırlardan, çantamın ağırlığının pazardan aldığım ev yapımı domates reçeli ve ada şarabından olduğunu biliyorum… Ve bu mutlu kediler adasına en kısa zamanda tekrar geleceğimi de...

Yazı ve fotoğraflar: Birgül Kopuz (Haziran 2008)


Ben Giderim Batum'a...


"Dedem Batum’dan gelmiş” der dururdu annem, ‘Ben Giderim Batum’a’ adlı türküyü her dinlediğinde. Ben de merak ederdim neresidir bu Batum, uzak mıdır, yakın mıdır, güzel midir diye...  Nihayet bu merakımı giderdim bir Karadeniz ziyaretinde. Elimde pasaportum, ‘Hadi Batum’a gidelim’ deyince kuzenime önce tuhaf tuhaf baktı yüzüme, sonra anladı ki iş ciddi düştük yollara... İyi ki de düşmüşüz! İşte size ‘dede topraklarından’ ilginç hikâyeler...

Trabzon’dan, Rize’den, Artvin’den yani Doğu Karadeniz’in illerinden Batum’a düzenli olarak otobüs seferleri var. Üstelik sudan ucuz, biz Rize’den adam başı 15 TL verdik. Pasaportumuz cebimizde, yaklaşık 4 saat sonra Gürcistan topraklarına ayak bastık. Burada önemli bir not: Eğer hafta sonu giderseniz gümrükte epeyce yığılma olduğundan çok beklemeniz gerekiyor, biz bunu bildiğimiz için Pazartesi sabahı düştük yollara...

İlk önce bizi Batum’un inekleri karşıladı (hani şu meşhur ‘angus’ hazretleri). Otobanın ortasında salına salına yürüyorlar, geçen arabalar falan umurlarında değil, buranın kralı onlar anlaşıldı... Arada bir başlarını kaldırıp pis pis bakıyorlar otobüs şoförüne. Malum bizim şöfor Rizeli. Eyvah diyoruz şimdi kavga çıkacak. Ama şoförümüz alışık anlaşılan, selam verip geçiyor angus hazretlerine. Bir oh çekerek yolculuğa devam ediyoruz
Yaklaşık 20 dakika sonra otogardayız. İlk şok burada yaşanıyor zaten.

Otogarı şöyle anlatmaya çalışayım size; bizim eski Topkapı otogarını bilenler bilir. İşte onu gözünüzün önüne getirin ve 10 kat daha fenasını düşünün. Her yerde çöpler, çöpleri eşeleyen kadınlar, dökülen üst başlarıyla bir kenarda durmuş sizi gülerek (ama pis pis) seyreden erkekler (çoğu bıyıklı ve hepsi Lazlara benziyor), yerlerde barbut oynayanlar. Barbut zarla oynanan bir kumar oyunu ve burada oldukça yasal. Kumarhanede değil otogarda oynanacak kadar. Kuzenimle göz göze geliyoruz, bir şey söylemese de ben okuyorum gözlerinden: “Tutturdun Batum da Batum. Buralara getirdin beni. Burada adam soyarlar yahu! Bıktım senin şu macera tutkundan. Bakalım başımıza neler gelecek.”

Neyse ben ümidimi kaybetmiyorum henüz. Önce bir otel bulmamız gerekiyor. Daha önce Batum’a gelmiş bir arkadaştan aldığımız tavsiyeyle, bir taksiye binip otelimizin adını veriyoruz taksiciye. Burada en büyük sorunlardan biri de dil sorunu. Kimse İngilizce bilmiyor, sadece Rusça ve Gürcüce biliyorlar. Ama Türkçe konuşamasalar da çat pat anlıyorlar. Türkiye’ye gelip giden çok olduğu için kulakları Türkçeye aşina anlaşılan. O yüzden yarı Türkçe yarı vücut diliyle anlaşıyoruz mecburen. Neyse Allahtan oteldeki resepsiyonist çocuk Türkçe biliyor. Otel çok komik. Bir ‘kitsch’ şaheseri.  Perdeler 70’lerden kalma, tüllerse birer 80 klasiği... Odalardaki çarşaflar başka renk, nevresimler başka, yastık kılıfları bambaşka. Hiçbir şey birbiriyle uyumlu değil.

Sabahın köründe bir gürültüyle uyanıyoruz. Birileri koridorda bağıra bağıra kavga ediyor. Hemen resepiyonu arıyorum ve resepsiyondaki Türkçe bilen (!) arkadaşla şöyle bir konuşma geçiyor aramızda:

- Koridorda korkunç bir gürültü var,  susturur musunuz lütfen, uyuyamıyorum.
- Ne istiyorsun?
- Gürültü var diyorum, duymuyor musunuz?
- Su istiyorsun???
- Hayır su istemiyorum, gürültü var diyorum. Sadece uyumak istiyorum.
- Ha, odada yok su. Aşağıda var. Sen kalkıp aşağı geliyorsun.
- Haaaaaaayıııııııırrr. Uyumak istiyorum.
- Sen ne istiyorsun???

Artık daha fazla enerjim kalmıyor ve telefonu kapatıyorum. Uyanıp üstümü giyiniyorum, saat henüz sabahın 7’si ama olsun şehir turuna çıkarım erkenden. Elimde fotoğraf makinesi dalıyorum Batum sokaklarına...
Burada kaybolmanız çok zor. Bütün sokaklar denize çıkıyor çünkü ve neredeyse bütün sokaklar şantiye yeri gibi. Şehir inşaat halinde. Pek çok Türk firması da dikkatimizi çekiyor bu arada. Ve tabii ki çok fazla sayıda Karadenizli erkek. Çoğunun burada bir Gürcü sevgilisi var. Hafta sonları atlayıp arabaya geliyorlar. Oteller çok ucuz, benzin sudan ucuz, et ucuz, içki sigara ucuz... Daha ne olsun! Çay parasını ya da maaşını alan Rizeli erkek, soluğu Batum’da alıyor yani. Bir de arabasının deposunu üçte biri fiyatına benzin dolduruyor, içkisini sigarasını alıyor. Karısına ve çocuklarına da 5 kilo et götürüyor, sus payı... Oturtmuş düzenini yurdum insanı.

Herkesin ilgisini çekiyorum sokaklarda dolaşırken, hemen anlıyorlar yabancı olduğumu. (Kılık kıyafet farkı diyebiliriz, orada hala 80’lerde yaşanıyor). Ama İstanbullu olduğumu söyleyince hiç bir yerde böylesine iltifata mazhar olmamıştım daha önce. İstanbul sanki Paris demek Gürcüce! Gözleri parlıyor hemen, saçımı, üstümü başımı okşamaya başlıyorlar. Ben böyle şey görmedim! Gerçekten çok gerçeküstü! Biraz Türkçe bilenler, ne kadar çok görmek istediklerini anlatıyorlar İstanbul’u. Sokaklardan birinde bir Türk barı görüyorum, kapının önünde iki adam oturuyor. Fotoğraflarını çekiyorum. ‘Nerelisin’ diye soruyor biri. ‘İstanbulluyum’ deyince başlıyor şarkı söylemeye iyi mi: ‘Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder...’ Sezen’in şarkısını söylüyor adam resmen.

Türkler burayı fethetmiş. Türk kasabı, Türk berberi, Türk lokantaları, Türk barı... Sokaklarda yürürken mutlaka Türkçe konuşan birilerine rastlıyorsunuz. Erkekler sabahın köründe başlıyorlar içmeye, kadınlar çalışıyor. Dükkânların çoğunda kadınlar var. Yaşlı olanlar sokaklarda seyyar satıcılık yapıyor. Gürcüce Lazca’nın ikiz kardeşi. Ne dediklerini anlamasınız da vurguları aynı. Küfür ettiklerini de anlıyorsunuz iltifat ettiklerini de... Bizim Türk kahvesinin yerini Gürcü kahvesi almış burada. Türk kahvesinden tek farkı aromasının olmayışı. Kokusuz Türk kahvesi yani. Sokaklarda kahve içip fal bakan kadınlar var. Fotoğraflarını çekmek isteyince hemen gülümseyip poz veriyorlar. Bir tanesi ‘Beni de götür İstanbul’a’ diyor. Böyle bir sevgi seli yani!

Cebinizde az parayla güzel bir tatil yapabilirsiniz Batum’da. Güzel insanlar tanırsınız, şaşırırsınız, öfkelenirsiniz, bol bol da gülersiniz. Ama öyle dört yıldızlı konfor bekleyenlerin şehri değil burası. Daha çok sınırın hemen ötesinde neler oluyor acaba diye merak edenlerin, bir halkın değişme dönüşme çabalarını anlamak, bir de işte benim gibi ‘dede topraklarını’ gidip görmek isteyenlerin şehri... Birkaç seneye kalmaz Gürcistan’ın sayfiye şehri olmaya hazırlanan, bizim denizin çocuklarının şehri...

Yazı ve fotoğraflar: Birgül Kopuz (Ekim 2010)



28 Mart 2012 Çarşamba

Beyoğlu'nda Yürürken...

Pera: Bir tatlı huzur ya da baş dönmesi


Kim bilir kaç kitaba konu oldu bugüne kadar? Kaç şarkıya, kaç filme... Olmaya da devam edecek dünya döndükçe... Siz ister Pera deyin ister Beyoğlu, o yine kendi bildiği dilden anlatacak hikayesini... Nasıl ki aşkın her dilde bir karşılğı varsa, herkesin hikayesinin de Beyoğlu’nda bir karşılığı var çünkü...

Şehrin eski sahipleri çok iyi bilirler; İstanbul’da yaşamak Pera’da yaşamaktır biraz da...  Tramvaya binip Tünel’e uzanmak, Çiçek Pasajı’nda soluklanmak, Nevizade’de sarhoş olmak, Cihangir’e inen merdivenli bir sokaktan şehre bakmak,  içli bir keman sesinin peşine takılıp kaybolmak... Asmalımescit’te yaşlı Rum meyhanecinin, Balat’lı bir Ermeni terzinin ve paşa torunu Hulusi Bey’in aynı şarkılarda gülüp aynı şarkılarda ağladığını görmek...  Çiçek Pasajı’nın kapısında, dudağında kırmızı rujuyla akordeon çalan Madam Anahit’i özlemek...
Bunlardan birini bile yapmamışsanız henüz, İstanbul hikayeniz biraz eksik kalmış demektir. O zaman ne duruyorsunuz; şöyle bir Beyoğlu turuna çıkın isterseniz, belki Pera’nın size anlatacakları vardır kim bilir?

Bir İstanbul hatırası
Tünel’den de başlanır elbet ama siz Taksim Meydanı’ndan başlayın en iyisi Beyoğlu turuna; Taksim Anıtı’nın önünde fotoğraf çektirenlere gülümseyerek. İşte size, kim bilir kaç nesildir değişmeyen bir ‘İstanbul Hatırası’ klasiği... 
Bölgenin suları buradan dağıtıldığı için Taksim denilmiş adına. Eğer sola dönüp Sıraselviler Caddesi’ne saparsanız, Cihangir’e götürür sizi yol. İsterseniz Çınaraltı’nda bir çay içip, Çukurcuma’daki antikacıları şöyle bir dolaşıp tekrar İstiklal Caddesi’ne çıkarsınız. Ama siz şimdilik es geçin Cihangir’i, dümdüz ilerleyin İstiklal Caddesi’ne doğru. Caddenin üzerinde sağlı sollu yükselen eski binalar karşılayacak önce sizi. Ortada tramvay yolu ve inanılmaz bir kalabalık... Hemen sağda Fransız Konsolosluğu, lokantalar, kafeler, barlar, kitapçılar, sinema salonları, insanlar, insanlar... Bir tatlı huzur ve hafif baş dönmesi... Belki de Beyoğlu’nun özeti...

Pera’nın ruhu
İstiklal Caddesi üzerindeki tek camii olan Ağa Camii’nin önünden geçeceksiniz birazdan. Tam karşısındaki Sakızağacı Sokağı’nda ise bir Ermeni kilisesi var. İnsaoğlunun düşmanlığına inat öyle kardeş kardeş bakışıyorlar yıllardır. Ağa Camii’nin sokağında iki hoş sürpriz bekliyor olacak sizi: Türk mutfağının en güzel yemeklerini sunan Hacı Baba Lokantası ve lokantanın terasından avlusu görünen Rum Ortodoks Aya Triada Kilisesi... İşte böyle bir yer Pera: Bütün karmaşasına rağmen, huzurun ve sukunetin hangi sokakta gizlendiğini asla bilemezsiniz!  Bunları düşüne düşüne bir de bakmışsınız Balık Pazarı’ndasınız. Her daim en taze sebze ve meyveleri, en leziz balıkları ve deniz ürünlerini bulabileceğiniz renkli mi renkli bir çarşı burası...  Soldaki Aynalı Pasaj, Pera’nın atmosferini, ruhunu en güzel yaşatan mekanlardan biri belki de. Pasaj, pek çok hediyelik eşya dükkanına ve sahafa ev sahipliği yapıyor. Sağda ise Ermeni Gregoryen Kilisesi var. Hem Nevizade’ye hem de Çiçek Pasajı’na giriliyor Balık Pazarı’ndan. Ama daha vakit erken. Demlenme vaktine çok var. Önce Beyoğlu turunu tamamlayın siz, belli ki son durak Çiçek Pasajı olacak nasıl olsa!

Cezayir Sokağı’nda Fransız olmak
Balık Pazarı’ndan çıkıp şöyle Fransız Sokağı’na ya da diğer adıyla Cezayir Sokağı’na doğru bir uzanın hadi. Mekteb-i  Sultani yani bugünkü adıyla Galatasaray  Lisesi’nden aşağıya doğru vurun kendinizi. (Eğer günlerden cumartesiyse, yıllardır orada oturup kayıp çocuklarını bekleyen Cumartesi Anneleri'ne selam vermeden geçmeyin sakın) 
Sola dönünce ver elini  Fransız Sokağı. Buraya Beyoğlu’nun küçük Paris’i diyenler de var... 1900’lerin başında Fransız mimarisinden esinlenerek yapılan cumbalı binalar, bundan 7 yıl kadar  önce restore edildi, boyandı; kafeler, restoranlar, barlar, butikler, şarapevleri açıldı ve sokak şenlendi...  Bir Türk kahvesi iyi gitmez mi şimdi, şöyle en telvelisinden... Karşıdakı şarapevinden mi geliyor o nağmeler...  Fransız Sokağı’nda Fransız şansonları dinlemek... Üstelik Jaques Brel söylüyor: ‘Ne Me Quitte Pas’...  Ya da ‘If You Go Away’, fark etmez...  Müziğin kardeşliği çoktan ilan edildi Beyoğlu’nda... Az sonra da Müzeyyen Senar'ın sesinden ‘Batan Gün Kana Benziyor’u dinlersiniz mutlaka... Hepsinde de nemlenir gözleriniz...

Tünel’e doğru...
Fransız Sokağı’na ve Jaques Brel’e ve Müzeyyen Senar'a veda ederek Tünel’e doğru yollanın en iyisi. Yüksek Kaldırım’ın hemen başında Galata Mevlevihanesi’ne uğrayın önce.  1491 yılında, Sultan Beyazıt döneminde İstanbul’da açılan ilk Mevlevihane burası. 1975 yılından bu yana Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılıyor. Müzeyi ve Mevlevihane’yi gezdikten sonra  tekrar İstiklal Caddesi’ne çevirin rotanızı. İstanbul’un en büyük Katolik kilisesi olan St. Antuan’a da şöyle bir uğrayın istiyoruz çünkü. Şimdi fazla vakit yok ama geniş bir zamanda tekrar gelmeye, bir dilek tutup mum yakmaya söz vererek usul usul geçin kilisenin önünden. Burası son yıllarda Noel ayinlerinde Türkleri de ağırlayan ünlü bir kilise. Ayrıca kilisenin akustiği o kadar mükemmel ki, burada verilen konserlerden birini izlemek, ‘Ölmeden önce yapılacaklar listesi’nde yer almalı mutlaka...
Tünel ve Asmalımescit civarı, son yıllarda Beyoğlu’nun yeni çekim merkezi oldu ve Çiçek Pasajı’yla Nevizade’nin pabucunu dama attı. Akşamları, hele de hafta sonuysa, buralardaki mekanlarda boş yer bulmak çok zor.* Yakup ve Refik;  pek çok ünlü yazar, gazeteci ve oyuncunun muhabbet etmek ve ‘demlenmek’ için buluştukları, Beyoğlu’nun en eski meyhanelerinden ikisi.  Ayrıca pek çok etkinliğe ve konsere ev sahipliği yapan Bobylon ve Tünel House Cafe bu civardaki diğer popüler mekanlardan...
*(Bütün bunlar Ahmet Misbah Demircan'ın dahiyane uygulamalarından önceydi ne yazık ki!) 

Galata’dan şehre bakmak
Beyoğlu turunuzun son durağı Galata'ya geldiniz işte...  Nasıl ki, Tünel ve Asmalımescit eğlencenin yeni çekim merkezi olduysa, Galata civarı da İstanbul’daki aydınların, entelektüellerin oturmak için tercih ettiği bir semt oldu son yıllarda.
Galata’nın sembolü olan ve 1348 yılında Cenevizliler tarafından yapılan Galata Kulesi, Osmanlı döneminde bir tür ‘yarı açık cezaevi’ olarak kullanılmış. Bir rivayete göre de, Hazerfan Çelebi’nin kanat takıp kuş misali uçmayı denediği yer burası. Galata Kulesi’ne açılan Küçük Hendek Sokak, iki güzel yapıya ev sahipliği yapıyor. Biri sırtını eski Ceneviz surlarına dayamış Sen Piyer Kilisesi, diğeri ise Osmanlı Bankası’nın ilk binası olarak kullanılmış eski bir han...En muhteşem şehir manzarası için ise tek adres var: Konak Pastanesi...

Batan gün kana benzerken...
Güneş battı batacak... Gökyüzünün rengi, rüzgarın kokusu değişti sanki... Rotanızı tekrar İstiklal Caddesi’ne çevirip Nevizade’ye şöyle bir selam çakıp, Çiçek Pasajı’nda soluklanma vakti. Nasıl olsa Pera’dasınız, nasıl olsa güneş rakı burcunda... İçli bir keman sesinin peşine takılıp yürümek lazım şimdi. Sonra da tahta bir iskemleye çöküp, masayı donatmak: Beyaz peynir, kavun, fasulye pilakasi, lakerda... Bir kadeh de aslan sütü... Ah şu rüzgar yok mu! Hepsi onun suçu. Anason kokusunu getirip dayıyor adamın burnuna.  Yok siz derseniz ki, ‘alkolle aramızda mesafeli bir ilişki var’, o başka...  Su olur, soda olur hiç fark etmez. Bir söz vardır buralarda çok meşhur: Maksat muhabbet olsun...  
Ve bir de şair katılsa bu muhabbete fena mı olur: Kadın, Beyoğlu’nun bir kış akşamında/üstündeki deri montun sahibine küs/soğukluğundan muzdarip yürüyordu.../Adam da.../Yürümek hiçbir şeyi çözmüyordu, bazı Aralık akşamlarında.../Parmağında yaralı bir öyküyü taşıyordu adam.../Kadının yüzünde bir hüzün...”

BİRGÜL KOPUZ / Tailwind Magazine - Mayıs 2010


5 Mart 2012 Pazartesi

Daisy'ye Mektup

Heybeliada'da O Yaz...

Sürgünler, göçler, terk edişler, terk edilişler... Yıllardır bu coğrafyada yaşayan insanların alışık olduğu acılar mı acaba? Sahi kaç ayrılık sığar insan ömrüne? Özlemle nasıl baş edilir?

Yağmurlu bir akşamüstü, karşı kıyının ışıklarına bakarken bu sorular düşer aklıma birden. Az önce bir film izlemişimdir belki sinemada. Filmdeki kadın, yitirdiği kimliğinin, ailesinin, çocukluğunun peşinden gitmek ister derin bir özlemle. Ve Yunanistan'a kadar götürür bu özlem onu. Doğduğu topraklardan, Karadeniz'den sürülmüş, onunla aynı dili -Pontus Lazcası- konuşan başka bir kadınla karşılaşır orada. İkisi de geçmişin özlemiyle yanıp tutuşmaktadır, ömürlerinin son demlerinde. İkisi de çocukluklarını, siyah-beyaz hüzünlü fotoğraflarda ve uzun göç yollarında bırakmıştır. "Ah tek dileğim vardır bilir misin?" der biri ötekine; "o, nar ağacının altına gömüleydim!". "Ah!" derim ben de..."Bu filmi keşke onunla izleyebilseydim!"

Çocukluğunun yağmurlarını özlersin ya bazen, çocukluğunun oyunlarını. O hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yaz öğleden sonralarında, yarın gerçekleşecekmiş gibi kurduğun imkansız hayalleri... Heybeliada'daki o güzel, beyaz ahşap konağı... Mimozalarla dolu bahçede, çiçek kokularını içimize çekerek birbirimize anlattığımız tüm o çocuksu, tuhaf hikayeleri. O yüzden işte; ne zaman mimoza görsem, sarı saçlı, çilli bir kız çocuğu düşer aklıma.

Eleni teyzenin kurabiyelerini hatırlarım sonra, Madam Tasula'nn paskalya çöreklerini. Gizli gizli içilen ilk muz likörünün tadını. Bir şişeyi bitirmiştik neredeyse, sonra hafif sarhoş olmuştuk hani. Kimse anlamasın diye sarhoş olduğumuzu, kaçıp saklanmıştık sonra sahildeki bir kayıkta. Annen bulmuştu değil mi orada bizi? Kızar gibi yapmıştı, gülmemek için kendini zorlarken. Sahi kaç yaşındaydık o yaz? Bir daha hiç o yaşta olduk mu?

Pazar günleri sen en güzel giysilerini giyip kiliseye giderken, ben camdan seni izlerdim hep. Ve en masum soruları sorardım anneme: "Neden biz de onlar gibi güzel güzel giyinip gitmiyoruz dua etmeye?" Bir tek çocuklar sorar değil mi en doğru soruları!

"Sen niye hep o gavur kızıyla oynuyorsun?" diye soran kimdi hatırlamıyorum. Ama sevgisiz, karanlık yüzlü bir adam geliyor gözümün önüne. "Sensin gavur" demiştim ona bağırarak, öfkeyle... "Gavur" kelimesinin anlamını bilmiyordum henüz ama çocuksu bir önseziyle anlamıştım, kötü bir şey demek istediğini.

Andrea amca gezdirmişti bizi bir öğleden sonra, teknesiyle. Biz o teknede mi ilk kavgamızı yapmıştık seninle? Güzel gözlü bir çocuğa aşık olmuştuk galiba! İkimiz de aynı çocuğa aşık olacak kadar çok mu seviyorduk birbirimizi? Sonra hemen barışmıştık ağlayarak, güzel gözlü çocuğu da unutmuştuk, kavgamızı da! Çok çocuktuk!

İşte bunları düşündüğüm gecenin sabahında, Heybeliada'ya giden bir vapurda buldum kendimi. Beyaz köşk karşımdaydı ama kimseler oturmuyordu içinde. Kimseleri istemiyordu sanki, senden başka, sizden başka! Yoldan geçen yaşlı bir madama sizi sordum, "Andrea ölünce Yunanistan'a gittiler" dedi ve kucağındaki mimozalardan bir demet verdi bana. Öyle mutlu oldum ki, bana seni verdi sanki!

En son Atina'da olduğunu duydum, bilmem orada mısın hala? Belki sen de özlüyorsundur adayı, beyaz köşkü, kameriyeyi, mimozaları, tekrar çocuk olmayı... Öyleyse sen de bir vapura atlayıp gel hadi! Adada buluşalım. Çok uzun zaman oldu biliyorum, konuşacak bir şey bulamayız belki. Olsun, eski çok eski bir arkadaşla sessizliği paylaşmak da az şey değildir hani!...

BİRGÜL KOPUZ / Miko Kültür Sanat-2004


NOT: Yazının başında adı geçen film Yeşim Ustaoğlu'nun yönettiği 'Bulutları Beklerken'di... Tek başıma izlemiştim sinemada ve ağlayarak çıkmıştım filmden... Birçok şeyi anımsatmıştı bana...ve özletmişti... Anneannemi, çocukluğumu, adayı, Daisy'yi... Sonra oturup bu yazıyı yazmıştım yıllar önce...

15 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Masal Değildi 12 Eylül

Bu Kalp Sizi Unutmasın!


(Başlarken Not: Bu yazı Kasım 2009'da, Show tv'de yayınlanan ve kısa bir süre sonra yayından kaldırılan 'Bu Kalp Seni Unutur mu' adlı dizi vesilesiyle yazılmıştı... 12 Eylül darbe rejiminin kendini en vahşi haliyle somutlaştırdığı, 'Türkiye'nin Auschwitz'i olarak anılan bir cehennemde, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar ilk kez gelmişti ekranlara bu diziyle... Yaşananların belki de yüzde 10'u bile değildi anlatılanlar ama o kadarı bile yetmişti işte... Dizi yayından kaldırıldı... Hatırlamakta, hatırlatmakta fayda vardır belki...)


“Yıllar geçse de üstünden / bu kalp seni unutur mu / kader gibi istemeden / bu kalp seni unutur mu / bir hasretlik yüzün vardı / içinde bir hüzün vardı / söyleyecek sözün vardı / bu kalp seni unutur mu / anlamı yok tüm sözlerin / sensiz geçen gecelerin / yaşanacak senelerin / bu kalp seni unutur mu”

Fikret Kızılok sevenler iyi bilirler bu şarkıyı. Sıkı parçadır. Damardır. Şimdilerde bir diziye adını verdi. İzliyorsunuzdur umarım, herkes izliyordur…

78 kuşağı dediğimiz, şu anda 50’li yaşlarını sürenlerin hikayesi aslında. Tek istediği daha insanca, daha özgürce yaşamak olan; 68’li abilerinin ablalarının izinden giderek, “Başka bir dünya mümkün” diyen o idealist ve romantik kuşağın hikayesi…

40’lı yaşlarını sürenler; gözler hafif nemli, dudaklarının kenarında acı bir gülümseme ve derin iç çekişler eşliğinde izliyordur belki diziyi. 30’lu yaşlarını sürenler; hayal meyal hatırladıkları bir masalı dinler gibi… 20’li yaşları hiç saymıyorum… Onlar için bir çeşit bilim-kurgu bile olabilir!

Bazı sahneleri izlerken, “Yok artık, bu kadarı da olur mu?” diyeceksiniz belki. Demeyin. Daha fazlası da oldu çünkü bu topraklarda. Çok daha fazlası… Olur da birazcık merak ederseniz eğer, o dönemle ilgili yazılmış nice roman, nice şiir, nice anı, nice araştırma kitapçı raflarında bekliyor sizi. Ama şimdi üşenirsiniz google’layıp da bulmaya… Biraz ipucu vereyim en iyisi: ‘12 Eylül’ yazınca epey bir şey çıkıyor…

Bazılarına unuttuğu kelimeleri yeniden hatırlatacak bu dizi, hatta kokuları, renkleri, insanları… 80’li yılların sadece vatka, perma, walkman, havlu çorap, Dallas ve ‘Big in Japan’den ibaret olmadığını anımsatacak …  Bazı evlerde dayanılmaz acılar yaşandığını, kavganın ve davanın aşktan önce geldiğini, korkunun bulaşıcı bir şey olduğunu… Köşebaşındaki simitçinin sadece bir simitçi olmadığını ya da… (şimdi her köşebaşında simitsarayları, simitköşkleri var neyse ki!)

Siz çocukken, mahalledeki abilerin ablaların yavaş yavaş  ortadan kaybolduğunu fark ederek meraklandınız mı hiç? Örneğin size okumanız için ‘Küçük Prens’i ya da ‘Küçük Kara Balık’ı hediye eden, o yeşil parkalı abi nereye kayboldu diye sordunuz mu annenize? Ya da karşı apartmandaki uzun siyah saçlı, güzel abla. Hani bir gün saçınızı okşayıp, “Çabuk büyüme olur mu, çocukluğun tadını çıkar” diyen… İşte o abla da artık mahallede görünmez olmuştur bir gün… Sahi o güzel insanlar toplanıp nereye gittiler bilen var mı?

Peki bu genç insanlara bu kadar acıyı çektirenler kimdi? Onlar da bizim gibi insandı işte… Zavallı küçük insancıklar… Birisi çoktandır elde fırça, resim yapıyor… Belki işkencede ölen bir çocuğun da resmini yapmıştır gizli gizli, kim bilir? Ya da yaşını büyütüp, darağacına gönderdiği başka bir çocuğun… Ya diğerleri? Onca zulme, onca işkenceye ortak olanlar. Bu karanlık filmin yardımcı oyuncuları. Onlar hesaplaştılar mı kendileriyle dersiniz? ‘Ben nasıl bir insanım?’ sorusuna yürekli bir cevap verebildiler mi hiç? Mesela çocuklarının saçını okşarken, bir yumruk gelip dayandı mı hiç boğazlarına? Babasız bıraktıkları onca çocuğu, çocuksuz bıraktıkları onca babayı anımsayarak…

O karanlık günlerde, yurdun dört bir yanındaki karanlık odalarda yaşanan büyük acılar, işkenceler, ölümler… İntihar süsü verilen cinayetler… Vatan, millet, Sakarya nutukları… Biraz şanslı olup da o karanlık odalardan kurtulmayı başaranların, sonrasında yaşadıkları ağır travmalar… Bu kalp sizi unutur mu? Unutmasın, ne olur unutmasın…  Hesap sormak için değil, ondan geçtik çoktandır; sadece aynı acıları bir daha yaşamamak için hiç olmazsa.

Bilirsiniz belki, Almanlar okullarda sürekli, Nazilerin Yahudilere yaptığı kıyımı anlatır dururlar öğrencilere…  Niye peki, çok mu salak Almanlar? Sadece tarihlerinde bir kara leke gibi duran o vahşeti, yeni kuşaklara aktarıp, unutturmayıp, bir daha tekrarlanmasını engellemek istiyor olabilirler mi?

‘Bu Kalp Seni Unutur mu’da anlatılanlar hiçbir tarih kitabında yok ne yazık ki! Sadece o günleri yaşayanların hatıralarında saklı… Kuşaktan kuşağa aktarılsın yaşananlar… Aktarılsın ki, kimse bu topraklarda öyle acılar çekmesin bir daha!

Ve kimse bir yerlerde yaşayan, devlet korumasındaki ressamı, tonton bir dede olarak hatırlamasın…

BİRGÜL KOPUZ / Kasım 2009