5 Mart 2012 Pazartesi

Daisy'ye Mektup

Heybeliada'da O Yaz...

Sürgünler, göçler, terk edişler, terk edilişler... Yıllardır bu coğrafyada yaşayan insanların alışık olduğu acılar mı acaba? Sahi kaç ayrılık sığar insan ömrüne? Özlemle nasıl baş edilir?

Yağmurlu bir akşamüstü, karşı kıyının ışıklarına bakarken bu sorular düşer aklıma birden. Az önce bir film izlemişimdir belki sinemada. Filmdeki kadın, yitirdiği kimliğinin, ailesinin, çocukluğunun peşinden gitmek ister derin bir özlemle. Ve Yunanistan'a kadar götürür bu özlem onu. Doğduğu topraklardan, Karadeniz'den sürülmüş, onunla aynı dili -Pontus Lazcası- konuşan başka bir kadınla karşılaşır orada. İkisi de geçmişin özlemiyle yanıp tutuşmaktadır, ömürlerinin son demlerinde. İkisi de çocukluklarını, siyah-beyaz hüzünlü fotoğraflarda ve uzun göç yollarında bırakmıştır. "Ah tek dileğim vardır bilir misin?" der biri ötekine; "o, nar ağacının altına gömüleydim!". "Ah!" derim ben de..."Bu filmi keşke onunla izleyebilseydim!"

Çocukluğunun yağmurlarını özlersin ya bazen, çocukluğunun oyunlarını. O hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yaz öğleden sonralarında, yarın gerçekleşecekmiş gibi kurduğun imkansız hayalleri... Heybeliada'daki o güzel, beyaz ahşap konağı... Mimozalarla dolu bahçede, çiçek kokularını içimize çekerek birbirimize anlattığımız tüm o çocuksu, tuhaf hikayeleri. O yüzden işte; ne zaman mimoza görsem, sarı saçlı, çilli bir kız çocuğu düşer aklıma.

Eleni teyzenin kurabiyelerini hatırlarım sonra, Madam Tasula'nn paskalya çöreklerini. Gizli gizli içilen ilk muz likörünün tadını. Bir şişeyi bitirmiştik neredeyse, sonra hafif sarhoş olmuştuk hani. Kimse anlamasın diye sarhoş olduğumuzu, kaçıp saklanmıştık sonra sahildeki bir kayıkta. Annen bulmuştu değil mi orada bizi? Kızar gibi yapmıştı, gülmemek için kendini zorlarken. Sahi kaç yaşındaydık o yaz? Bir daha hiç o yaşta olduk mu?

Pazar günleri sen en güzel giysilerini giyip kiliseye giderken, ben camdan seni izlerdim hep. Ve en masum soruları sorardım anneme: "Neden biz de onlar gibi güzel güzel giyinip gitmiyoruz dua etmeye?" Bir tek çocuklar sorar değil mi en doğru soruları!

"Sen niye hep o gavur kızıyla oynuyorsun?" diye soran kimdi hatırlamıyorum. Ama sevgisiz, karanlık yüzlü bir adam geliyor gözümün önüne. "Sensin gavur" demiştim ona bağırarak, öfkeyle... "Gavur" kelimesinin anlamını bilmiyordum henüz ama çocuksu bir önseziyle anlamıştım, kötü bir şey demek istediğini.

Andrea amca gezdirmişti bizi bir öğleden sonra, teknesiyle. Biz o teknede mi ilk kavgamızı yapmıştık seninle? Güzel gözlü bir çocuğa aşık olmuştuk galiba! İkimiz de aynı çocuğa aşık olacak kadar çok mu seviyorduk birbirimizi? Sonra hemen barışmıştık ağlayarak, güzel gözlü çocuğu da unutmuştuk, kavgamızı da! Çok çocuktuk!

İşte bunları düşündüğüm gecenin sabahında, Heybeliada'ya giden bir vapurda buldum kendimi. Beyaz köşk karşımdaydı ama kimseler oturmuyordu içinde. Kimseleri istemiyordu sanki, senden başka, sizden başka! Yoldan geçen yaşlı bir madama sizi sordum, "Andrea ölünce Yunanistan'a gittiler" dedi ve kucağındaki mimozalardan bir demet verdi bana. Öyle mutlu oldum ki, bana seni verdi sanki!

En son Atina'da olduğunu duydum, bilmem orada mısın hala? Belki sen de özlüyorsundur adayı, beyaz köşkü, kameriyeyi, mimozaları, tekrar çocuk olmayı... Öyleyse sen de bir vapura atlayıp gel hadi! Adada buluşalım. Çok uzun zaman oldu biliyorum, konuşacak bir şey bulamayız belki. Olsun, eski çok eski bir arkadaşla sessizliği paylaşmak da az şey değildir hani!...

BİRGÜL KOPUZ / Miko Kültür Sanat-2004


NOT: Yazının başında adı geçen film Yeşim Ustaoğlu'nun yönettiği 'Bulutları Beklerken'di... Tek başıma izlemiştim sinemada ve ağlayarak çıkmıştım filmden... Birçok şeyi anımsatmıştı bana...ve özletmişti... Anneannemi, çocukluğumu, adayı, Daisy'yi... Sonra oturup bu yazıyı yazmıştım yıllar önce...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder