29 Ocak 2012 Pazar

Bana yeniden dizi izleten adamlara dair...

Kadınlar da Behzat Ç sever!


Yeni bir fenomenimiz var: Bir Ankara polisiyesi Behzat Ç kendisi… Her ne kadar bir erkek dizisi gibi görünse de aslında fanatiği pek çok kadın da var. Bu satırların yazarı da onlardan biri. (Ne Ankaralıyım ne de deniz olmayan yerde yaşayabilirim üstelik)
Pazar akşamları kimselere randevu verilmiyor, dizi saati yaklaştıkça bünyeyi acayip bir sevinç ve heyecan dalgası sarıyor. Yaşamayan bilemez, fena yani… 
Peki nedir bu diziyi bu kadar vazgeçilmez kılan?


İyi senaryo, başarılı yönetmen ve şahane oyunculuk şeklinde özetleyebiliriz kısaca belki. Ama yeter mi? Yetmez… Behzat Ç’ye yetmez.


Biraz ortalama zekanın üstünde izleyici istiyor bu dizi. Göndermeleri anlamak, ince esprileri kavramak, verilen ipuçlarını havada kapmak gerekiyor.  Sonra, ‘HES ne abi’, diye soran Harun’a yaptığı gibi, ‘Biraz gazete oku la’ diye azarlayabilir sizi de komiserim. Kadına karşı şiddet, çocuk tacizleri, faili meçhuller, ırkçılık, derin devlet hepsi ince ince eleştiriliyor bu dizide. Ama öyle mesaj verir gibi değil, gayet doğal. Çaktırmadan. Anlayana.
Diziden maksimum düzeyde zevk alabilmek için en azından Ercüment Çözer ve Muhsin Başkan karakterlerinin gerçek hayatta kimlere tekabül ettiğini anlaycak kadar siyaseti takip etmek, işlenen ırkçı cinayetle unuttuğumuz Festus Okey’in hatırlatıldığını kavramak gerek. Yakında Ergenekon’a da dokundururlarsa şaşmamak gerek.


Geçtiği yerde travmalar bırakan komiser Behzat, mahallenin bitirim delikanlısı Harun, aynı gömleği ve yeleği aylarca giyebilen Hayalet, gizemli akbaba… ‘Keşke böyle bir abim olsaydı’ dedirten Şevket, her eve lazım Şule, dünyanın en cilveli savcısı Esra ve diğerleri… İnsan bu dizide figüranları bile seviyor yahu!


Behzat Ç’yi seyrederken, onlarla oturup bira içerek geyik yapmak ve hayata sansürsüz küfretmek isteği sarıyor insanı. Bu topraklarda bolca yetişen ‘ergen erkek’ muhabbetine dahil olmak. Böyle adamların karısı, kızı, sevgilisi değil arkadaşı olmak eğlencelidir çünkü. Ötekisi çok yorucu ve hırpalayıcı olabilir şu üç günlük dünyada.


Telefonları ‘Ha’ diye açan, ‘İyi misin’ diyene ‘Saçma sapan konuşma la’ diyen bir adam Behzat Ç. Hem mağdur hem mağrur bir adam.  Sevgisi hoyrat, öfkesi keskin, neşesi eksik… Ama yine de sevilesi bir adam. Nedenleri var çünkü, altı boş değil.


Ondandır birbirine hiç benzemeyen üç kadının Behzat’a aşık olması. Solcu ve aktivist bir öğretmen, bir savcı ve bir pavyon şarkıcısı. Tek ortak noktaları Behzat. Kırılma noktaları belki de.


Kadınlar böyledir, karmaşıktır, akıl almazdır. Gider olmayacak adamları severler, olmayacağını bile bile. Kimi zaman ‘Ben onu değiştiririm’ inadıyla, kimi zaman ‘Onun içindeki çocuğu sevdim’ duygusallığıyla. Bazıları da, yaralı adamları sever özellikle. Sanırlar ki, o yara kapanır çok severlerse, öpüp okşarlarsa. Ama kapanmayan yaralar da var işte hayatta, yarasını her gün yeniden kanatan Behzat gibi adamlar da var.
Neyse uzun sözün kısası kadınlar da Behzat Ç sever. Hem de çok sever!


BİRGÜL KOPUZ - Nisan 2011


ÖNEMLİ NOT; Bu yazı yazıldıktan sonra Behzat Ç'de epey değişiklik oldu. Behzat'ın hayatındaki bazı kadınlar çıktı, yenileri girdi... Ama Behzat değişmedi... Hala sevdiği kadına 'Ben kimseyi aramam ki' diyecek kadar Behzat işte...12 Eylül'le hesaplaşacağız diyenlere küçük bir hatırlatma yapıldı... Cumartesi Anneleri'nin ellerinden öpüldü... "Bandista diye bir grup varmış baba, ne güzelmiş" muhabbetlerine sebep olundu...Bu ülkede anadili kürtçe olan ve sadece kürtçe konuşabilen insanlar olduğu hatırlatıldı... Mezarsız ölülerin, yerin altından çıkan insan kemiklerinin insan olmayan failleri tokatlandı... Travestilere yapılan zulüm unutulmadı... Demlenirken hep Neşet Ertaş dinlendi, Edip Cansever'in "derken karanfil elden ele"si dilden dile dolandırıldı... Ve evet yine bolca içildi, bolca küfredildi...Birileri de tuttu tüm bunlardan fena halde rahatsız oldu... Eh, fena mı oldu!

23 Ocak 2012 Pazartesi

Şizofreni

Kalabalığın ortasında tek başına

Zihni insana oyunlar oynayabiliyor bazen… Şizofreni diyorlar buna… Üstelik hastalar sadece hastalıklarıyla değil, toplumsal önyargılarla da savaşmak zorunda kalıyorlar… İşte tanıkları, tanıklıkları ve bilinmeyenleriyle şizofreni dosyası


“Mezardaki bir ölü gibi, bitkisel hayattaki biri gibi korkunç yalnız hissedebiliyorsunuz kendinizi. Çok özlem çekiyorsunuz, denize, güneşe, iyi bir hayata…” diyor birisi. “Sadece evsizlerin, kedi köpeklerin ortaya çıktığı saatlerde, karanlıkta sürekli yürüyordum. Geceye ait şeylerle arkadaş gibiydim: Yıldızlarla, ay’la… Onların iyi olduğunu, beni koruduğunu düşünüyordum. Çünkü güvenebileceğim hiç kimse yoktu” diyor ötekisi. Bir diğeri ise “Bu dünyada cenneti de cehennemi de yaşadım. Her şey gerçek dışı, fakat şizofreni gerçek” sözleriyle anlatıyor zaman zaman onları içine çeken sonsuz karanlığı, kalabalıklar içindeki yalnızlığı, o uzak bilinmeyen ülkeye yapılan ve hep yorgun dönülen uzun yolculukları… Onlar şizofreni hastaları… Toplum tarafından çoğunlukla “deli” diye damgalanan, uzak durulan, korkulan… Ama eğer içlerinden biriyle, sadece biriyle konuşabilseydiniz, siz de fark ederdiniz onların da tıpkı bizim gibi korkuları, sevinçleri, üzüntüleri olduğunu… Tıpkı bizim gibi umutlar beslediklerini görürdünüz gelecek güzel günlere dair… Ve insanca yaşamak gibi, sevmek-sevilmek gibi, bir iş bulup çalışmak gibi, evlenip çoluk çocuğa karışmak gibi yani çoğumuzun hayalleri gibi hayaller kurduklarını anlardınız… Basit, insanca, anlaşılır hayaller…
 “Biz Siz Onlar” adlı bir belgesel izledik önce. Bu belgesel sayesinde tanıştık Yasemin’le, Erkan’la, Orhan Bey’le ve diğerleriyle… Ve onları siz de tanıyın istedik. Deli deyip geçtiğimiz, saldırgan deyip korktuğumuz, iş vermediğimiz, dışladığımız bu insanların bu toplumda var olma ve insanca yaşama mücadelelerine siz de tanık olun biraz…

Bizim görmediğimiz şeyleri görüyor, duymadığımız sesleri duyuyorlar
Şizofreni (Schizophrenia)’nin kelime anlamı akıl bölünmesi. Hastalığın sebebi tam olarak bilinmese de, uzmanlar beynin işleyişindeki bir takım bozukluklardan kaynaklandığını belirtiyorlar. Hastalıkta genetik faktörler oldukça önemli. Özellikle biyolojik bir yatkınlık varsa, koşullar bu yatkınlığın su üzerine çıkmasına neden olabiliyor. Burada koşullardan kasıt, ailenin tutumu, kişinin yaşadığı güçlükler, hayatta karşılaştığı sarsıntılar, travmalar…   
Şu anda Türkiye’de üç yüz elli bin civarında şizofreni hastası olduğunu öğreniyoruz, konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz, Prof. Dr. Alp Üçok’tan. Hastalıkla ilgili bakın neler anlatıyor bize Üçok: “Bütün kronik hastalıklar gibi, yani yüksek tansiyon, şeker hastalığı, kalp yetmezliği, astım gibi, tedaviyle kontrol altına alınabilen bir hastalıktır şizofreni. Yine bütün kronik hastalıklarda olduğu gibi hastalığın alevlenme ve yatışma dönemleri oluyor. Şizofreninin alevlenme dönemlerinde özellikle düşünce ve algı bozuklukları görülüyor. Hastalar olup biteni doğru algılamakta zorlanıyor, halisünasyonlar olabiliyor.” Yani bizim görmediğimiz şeyleri görüyor, bizim duymadığımız sesleri duyuyorlar. Aslında hiç var olmayan görüntüleri ve sesleri… Bu alevlenme dönemlerinde bazı hastaların hastanede yatmaları gerektiğini öğreniyoruz Prof. Dr. Alp Üçok’tan. Tedavi edilirse bir gün de sürebiliyormuş bu dönem, bir hafta da… Ama alevlenme döneminin ardından gelen yatışma döneminde hastalar yaptıklarının yani bize garip gelen davranışlarının bir hastalık belirtisi olduğunu kabul ediyorlar yani Üçok’un deyimiyle, “Bu konuda bir iç görü kazanıyorlar”.

Genetik yatkınlık
Şizofrenide ailevi yükün etkisi olduğunun altını çiziyor uzmanlar. Yani annede, babada şizofreni varsa çocuğun hastalığa yakalanma riski, toplum ortalamasına göre 10-12 kat artıyor. Kardeşlerden birinde varsa, diğer kardeşte görülme olasılığı olmayanlara göre sekiz kat daha fazla. “Bunlar ciddi rakamlar” diyor Prof. Dr. Üçok ve ekliyor: “Bir de anne karnında yaşanan bazı talihsizliklerin etkisi oluyor. Örneğin ağır bir beslenme bozukluğu, annenin bazı enfeksiyon hastalıklarına yakalanması gibi. Tüm bunlar ileride mesela otuz sene sonra o çocuğu şizofreni hastalığına daha yatkın hale getirebiliyor.” Bir de bu biyolojik yatkınlığın üzerine sevdiklerini kaybetmek, işten atılmak, göç etmek, madde kullanmak gibi ek bir takım faktörler de eklenirse bunlar hastalığı tetikleyebiliyor.

Şizofreniyle yaşamak
Peki şizofreninin tam olarak tedavisi mümkün mü? Tedavi olan hastaların ne kadarı iyileşebiliyor, normal hayatını devam ettirebiliyor. Yine söz Üçok’un: “Kabaca hastaların üçte birinin tam iyilik haline yakın bir hayat sürdüğünü, üçte birinin orta derecede kayıp yaşadığını söyleyebiliriz. Kayıp derken, mesela polis ya da öğretmense eğer hasta, işini yapamıyor ama başka bir işte çalışabiliyor. Hastaların yüzde kırk kadarı ise kendi işini kendi yapamayacak kadar kayıp yaşıyor. Ama çok iyi öğretmenlik yapan, doktorluk yapan, avukatlık yapan hastalarımız da var. İşin tuhafı iyi durumda olup çalışan insanlar ne yazık ki hastalıklarını saklamak zorunda kalıyorlar. Çünkü rahatsız oldukları bilinirse işini kaybetme, çevreden dışlanma gibi riskler olabiliyor.” Yani şizofreni tedavi edilebilen bir hastalık fakat tamamen iyileşme söz konusu değil. Onunla yaşamayı öğreniyorsunuz, tıpkı şeker hastalığıyla, yüksek tansiyonla yaşamayı öğrendiğiniz gibi. Ancak düzenli ilaç tedavisi ve terapiyle hastalığın belirtileri minimuma indirilebiliyor.

Duvarların önünde
Ne yazık ki, şizofreni hastaları düzelseler de toplumdaki ön yargılar yüzünden kimse onlara iş vermeye, onlarla dostluk kurmaya yanaşmıyor. Çünkü yüzyıllardır süregelen bir takım varsayımlar, önyargılar, efsaneler geçerli hala… “Şizofreni hastaları iyileşmez, çalışamaz, tehlikelidir” gibi… Belgesel sayesinde tanıdığımız Erkan da bu önyargıların kurbanı olanlardan. Çalışma isteğinin önündeki en büyük engel hastalığı Erkan için… O güne kadar edindiğiniz tüm bilgi ve beceriye, eğitiminize, birikiminize, deneyiminize rağmen bu hastalığın adı size bütün kapıları kapatıyor tek tek. İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun kapısını aşındırıyor Erkan yıllardır, tam 4 senedir iş arıyor. Ama hastalığını öğrenen kimse ona iş vermeye yanaşmıyor ne yazık ki. “Almışım elime bir balyoz vurdukça vuruyorum, vurdukça vuruyorum ama o duvarları yıkmak o kadar kolay değil” diyerek açıklıyor duygularını… O duvarları biz ördüysek eğer, yine bizim yıkmamız gerekmiyor mu?

Saldırgan değiller, korkuyorlar
Şu saldırganlık meselesine gelince… “Saldırgan değiller” diyor Prof, Dr. Haldun Soygür, “Sadece korkuyorlar, ürküyorlar”. Ve bir hastasının sözlerini aktarıyor toplumdaki olumsuz düşünce ve davranışların, şizofreni hastalarını nasıl bir yalnızlığa ittiğini anlatmak için: “Yalnız başına bırakılmış kırılgan bir benlik, kırılgan olarak kalır… Sadece ilaç tedavisi ve yüzeysel destek, bir başka insan tarafından anlaşılma duygusunun yerini asla tutamaz”…
Ve son söz yine Prof. Dr. Haldun Soygür’den: “Evet, şizofreninin görülme olasılığı yüzde bir ama kimin ne zaman, nerede böyle bir hastalığa yakalanacağı, piyangonun kime çıkacağı hiç belli olmaz.”
Şimdi gelin, şizofreni denilen o uzak ülkede yaşayanları biraz daha yakından tanıyalım… Tanıyalım ki; “İnsanlar bizden korkuyorlar ama bilmiyorlar ki, asıl biz onlardan korkuyoruz” diyen sesleri boşlukta yankılanıp kaybolmasın…



Yasemin Şenyurt

"Ben gittim, orada yaşadım ama şimdi buradayım"


Yasemin Şenyurt  27 yaşında. Ankara Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun olmuş, ardından da ODTÜ’de felsefe mastırı yapmış. Üniversite son sınıfta okurken tanışmış şizofreniyle Yasemin. 14 yaşına kadar İstanbul’da, lise döneminde Alanya’da yaşayan Yasemin, üniversiteyi kazanınca Ankara’ya yerleşmiş. Okulun ilk yıllarında biraz içine kapanmaya başlamış ama ilk ataklar dördüncü sınıfta ortaya çıkmış. Bakın o günlerde neler yaşamış Yasemin…

Maskeli yüzler
İnsanların yüzlerinde maskeler görmeye başlamış önce, hatta annesinin yüzünde bile… Öyle ki annesinin yüzünü çekiştiriyormuş ikide bir. Annesi, kızının onu okşadığını, sevdiğini zannediyormuş ama Yasemin’in istediği annesinin yüzündeki maskeyi çıkarabilmekmiş sadece.  Hemen ailesiyle birlikte doktorda almışlar soluğu. İlaç tedavisi, psikoterapiler derken tedavi başlamış… O dönem okul kaydını da dondurmuş, bir dönem dinlendikten sonra tekrar devam etmiş okuluna. “Büyük bir yalnızlık yaşıyordum. Çünkü olup biteni toparlayıp anlatamıyordum kimseye. Beynimin içinden o kadar çok düşünce geçiyordu ki! An be an değişen düşünceler… Ben gittim, orada yaşadım ve şimdi buradayım” diye anlatıyor Yasemin o günleri…
Peki arkadaşlarından nasıl tepkiler almış acaba o günlerde: “Arkadaşlarım sorular soruyordu, “Neredeydin, ne yaptın?” diye. Bazılarına açıklıyordum, bazılarına bir şey söylemiyordum. Ama şu anda herkese açıklayabilirim mesela. Çünkü şunu öğrendim: Evet şizofreni hastasıyım ama bu benim yaşamama, üretmeme, mutlu olmama engel değil. İlaçları düzenli kullandıkça, tedaviye devam ettikçe, derneklerin de desteğiyle her şey yolunda gidiyor.”

Yazarak özgürleşiyor
Dernekler deyince Yasemin Ankara’daki Şizofreni Dernekleri Federasyonu’na gidip geliyor sürekli. Zaten annesi Nilüfer Hanım da, Yasemin’in hastalığından bu yana dernekte çalışıyor. Yasemin dernekteki pek çok faaliyete katılıyor. Resim yapıyor örneğin, tiyatro oyunları yazıyor ve oynuyor… “Burada bulunmak bana büyük bir mutluluk veriyor” diyor gülümseyerek ve ekliyor, “Arkadaşlarımla bu hastalığı paylaşıyoruz, birlikte çalışıyoruz, bir şeyler üretiyoruz. Bunlar bana çok iyi geliyor.”
Yasemin’in asıl tutkusu yazmak aslında. Hastalığından önce de yazıyormuş şimdi de yazıyor. Hatta belgeselde güzel bir espri yapıyor bununla ilgili: “Sait Faik yazmazsam çıldıracaktım demişti ya hani, işte ben çıldırdım hala yazıyorum”… Böylesine kendisiyle, hastalığıyla ve yaşamla barışık işte!
Yasemin şu günlerde kitap çıkarma telaşında. Daha önce yazdıklarıyla, son dönemde yazdıklarını kendi deyimiyle “şiirsel düz yazılar”ını bir kitapta toplamış ve siz bu satırları okuduğunuz sırada muhtemelen kitapçı raflarında olacak, “Mavi Çimenlerde Nefes Al” adlı kitabı.  

Bitmeyen aşk
Onu ayakta tutan, güçlü kılan, yaşama bağlanmasını ve gülümsemesini sağlayan şeylerin başında yazı geliyor… Bir de ailesi, arkadaşları ve aşkı… Büyük aşkı, Şervan… Ne bu beklenmedik anda çıkıp gelen hastalık ayırabilmiş onları ne de ayrı şehirlerde yaşamak. Yasemin ve Şervan tam 9 yıldır hiç kopmamışlar birbirlerinden. Her şeye rağmen bu zorlu yolda birbirlerine tutunarak ilerliyorlar. “Hayata katılmamda Şervan’ın, çok büyük emeği var” diyor gözleri parlayarak. Bir de hayallerinden bahsederken parlıyor güzel gözleri: “Ben çocukken hiç ağaca tırmanmadım mesela, ağaca tırmanmak istiyorum. Dalmak istiyorum, denizin altını görmek istiyorum. Bir de yazı yazmayı çok seviyorum. Yazı beni özgürleştiriyor.”

Yasemin’in kaleminden
Acımı çıkar
“Daha önce yaşandı, aşındı, aşıldı. O sebepsiz yere başka mevsime taşındı. Sandaletlerime biraz su koydum biraz... Biraz ne? Bu yaz genzimde. Heyecanını yitireceğine poliçeni yitir. Delir, delir aya bula kendini, ateşte pişir... Yeme kendini. Yeme ellerini. Seviş delirmeden son defa. Seviş, değiş... Bu şehre deniz taşırken yorulursan sana damacana getireceğim. Benimle oynama. Dama oynama. Zarı yutmuş gibi yap. Aç gözlerini yum avucunu, diren... Sen tüm aşılarını kendi kendine yapan terzi gibi, söküğümü dik, söküğünü dik gecenin. Dik başına iç ruhumu. Sarhoş etmezse seni, bana da içir. Acımı çıkar, yüreğimi sıvazla..”.


Nilüfer Girgin (Yasemin’in annesi)

“En büyük sorunumuz ‘damga’yla mücadele”

Kızına şizofreni teşhisi konulduğundan beri, onunla birlikte mücadele ediyor bu hastalıkla Nilüfer Girgin. Hep kızının yanında… Koşulsuz sevgisiyle, desteğiyle, varlığıyla… Bütün anneler gibi. Yasemin’in hastalığıyla birlikte kızının yanına Ankara’ya yerleşmiş Nilüfer Hanım her şeyi bırakıp. O gün bugündür de Ankara’daki Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nda idari sekreter olarak çalışıyor.

Artık tedaviler çok başarılı
“Aslında çok da yabancı değildim bu hastalığa. Ağabeyim de şizofreni hastasıydı. Dolayısıyla bu hastalıkla yeni tanışan diğer hasta yakınlarına göre biraz daha soğukkanlı yaklaştım, biraz daha çözüm arayıcı oldum. Ama tabii ki yine de üzücüydü. Şunu düşündüm, teknolojiyle beraber tıpta da bir sürü gelişmeler var. Ağabeyimin tedavi olduğu dönemle şimdiki dönem arasında fark olacağını biliyordum. Hakikaten de öyle oldu. Çok iyi ilaçlar var şimdiki tedavilerde. Yasemin de, böyle doğru bir doktorla, doğru bir ilaçla tedaviye başladı. Ben çok şey yaptım diyemem aslında. Sadece Yasemin’e destek oldum, onu anlamaya onun yanında olmaya çalıştım. Ve bu yolda beraberce mücadele etmeye başladık.”

Cesaret ama nasıl?
Hastalıkla mücadele ederken en büyük sorunlarının “damgalanma” olduğunu söylüyor Girgin. “Zaman zaman kendi yakın çevrenizden bile olumsuz tepkiler görüyorsunuz. Anlatmaya çalıştık hala da çalışıyoruz. ‘Deli’ kelimesi ağzımıza sakız yaptığımız bir kelime. Bence sözlükten bile çıkarılmalı, çok yerli yersiz kullanılıyor çünkü. Biz damgayla mücadele ediyoruz evet, ama bir anda bütün olumsuzlukları silmememiz mümkün değil elbette. Öncelikle insanların bu hastalığı tanımasını sağlamalıyız, topluma anlatmalıyız şizofreniyi.”
İşte tam da bu damgalanma korkusu yüzünden pek çok hasta ve hasta yakını, hastalığı gizleme yoluna giderken, gerek Yasemin gerekse annesi Nilüfer Hanım, korkmadan, cesurca ortaya çıkabildiler. Biz öncelikle bu cesaretlerinden dolayı kutluyoruz tabii onları ve soruyoruz Nilüfer Hanım’a “Hiç korkmadınız mı olumsuz şeyler yaşamaktan” diye. “Birçok hasta yakını en yakın arkadaş çevrelerinin, bu hastalıktan dolayı onları dışladığını söylüyor. Bu da şizofreninin yeterince bilinmemesinden, insanların kafasındaki kötü imajdan kaynaklanıyor. Cesaret gerekmiyor mu, gerekiyor tabii. Ama nasıl bir cesaret? Ben çok cesurum şunu yaptım bunu yaptım demiyorum ama evladını seven biri zaten o cesareti onu dünyaya getirirken göstermiştir. Hele böyle bir hastalıktan sonra daha büyük bir cesaret göstermesi gerekiyor ailelerin. Yılmamaları gerekiyor.”

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ocak 2008

RÖPORTAJ NOTU: Bu röportajı Ocak 2008'de yapmıştım... Doğan Dergi grubundaydım, hayatımda her şey kötü gidiyordu ve o ay 'en iyi röportaj' seçilmişti, 'Kalabalığın Ortasında Tek Başına'... İyi gelmişti, o kadar karanlıktan sonra...Derken bir telefon geldi Yasemin'den, "Kitabım çıktı" diyordu... Daha da iyi gelmişti, "Delirdim hala yazıyorum" diyen sesi hala kulaklarımda... 




17 Ocak 2012 Salı

Rutkay Aziz

“Hiçbir zaman rahat bir yaşam seçmedim kendime”


Kimisine göre Avrupa Yakası’nın çapkın Bülent’i, kimisi için hala Yer Demir Gök Bakır’ın Taşbaş’ı, Piano Piano Bacaksız’ın Kerim’i...  Ya da unutulmaz televizyon dizisi Geçmiş Bahar Mimozaları’ndaki o eski zamanların, incelikli aşkların kahramanı… Belki de sadece; Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinde, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan dizeler okuyan adam: Rutkay Aziz…

“Tüh Allah kahretsin”le başlayan oyunculuk
Rutkay Aziz İstanbullu. Çocukluğu ve ilk gençliği önce Şişli’de sonra Bakırköy’de geçmiş. Tiyatroya düşkün bir ailede yetişmiş. Ne yapar eder her Pazar mutlaka tiyatroya giderlermiş ailece. Ama o zamanlar henüz tiyatrocu olmak gibi bir düşü yokmuş Rutkay Aziz’in. İlgisini çeken tek şey siyasetmiş o yıllarda. Ta ki lisedeki felsefe öğretmeni kanına girene kadar… “Bakırköy Lisesi’ndeki felsefe hocam benim kaderimi değiştirdi diyebilirim. Bana yeni bir sayfa açtı. O sayfa da tiyatro oldu. Tiyatroya büyük bir tutkusu vardı ve beni de bir oyunda oynatmak istedi. Hiç öyle bir isteğim yoktu ama öyle bir korkuttu ki beni! ‘O zaman ben de seni felsefeden, psikolojiden ve sosyolojiden sınıfta bırakırım’ dedi. Ben de ‘Neyse verin de oynayayım hocam’ dedim.” Göç adlı bir oyunda büyükbabayı oynamış Rutkay Aziz. Tek bir repliği olan küçücük bir rolmüş. “Sadece ‘Tüh Allah kahretsin’ dediğim bir roldü. Ben de ‘Tüh Allah kahretsin’ diyerek kabul ettim rolü korkudan.” Ama o kadarla kalmamış. Başrol oyuncusu vazgeçince o rol Rutkay Aziz’e kalmış. Derken oyun liseler arası tiyatro yarışmasında ödül almış ve Rutkay Aziz için tiyatro büyük bir tutkuya dönüşmeye başlamış. “O anlamda felsefe hocamı her zaman sevgiyle anarım” diyor.

Ankara Sanat Tiyatrosu
Muhsin Ertuğrul’la, Beklan ve Ayla Algan’la tanışmak hayatını değiştirmiş, Arthur Miller’in “Satıcının Ölümü” adlı oyunundaki rolüyle aldığı ödül artık Rutkay Aziz’i tamamen tiyatroya bağlamış. “Tiyatro tutkusu giderek hayata daha bir demokrat, daha bir özgürlükçü, daha bir barışçıl bakmamı sağladı.” diyerek vurguluyor tiyatronun yaşamındaki önemini. Bu arada 1971 yılının eylül ayında AST’a (Ankara Sanat Tiyatrosu) geçmiş. AST’ın onun hayatındaki yeri tartışmasız çok büyük. “AST devrimci ve ilerici bir tiyatroydu ve ben orada siyasetimi de yaptım. O günden beri de yapıyorum. AST yalnız bizim için değil seyirci için de okullaşan bir tiyatro olma özelliğini gösterdi.” Geçtiğimiz 6 Aralıkta 44. yılını kutlayan AST üç defa kapatılmış, pek çok sorgulamadan geçmiş, oyuncular atılmış. Ama demokrasi kültürünün oluşması adına çok önemli bir sanat kalesi olduğunu düşünüyor Rutkay Aziz Ankara Sanat Tiyatrosu’nun.  AST’a girdiği günden bu yana orayla bağını hiç kopartmamış. “Kopartamam da” diyor ve ekliyor “Çünkü böyle bir hakkı görmüyorum kendimde. Tiyatro oyunculuğu biraz çıplak bir oyunculuk… Karşı karşıyasınız seyirciyle. Sinemada sizi başkası konuşabiliyor mesela. Dünyada bunun örnekleri çok az ama maalesef Türk sineması bunun üzerine kurulmuş. Burada trajik bir durum var aslında. Senin sesin bir kişiliktir. Başkası konuşunca olmuyor, olamıyor.”

Bizimkiler fenomeni…
Yer Demir Gök Bakır, Sis, Ada, Ölü Bir Deniz, Gizli Yüz, Piano Piano Bacaksız, Cumhuriyet, Kurtuluş… Bunlar oynadığı sinema filmlerinden bazıları. Sinemayla geç tanıştığını daha doğrusu sinemaya geç başladığını itiraf ediyor. “Sinemayla ilk buluşmam neredeyse 90’lı yıllarda, Zülfü Livaneli’nin Yer Demir Gök Bakır filmiyle oldu. Çok sevdim. İlk dizimiz de TRT’de yayınlanan Cahide’ydi. Ama çok çok tanınmam Bizimkiler dizisiyle oldu evet. 14 yıl boyunca devam eden ve çok izlenen bir diziydi Bizimkiler. Hani şimdi reyting mi diyorlar? Neyse o reyting sistemini hala çözmüş değilim.”
Onlarca sinema filmi, oyun, televizyon dizisi… Bunların içinden onun için çok özel olan, apayrı bir yere koyduğu bir tanesi var mı merak ediyoruz. Evet, zor bir soru ama yanıtı hazır. “Bir kere AST’ı ayırmak zorundayım her şeyden önce.  Sonra da Ziya Öztan’la çektiğimiz Cumhuriyet filmini. Mustafa Kemal rolünün benim hayatımda çok ayrı bir yeri var. Ziya o teklifi bana getirdiğinde karşılıklı titredik ‘Ne yapacağız’ diye. Korktuk. Ben ona hiçbir zaman sadece bir rol olarak bakmadım, büyük bir sorumluluktu çünkü. Gerçekten çok heyecanlandım, çok ürktüm. ‘Tamam, saçı boyayacağız, bıyığı form vereceğiz, lens takacağız ama bütün bunları yapalım bir görelim. Eğer içimize siniyorsa yola çıkalım, sinmiyorsa bitirelim. Sen hemen başka bir şey düşün dedim. Fotoğraflar çok önemliydi. Sigara içişi, kahve fincanını tutuşu, bakışı, duruşu… Emrederken bile teşekkür eden bir karakter.”

Aşka ve kadınlara dair…
Tiyatro, sinema, televizyon… Hepsi iyi hoş da, oyunculuğu geçip  biraz şöyle hayata dair konuşsak…Mesela aşk, kadınlar… Pek konuşmak istediği konular değil bunlar ama birazcık şansımızı zorlasak ne çıkar! “Öyle sık sık aşık olanlara hayranım. Bende hiç öyle bir yetenek olmadı. Aşık oldum tabii ama çok ender oldu demek istiyorum. Şöyle bir baktığımda yaşamıma, sayısı çok azdır.”Duvarları olan ve o duvarlardan başkalarının sızmasına izin vermeyen erkeklerden sanki. Bütün kibarlığına ve zarafetine rağmen hep biraz mesafeli durmanız gereken, hep biraz uzaktan sevmek ve sevilmek isteyen erkeklerden… Bu yoruma pek itiraz etmiyor aslında. “Evet, olabilir. Belki zaman zaman düşüncelerimiz bize o duvarları ördürüyordur. Hiçbir zaman çok rahat bir yaşam seçmedim kendime, hep sorumluluk duygusu vardı. Örneğin ben tiyatroya oyuncu olarak başladım ama daha 24-25 yaşlarında bir tiyatronun sorumluluğu bendeydi. 12 Mart darbesi olmuş, insanlar asılıyor ve AST ayakta durmak zorunda. Kendi oyunculuğumu düşünme hakkına sahip değildim. AST’ın sanat politikasını düşünerek oyun seçmek zorundaydım ama tüm bunları bir şikayet olarak söylemiyorum yanlış anlaşılmasın.”

Erkekler ağlamaz mı?
Aşktan, kadınlardan bahsederken bile konuyu yine ustalıkla tiyatroya getiriyor gördüğünüz gibi. Ama pes etmiyoruz kolay kolay. Biraz daha özel bir soruyla, bir adım daha ileri gidiyoruz hatta; “Hiç gözyaşı döktünüz mü aşk için?” diye sorarak…“Ha, yok ağlamam öyle” diyor önce. Sonra bir an durup düşünüyor ve değiştiriyor fikrini. Sanki bir şey anımsamış gibi. “Ama niye ağlamayayım ağladığım da oldu. Kendime kızdığımdan ağlamışımdır belki de. Erkekler ağlamaz derler ama ne ilgisi var. Bal gibi ağlar. İnsana dair hiçbir duygu, hiçbir durum yabancı değil bu hayatta.”
Bir de şu hayranlık müessesi var malum…  Onun payına neler düşmüş bakın; “Hayranlık diyorsunuz ya, bence kadınlar bunu hak edip etmediğinizi hemen anlıyorlar. Ola ki onun dünyasını yıkmışsanız, kepenklerini hemen kapatıyorlar. Eğer kadınları kazanamazsanız, hayatta hiçbir şey kazanamazsınız. Yaşamımda en büyük iltifatı nerede aldım biliyor musunuz? İzmir Kordon’da oturuyorduk arkadaşlarla. Hoş bir çift geldi yanıma. ‘Biz size hayran değiliz, sizi beğenmiyoruz, bırakalım bu lafları. Biz sizi ayrı bir yere koyuyoruz, iyi ki varsınız’ deyip gittiler. Hayatımda böyle bir iltifat almadım. Hayranlık bunu yanında o kadar boş kalıyor ki! Ama eğer sizi beğenen insanlar varsa daha bir ürkek, daha bir sorumlu olarak yaşamaya başlıyorsunuz, daha hatasız olmak istiyorsunuz.”

BİRGÜL KOPUZ / Seninle Dergisi - Ocak 2007


RÖPORTAJ NOTU: Bu röportaj, Çiçek Bar'da yapılmıştı... Çiçek Bar henüz Çiçek Arif'inken... Rutkay Aziz, ille de orada yapalım röportajı diye tutturmuşken... Öğleden sonra saat 3'te, 3 kahveyle güne başlamışken... 

16 Ocak 2012 Pazartesi

Küçükkuyu'dan Adatepe'ye

Islık çalan zeytin ağaçları...

Kuzey Ege'ye doğru yolculuk vakti şimdi... Küçükkuyu'dan Adatepe'ye... Zeytin ağaçlarının arasından bir görünüp bir kaybolan denizi, "Önde zeytin ağaçları arkasında yar" diyen şairi ve İda dağında oturan eski tanrıları selamlayarak yollara düşme vakti...

Mitolojide güzellik tanrıçası olarak bilinen Afrodit’in Hermes’le aşk yaşadığı, yine mitolojik kahraman Paris’in güzeller güzeli Helena’ya aşkını sunduğu İda (Kaz) Dağı’nın eteklerindeki küçük, şirin bir kıyı kasabasındayız, Küçükkuyu’da…“Balık denizde doğar, Küçükkuyu’da ölmek ister” miş… Böyle diyorlar buralarda.
Küçükkuyu Çanakkale’ye bağlı; denizi, balığı, temiz havası, şifalı suları, taş binaları ve bir de zeytinyağıyla ünlü şirin mi şirin bir yer… Zeytinyağı demişken; dünyanın en nefis, düşük asitli ve kendine has güzel kokulu zeytinyağının bu bölgede yetişen zeytin ağaçlarından çıktığını da hatırlatalım hemen. 
Deniz kenarındaki küçük, sevimli pansiyona çantaları bırakıp etrafı dolaşmaya çıkalım diyoruz. Pansiyonun sahibi İstanbul'dan kaçıp buralara gelmiş ama bir sorunu var; çok canı sıkılıyor... "Kim bilir ne güzeldir buralarda yaşamak" diyoruz, "Ama çok sıkıcı" diyor... "Kışın da bir başkadır, değil mi" diyoruz, cevap gülüşümüzü donduruyor: "Herkes gidiyor, çok sıkıcı, in cin top oynuyor" Canı sıkılan adamı kaderiyle baş başa bırakarak sokaklara vuruyoruz kendimizi...

Adatepe Zeytinyağı Müzesi
İlk durağımız “Adatepe Zeytinyağı Müzesi”. Türkiye’deki zengin zeytincilik kültürünü yaşatıp gelecek nesillere aktarmak amacıyla kurulan özel bir müze burası. Doğa tutkunu üç arkadaş önce Adatepe köyüne yerleşmeye sonra da eski bir fabrikayı restore ederek müze haline getirmeye karar vermişler. Müzede, eski zeytinyağı presleri, zeytin toplama gereçleri, çeşitli taşıma ve saklama kaplarının yanı sıra, zeytin tanesinin ağaçtan soframıza geliş serüveni tarihsel süreç içerisinde sergileniyor. Ayrıca geleneksel usulde zeytinyağlı sabun yapım tekniği de anlatılıyor. Kısacası yaşayan bir müze burası… Müzenin bahçesinde küçük bir dükkan çekiyor hemen dikkatimizi. Bu sevimli dükkanda yörede üretilen zeytinyağları özel şişe, kutu ve ambalajlarda satılıyor. Ayrıca dükkandan el yapımı zeytinyağlı sabunlardan ve size Adatepe’yi anımsatacak çeşitli hediyelik eşyalardan da satın alabiliyorsunuz. Müzenin girişinde ve dükkanda satılan hediyelik eşyaların çoğununun üzerinde güzel bir eski zaman kadınının resmi var. Adatepe’nin sembolü olmuş neredeyse bu güzel kadın. Adı Refika....  

Refika’nın hikayesi
Adatepe Köyü’nde 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başında Refika takma adıyla bir Rum güzeli yaşarmış. Köyün Rum ve Türk cemaati arasında çok sevilen Refika, hem güzel hem de çok neşeli bir kızmış. Düğünlerde şarkılar söyler, çok da güzel dans edermiş. Refika’nın güzelliği ve iyilikseverliği Adatepe Köyü’nün yanı sıra çevre köylerde de dillere destanmış. Özellikle zeytin zamanı Refika’nın çalıştığı tarlalarda köylüler hem zeytin toplar hem de Refika’nın şarkılarını dinlermiş. 1.Dünya Savaşı’na kadar iki cemaat Adatepe Köyü’nde barış içinde birlikte yaşamış ama savaş tüm Anadolu’da olduğu gibi Adatepe Köyü’ne de felaketler getirmiş. Savaşla birlikte köyün Rum ve Türk cemaatleri arasında önceleri soğukluk daha sonra da karılıklı çatışmalar baş göstermiş. Tüm bu kargaşaya rağmen Refika yine de Türkler arasında sevilmeye devam etmiş ancak, ne var ki savaş sonunda Türk ve Yunan hükümetleri arasındaki anlaşma sonucunda Refika da diğer Rumlarla birlikte köyü terk edip, Yunanistan’a yerleşmek zorunda kalmış. Refika’nın köyden ayrılışı Türkler arasında büyük bir üzüntüye yol açmış. O gittikten sonra bile onun adına türküler yakılmış ve her fırsatta, özellikle düğünlerde onun türküsü okunup, onun adına danslar edilmiş. Bu gelenek Adatepe Köyü’nde hala devam etmekte.

Adatepe Köyü
Artık kıyıdan ayrılıp yavaş yavaş yukarıya, Adatepe Köyü’ne doğru yola çıkalım diyoruz. Şakacı Nisan da peşimizde... Çekingen bir yağmur, ardından güneş, sonra yine yağmur...Öylece hep birlikte dolanıp duruyoruz sokaklarda işte!  Adatepe, Küçükkuyu’dan arabayla beş dakikalık mesafede. Çınar ağacının altındaki köy kahvesinde biraz soluklanıyoruz önce... Sokakta pek insan yok... Hayalet şehir sanki. Kediler, köpekler, tavuklar... Böylesi daha güzel mi ne!  Yukarıya doğru yürürken sol tarafımızda kalıyor Hurmalı Kahve... Tahta tabelada silinmeye yüz tutmuş 'sıcak şarap bulunur' yazısı... Kapının önünde unutulmuş ya da terk edilmiş bir tahta sandalye... Ve tuhaf bir sessizlik... İnsanda ıslık çalma isteği uyandıran bir sessizlik...
Köy, SİT alanı ilan edildiği için, evler de koruma altında. Bu yüzden de evler eski haline sadık kalınarak restore edilebiliyor. Köyde yöre halkından çok, özellikle İstanbul ve diğer büyük şehirlerden yerleşen insanlar yaşıyor.
Aylaklık yapa yapa akşamı ettik işte! Artık güneş batmak üzere… Edremit Körfezi’ni seyrederken tepeden, anlıyoruz neden eski tanrıların buraları mekan seçtiğini… Bu gece biz de buradayız, orası anlaşıldı çoktan. Ama önce şu güneşi bir batıralım... Sıcak şarap da vardı değil mi nasıl olsa! Muhabbet edecek güzel insanlar... Bir de uzaktan gelen tanıdık bir ıslık sesi...
Sahildeki pansiyonda kaldı eşyalar... Varsın kalsın, arada bir iyidir böyle küçük haytalıklar... Eşyaların başka yerde, sen başka yerde kalırsın... Eşyalara bağlanmamayı öğrenirsin belki biraz... Hayatı basitleştirmeyi... Ama kafandan o soruyu atamazsın bir türlü; pansiyondaki adamın canı sıkılıyor mudur hala? 
Buralara bir daha gelmek lazım... Sonra bir daha... Küçükkuyu'dan Adatepe'ye doğru tekrar yürümek yürümek... Islık çalarak, ıslık çalan zeytin ağaçlarını dinleyerek...

BİRGÜL KOPUZ - Mayıs 2007

13 Ocak 2012 Cuma

Deniz Çakır

“Hayatın içinde Deniz, anladı ki sözler çok gereksiz!”


Sevilen dizi “Yaprak Dökümü”nde Ferhunde olarak izliyoruz onu… Şeytani bir zekaya sahip, güzel bir kadın. O şeytani zekasını kimi zaman başkalarının kuyusunu kazmak için kullansa da, bazen kendisine de zarar verebiliyor. Ama her şeye rağmen sevilen, beğenilen “kötü”lerden o... Belki “Hiçbir kötülük sebepsiz değildir” sözünü hatırlattığından, belki de yeri geldiğinde pişmanlık da yaşayabilen, erdemli de davranabilen bir “kötü” olduğundan… Ferhunde’ye hayat veren Deniz Çakır’la Ferhunde’yi, şu “iyilik-kötülük” kavramlarını, oyunculuk serüvenini, yaşamı ve aşkı konuştuk…

Zeynep’lerin uğuru
31 Aralık 1981’de Ankara’da doğmuş Deniz Çakır. Çocukluk yılları ve öğrencilik hayatı Ankara’da geçmiş. Ayrancı Süper Lisesi’nde okurken bir gün bir tiyatro oyununa gitmiş ve hayatının akışı bambaşka bir yönde değişmiş o günden sonra. Gelin şimdi o günlere götürsün bizi Deniz Çakır: “Tiyatroyu çok severdim, tek başıma oyunlara giderdim. Bir gün yine bir oyunda Zeynep Eronat’ı izledim sahnede. Öyle etkilendim ki, oyundan sonra yerimden kalkamadım. Kendimi sahnede onun yerine koyarak izlemiştim oyunu ve inanılmaz heyecanlanmıştım. İşte o an ‘ben sahnenin öbür tarafındaki insan olmalıyım’ dedim kendi kendime.”
Önceleri imkansız gibi gelmiş ona tiyatrocu olmak. Çünkü onun gözünde tiyatro sanatçıları o kadar yüksek bir mertebedeymiş ki! Ama kafasına koymuş bir kere ve başlamış sınavlara hazırlanmaya. Kurslar, dersler derken o dönem bir başka Zeynep girmiş hayatına. “Çok enteresandır, benim tiyatro konusunda bir Zeynep serüvenim var… Bana tiyatrocu olacağım dedirten Zeynep Eronat’tır, beni konservatuvar sınavlarına hazırlayan hocam Zeynep Aytek’tir. Ve ben konservatuvardan mezun olurken, hazırlayıp sınava soktuğum öğrencim de Zeynep Yalçın’dır.”

Ver elini İstanbul
Kendine çok güvensiz olarak girdiği konservatuvar sınavını kazanmış Deniz Çakır. “Kendi içimde öyle büyük bir savaş veriyordum ki! Yaprak gibiydim ama onlar bana ağaç gibiydin dediler. İlk rüyam gerçek oldu böylece.” Konservatuvarda okurken İstanbul’a gelmek, hele de dizilerde oynamak gibi bir düşüncesi hiç yokmuş başarılı oyuncunun. Tek derdi tiyatroymuş, Ankara’da tiyatro yapmak… Ama sonra seçeneklerin azlığı karşısında fikri değişmeye başlamış yavaş yavaş… “Oyunculuk çok sınırsız bir serüven, bunun sineması var, televizyonu var, pek çok alanı var. Eğer mezun olur olmaz İstanbul’a gitmeyi göze alamazsam bir daha alamazdım biliyordum, kapıların üzerime kapanmasını. Çünkü tanıdığım hiç kimse yoktu İstanbul’ da.” Her ne kadar çevresindekiler, “Orası büyük deniz, boğulursun, kurtlar sofrası”, gibi şeyler söyleseler de Deniz Çakır, “Büyük riskler almadan büyük başarılar kazanılmaz” diye düşünerek ve “Gittiğin yolda çok fazla engel yoksa o yol seni bir yere götürmez” sözüne inanarak İstanbul’da yeni bir yaşama başlamaya karar vermiş.

Reddedilmesi imkansız teklif
Ve bakın İstanbul’u nasıl yaşamış, İstanbul’da neler yaşamış… “Adımımı attığım ilk günden itibaren çok iştahlandırdı bu şehir beni… Sanatın her dalında çok fazla iştah kabartan bir şehir burası, bir Açıkhava müzesi… İnanılmaz bir cazibesi, kişiliği, tarzı olan bir şehir... Bu şehirde duvarların tarihi var. Bambaşka bir dili var İstanbul’un ve o dil seninle örtüşünce hikayeni daha rahat anlatabilmek için sana bir yol sunuyor. Çünkü ben çok değişkenim ve deli bir tarafım var.”
İstanbul’un diliyle, Deniz’in dili örtüşünce, bu çılgın şehir, bu deli kızı çok sevince yani masal da başlamış işte… Konservatuvardan hocası olan Cihan Ünal vasıtasıyla “Kadın İsterse” dizisine CV’sini göndermiş ve bingo! “Bana reddedilmesi imkansız bir şey teklif ettiler. Kadro süper, bir sitcom yani sesli çekim olacak ve tiyatro mantığıyla çekilecek. Öte yandan İstanbul’daki ilk işim ve ben ana kadrodayım. Şahane yani! Hayatımdaki en büyük şanslardan biridir bu başlangıç.”
İlk günler karmakarışıkmış, sudan çıkmış balık gibiymiş Deniz Çakır. Hülya Avşar’la aynı dizide oynamayı, medyayla iç içe olmayı falan biraz yadırgamış başlangıçta, ne de olsa serde Ankaralılık var. Bu şehir yabancı ona, şehir ve içindeki her şey… “O yıllar yani 2004-2005 sezonu benim için hayatımda her şeyin yeni olduğu çok özel bir dönemdir. Çok muhteşem geçmedi ama özeldi. Çünkü şehir yeniydi, iş yeniydi, ben yeniydim… İlk kez ayaklarım yere bastı, ilk kez para kazandım. Ve “Kadın İsterse” bana çok uğurlu geldi.”

Duyarsız bir kadın olsaydı, kötü olmazdı
“Kadın İsterse” den sonra “İki Arada Aşk” ve “İşte Benim” adlı dizilerde de oynadı Deniz Çakır ama ona asıl şöhreti getiren “Yaprak Dökümü” dizisindeki Ferhunde rolü oldu kuşkusuz.  “Kötüyü oynuyorum diye oynamıyorum. Yazılanı kafamda analiz ederek; artılarını, eksilerini, nedenlerini, olurlarını bularak oynamaya çalışıyorum. Bütün o eski dizilerdeki, filmlerdeki eski kötülere baktığınızda hep kötülük yapmışlar, hiç pişmanlık yaşamamışlar. Kötülerin gerçekçi olabilmesi için pişmanlık da yaşaması gerekir çünkü en insani duygudur pişmanlık. Kimisi çaktırır bunu kimisi çaktırmaz, ama yaşar. Bizim dizimizde kötüler pişmanlık yaşıyor, iyiler de kötülük yapabiliyor. En iyi görünen karakterin bile yanlışları, hataları oluyor, en kötü görünen karakter bile erdemli davranabiliyor.”
 “Ferhunde karmaşık bir kadın, bugün iyi o zaman iyi olacak gibi bir kadın değil, enteresan bir kadın o. İnsanların onu bu kadar kolay eleştirmeleri üzüyor bazen beni.  Çünkü bir geçmişi var, bir hikayesi var. Nedensiz değil yaptığı kötülükler. Çok kadınsı şeyler, kadınsı kıskançlıklar, çocukluğunda annesiyle babasının arasındaki şeyler… Duyarsız bir kadın olsaydı bu kadar kötü olmazdı çünkü boş verirdi hayata ama öyle değil.”

Oyunculukta an’ları severim…
Deniz ile Ferhunde’nin ortak yönlerini ise şöyle anlatıyor başarılı oyuncu: “İkisi de matrak. Kendinden ne kattın role dersen, o kötülüğün baskınlığını biraz azaltmak için matraklık katıyorum Ferhunde’ye. Çünkü kötülük zeka işidir, komiklik de zeka işidir. Ben mizahı ve o şeytani zekayı Ferhunde’de buluyorum. Matrak bir kadın… Zeki olduğu için komik, zeki olduğu için kötü. Bence Ferhunde’nin en belirgin özelliği kötülüğü değil, zekası. O yüzden kötülüğü bu kadar dikkat çekiyor.”
Eğer “Yaprak Dökümü”nde Ferhunde’yi oynamasaymış Fikret’i ya da Sedef’i oynamak istermiş güzel sanatçı. Nedenine gelince… “Ben genel olarak hep baskın karakterleri oynadım, fiziğimle alakalı belki. Kötü demiyorum ama baskın, güçlü, eylemini konuşarak ifade eden, dilini iyi kullanabilen kadınları… Ama hayat içinde Deniz anladı ki, sözler çok gereksiz… O yüzden Deniz fotoğraf çekiyor, dans ediyor normal hayatında. Sözsüz ne kadar ifade yöntemi varsa onları kullanmaya çalışıyor çünkü sözler o kadar da gerekli değilmiş aslında, anladı Deniz. O yüzden Ferhunde’nin mimikleriyle ilgili iyi eleştiri aldığımda çok mutlu oluyorum. Sessiz izlediğimde bir diziyi, o kişinin oyunculuğundan bir şey algılayabiliyorsam eğer, o kişi benim için iyi oyuncudur. Ben oyunculukta ‘an’ları severim. “Yaprak Dökümü” anlarla dolu, sessiz de izleyebileceğiniz bir dizi. Bu da beni çok doyuruyor.”

“Tanıdığım en arızalı insanım”
Oyunculuk dışında fotoğraf çekiyor, dans ediyor. Ama bunlar bugün için geçerli, üç gün sonra ne olur bilinmez. Çünkü “Çok çabuk bir şeyler beni tahrik edebiliyor hayata karşı” diyor. Çok fazla yarına dair cümleler kurmayı sevmiyor, yarın ne yapacağını düşünürken bugünü kaçırmak istemiyor. Tiyatroya devam ama sinema hayali de var. En çok da bir Ferzan Özpetek filminde oynamayı istiyor. Dans dedik ama adını da koyalım, tutkusu flamenkoymuş ve “tam benim dansımmış” dediği flamenkoyla tiyatroyu birleştirecek bir proje hayali var. Hayatından sıkılan ve bundan şikayet eden insanlardan olmamaya kararlı. Hayatından sıkıldığı zaman yapabileceği pek çok şey olduğunun farkında çünkü…
Sonradan geldiği ve büyükü bir tutkuyla bağlandığı bu şehrin, İstanbul’un hayal gücüne sunduğu sınırsız olanakların da farkında… “Eskiden daha çok duvarları, tabuları olan bir insandım. Çok ‘hayır’larım vardı, ‘asla’larım vardı. Şimdi hiç aslam yok” diye anlatıyor eski Deniz’le şimdiki Deniz arasındaki farkı. Değişime, dönüşüme geliyor söz… “Ben tanıdığım en arızalı insanım” diye bir itirafla başlıyor söze ve devam ediyor, “çok fazla kusurlarım var ama elimden geldiği kadar kendimi değiştirmeye çalışıyorum. Bir şeyi değiştirirken başka bir şeyi de yıkıyor olabilirim ama en azından bu çaba bile bana yaşadığımı hissettiriyor.”

Aşkın ayrılık haline de severim…
Aşkın getirdiği değişimi de seven bir kadın o. İlişkiyi değil aşkı seven bir kadın… Aşk lafı geçtiğinde kelimeleri çoğalıyor… “Aşk beni tepeden tırnağa değiştirir. Aşk dünyanın en güzel şeyi, saklamaya da çalışmam. İlle bir ilişki yaşamaktan bahsetmiyorum. Bir ilişki yaşamasam da birine karşı bir heyecan duyuyorsam ne mutlu bana. Aşk beni olumlu yönde harekete geçiriyor, her konuda ‘nasıl üretebilirim’ e götürüyor.”
Peki ya aşkın ayrılık hali? “Ben aşkın ayrılık halini de seviyorum, o da çok güzel. Aşk varken bittiyse ilişki, o gözyaşları da çok güzel, sana yaşadığını hatırlatıyor. Aşk acısı yaşamayı da severim. Ama öyle melankolik olmam aşk acısı çekerken. Okuduğum kitapların türü değişir belki, şiir okurum mesela. Ama o da bana başka bir şey katar”. 

BİRGÜL KOPUZ / Seninle Dergisi - Mart 2008

Tardu Flordun

“Beni seveceklerse böyle sevsinler!”

Kimisi çok seviyor onu, kimisi “gıcık” oluyor… Sırf ‘Binbir Gece’deki rolü ve basında hakkında çıkan haberlerden dolayı çok agresif ve kavgacı bir insan olduğunu düşünenler var. Bir dönem yaşadığı bazı tatsızlıkların abartılarak, farklı şekillerde yansıtılmasından dolayı bu “kötü çocuk” imajı yapışıp kalmış üzerine. Bu yüzden de tek istediği doğru anlaşılmak, olduğundan farklı yansıtılmamak…
Öncelikle adından ve soyadından dolayı onu hala yabancı sananlar varsa küçük bir açıklama yaparak başlayalım: Tardu, eski Türkçede “karanlıktan gelen ışık” anlamına geliyor.  Flordun’a gelince… Dedesi Balkanlar’dan gelmiş ve Flordun orada bir kasabanın adıymış.

Babasının izinde
25 Mayıs 1972’de Ankara’da doğmuş Tardu Flordun. Bir dönemin efsanevi tiyatro ve sinema oyuncusu olan babası Macit Flordun’un kucağında üç yaşından itibaren turnelere çıkmaya başlamış, Türkiye’nin pek çok yerini dolaşmış babasıyla. “Bir şekilde sahne tozu bulaştı yani bana” diyor. Ama 16 yaşına gelene kadar tiyatrocu olmak gibi bir niyeti yokmuş aslında. “İdealimde diş doktoru olmak vardı aslında. Ama zaman geçti ve ben 16-17 yaşlarına gelince birden ‘Oyuncu olabilir miyim acaba’ dedim kendi kendime. Şimdiye kadar izlediğim insanların yerinde olmak nasıl bir duygu merak ettim. Hatta rahmetli babamla bunu konuştuğumda bana: ‘Okulunu okursan iyi bir oyuncu olursun tabii. Ama bunun çok büyük zorlukları var, bunlara da katlanmak zorunda kalırsın, ona göre kararını ver’ demişti.”
Kararını vermiş, sınavlara girmiş ve Ankara Hacettepe Üniversitesi tiyatro bölümünü kazanmış. Oyunculuğa başladığı günden bu yana da oyunculukta bir stili olsun istemiş ve kendi tarzını yaratmaya yönelmiş Flordun. Herkesin başvurduğu klişelere başvurmamak için… Hala da bu anlamda kendini geliştirmeye devam ettiğini söylüyor.

Kerem’in kerameti
Tiyatroya devam ederken1998 yılında, Yetkin Dikinciler ve Devrim Nas’la başrollerini paylaştığı ve ilk sinema filmi olan “Leoparın Kuyruğu”nda rol alıyor.  Ardından da televizyon macerası başlıyor Flordun’un. Berna Laçin’le birlikte oynadıkları “Evdeki Yabancı” adlı komedi dizisi televizyon için yaptığı ilk iş. Yıl 2000 ve bu diziyle insanların sempatisini ve beğenisini toplamayı başarıyor Flordun. “Bir Tatlı Huzur”, “İki Oda Bir Sinan”, “Camdan Pabuçlar”, “Davetsiz Misafir”… Televizyon için yaptığı işlerin listesi böyle uzayıp gidiyor… Ta ki 2006 yılında “Binbir Gece”nin kadrosuna dahil olana kadar. İzlenme rekorları kıran “Binbir Gece” adlı dizide canlandırdığı Kerem karakteriyle, Tardu Flordun deyim yerindeyse yeniden “patlıyor”…
Kimisi çok seviyor Kerem’i kimisi nefret ediyor. Kimisi çok anlaşılır bulurken Kerem’in tuhaf, tutkulu, tehlikeli aşkını; kimisi de öfke duyuyor ona sevenleri ayırmaya çalıştığı için. Bakalım o neler söyleyecek bu konuda...

Aşk deyince…
“Ben Kerem'i sevdim hatta ikinci sezon kötü adam olduktan sonra da seviyorum. Bu, senaryonun gelişimi adına gerekli bir durumdu. Bu anlamda senaristler beni ikna ettiler. Ama bizim halkımızda bir duygusallık ve empati kurma durumu var. O yüzden geçen sezon beni bir sürü insan severken, pohpohlarken bu sezonun başından beri maalesef her an dayak yiyebilirim korkusuyla yaşıyorum” diyor gülerek.
Peki, Kerem’in yaşadığı ve onu kötü bir insan haline getiren bu saplantılı, hastalıklı aşkı anlayabiliyor mu acaba? Yanıtı “Evet” oluyor yine ve “siz de anlayacaksınız” diye ekliyor… Kötü adam sıfatından biraz olsun kurtulacakmış Kerem. Neyse artık Kerem’i de “Binbir Gece”yi de bir kenara bırakalım ve biraz daha laflayalım şu aşk denen tuhaf duygu hakkında. Söz Flordun’un: “Aşkın tepkileri herkeste değişebiliyor. Kimi diyor ki ‘Ben yemeden içmeden kesiliyorum, gözüm başka bir şey görmüyor, hayatı unutuyorum, sadece onu düşünüyorum’. Ben böyle bir durum yaşamadım açıkçası hayatımda. Tabii ki benim de uzun süreli birlikteliklerim oldu, çok keyifli vakit geçirdiğim anlar oldu. Ama hayatla bağlarımı koparmadım, gözüm kararmadı hiçbir zaman. O, biraz daha rahatsız, biraz daha hastalıklı bir durum galiba. Ya da ne bileyim kendimi içkiye vurup daima onu düşünmedim mesela. Yaptığım işten dolayı da öyle bir şansım olmadı zaten, eğer öyle davransaydım işimi kaybedebilirdim. Ayırt etmeyi becerememiş olsaydım, yani tamamen duygularıma yenik düşseydim, mesleğime zarar vermiş olurdum. O yüzden ben aşkla beraber biraz da mantığın paralel gitmesini tercih ediyorum.”

Herkese gülücük dağıtamam
Şimdi tam da böyle güzel güzel aşktan filan bahsederken yeri değil belki ama bir de şu agresiflik meselesini soralım diyoruz ünlü oyuncuya. Tardu Flordun nedense hep sinirli, kavgacı bir insan olarak biliniyor. Bunda basında çıkan haberlerin payı büyük kuşkusuz… “Artık senelerdir söyleniyor bu ve beni çok da enterese etmiyor. Kendimi kapattığım için herhalde, dışarıdan soğuk görünüyorum. İnsanlar beni tanıyınca öyle olmadığımı anlıyorlar ama. Zaten magazin basının yazdığına baksaydık eğer, benim şu ana kadar birçok televizyon kanalının kara listesinde olmam, hiçbir iş yapamamam hatta hapiste olmam gerekirdi. Ama gerçek bu değil, insanlara aktarılandan daha farklı. Biraz da onlara (magazin basınına) karşı nasıl bir tavır aldığınızla ilgili bir şey bu…
Eğer siz doğru işler yapıp hayatı kendinizce doğru algılayabiliyorsanız zaten insanları ikna etmek gibi bir çaba içinde olmanıza gerek yok. Siz yolda yürürken hiç tanımadığınız insanlara gülücük dağıtabilir misiniz? Ben de yapamam bunu… Çünkü ben televizyonda başka bir rolü oynuyorum, hayatta kimliğim farklı. Herkesle samimi olmak durumunda değilim. Belki ben de bazıları gibi maskeyle dolaşan biri olsaydım o zaman daha fazla sempati toplayabilirdim. Ama böyle bir sahte sempati kazanmayı tercih etmiyorum. Ben nasılsam öyleyim. Yani kötü bir adam değilim ki… Belki soğuk görünebilirim evet ama insanlar beni seveceklerse bu şekilde sevsinler. Beni sevsinler diye numaralar yapamam.”

Hapishane deneyimi
Tardu Flordun’un bir de kısa süreli hapishane deneyimi olmuştu. Belki anımsarsınız, çakıyla adam yaralama suçundan 27 gün hapis yatmıştı sanatçı. Ama o hapishanede geçirilen bu “hem çok kısa hem çok uzun” 27 günü, bir oyuncu için önemli bir deneyim olarak nitelendiriyor. Ve bakın neler söylüyor bu konuda: “Çok fazla şey kattı aslında bana o dönem. Orada hayatın gerçek yüzünü görüyorsunuz. Belki gerçek hayatta yanınızdan geçerken bile göremeyeceğiniz insanlarla beraber bir hayat yaşamak durumunda kalıyorsunuz. Cezaevinde olan herkes kötüdür diye bir şey yok ki. Yapılmış bir hatadır bu ve tabii ki bir suçtur ama hiçbir zaman basına gerçek nedenleriyle doğru olarak yansımadı bu olay. Hala o olaydaki insanın kız arkadaşım olduğunu söylüyorlar ki böyle bir şey yok. Mahkeme raporunu magazincilere mi sunayım? Ki o da işlerine gelmez zaten.”
Şöhrete değer vermiyor, yalnızlığı, kendi başına vakit geçirmeyi ve motor kullanmayı seviyor Tardu Flordun… Bir de sahilde uzun yürüyüşler yapmayı… Ama en çok deniz tutkusundan bahsederken parlıyor gözleri… Altı yaşından beri tekne kullanıyor ve bir gün her şeyi bırakıp Ege’de küçük bir kıyı kasabasında balıkçılık yapabilecek kadar çok seviyor denizi…

BİRGÜL KOPUZ / Seninle Dergisi - Ocak 2008

11 Ocak 2012 Çarşamba

Kadın...Töre...Namus...Cinayet...


‘Sevda’lar toprağa düşmesin artık!

“Urfalı Sevda Gök’e tanıklık borcum vardı. Varsın cinayet davasında müdahil olma talebim reddedilmiş olsun. Sevda Gök, pek çok kişinin bulunduğu bir sokakta yere diz çöktürülmüş ve küçük kardeşi tarafından boğazı kesilmişti! Tanıklık borcum vardı Kilisli Şenel Habeş’e. Eski kocasının ölüm tehditleri üzerine yanıma gelip yardım istediğinde hukuksal işlemlerini yapmıştım. Ama bir gece sokakta boğazının kesilmesini engelleyememiştim. Viranşehirli Gönül Aslan’a da tanıklık borcum vardı. Zalim Fırat bile gırtlağını sıkan cellatlarla işbirliği yapmamış ve kıyamamışken ona, mahkemede yargıçlar tarafından suçlanmıştı. Adliye arşivlerinde dosya incelerken boğazıma düğümlenen birer hıçkırık olarak kalan nice kadının kısacık yaşamına tanıklık borcum vardı.(…) Soluksuz bırakılan, yaşam kapısı sürgülü kadınların yargı dosyaları içimizi acıtacak elbette. Şiddetin, ayrımcılığın yaşanmadığı bir ülkede ve dünyada yaşama umuduyla sadece kadın oldukları için öldürülen o kadınlar ve kalan sağlar için yazıyorum.”
Avukat Vildan Yirmibeşoğlu’nun, “Toprağa Düşen Sevdalar” adlı kitabı bu satırlarla başlıyor. Yirmibeşoğlu, üç yüzü aşkın “namus cinayeti” dosyasını incelemiş ve kitapta yer alan araştırmalar 12 yıllık bir çalışmanın ürünü. İstanbul’da doğup büyümüş, iyi eğitimli, genç, güzel ve başarılı bir kadının töre ve namus cinayetleriyle ne işi olur diye merak ediyorsanız işte size Vildan Yirmibeşoğlu’nun İstanbul’dan Gaziantep’e uzanan öyküsü…

Ankara’nın ötesinde neler oluyor?
Doğma büyüme İstanbullu Vildan Yirmibeşoğlu. Özel Doğuş Koleji’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Üniversiteyi bitirir bitirmez de, 21 yaşındayken kendisi gibi avukat olan ve fakültede okurken tanıştıkları eşiyle evlenmiş. Okul bittikten sonra eşinin memleketi olan Gaziantep’e gitmeye ve mesleklerine birkaç yıl orada devam etmeye karar vermişler. Ama birkaç yıllığına gittiği Gaziantep’te tam 13 yıl kalacağını ve kendini bir anlamda orada yaşayan kadınlara adayacağını bilmiyordu henüz o günlerde…
“O bölgeye daha adım atar atmaz korkunç bir kültür şoku yaşadım” diye başlıyor anlatmaya. “O güne kadar hiçbir kısıtlama görmemiştim kadın olduğum için, ne kılık kıyafetimde, ne yaşamımda… Ankara’nın ötesine hiç geçmemişken birden bire önemli bir değişiklik oldu hayatımda. Öyle ki, oraya gittiğimde güneş gözlüğü takmama bile laf söylendi. ‘Burada normal kadınlar güneş gözlüğü takmaz, kot pantolon giymez’ dediler.” Vildan Hanım, kendi yetiştiği şartlarla o bölgedeki şartları kıyasladığında önce üzülmüş orada yaşayan kadınlar, çocuklar için. Ama sonra hemen değişiklik yapmaya, koşulları değiştirmek için çalışmaya karar vermiş. “13 yılı aşkın bir süre kaldım orada. Bir süre sonra bir şeyleri değiştirmeye başladığımı gördüm. Bunlar çok küçük gibi görünen ama bu güne kadar değiştirmeye cesaret edilememiş şeylerdi. Sadece bir kapıyı açmaya kalıyor iş. Bunu ilk yapan insan da hep eleştiri alır.”

Kadınlar için kolları sıvıyor
Gaziantep Kadın Platformu’nu kurmuş ve her kesimden kadını bir araya getirip kadın insiyatifleri oluşturarak, kadınların sorunlarına çözüm bulmak için çalışmaya başlamış. Kadınlara yönelik halk günleri düzenlemiş. Kadınlar gelip orada dertlerini anlatıyorlarmış. Bir süre sonra kadınların başvurabileceği bir adres haline gelmiş Gaziantep’te. Öyle ki, üzerinde sadece “Vildan Yirmibeşoğlu-Gaziantep” yazan mektuplar bile ona ulaşıyormuş. Oluşturduğu gönüllü ekiple birlikte mahallelerde toplantılar yaparak kadınların sağlık sorunlarına, hukuk sorunlarına destek sağlamaya başlamışlar. Ama bu arada bazı zorluklar çektiğini de itiraf ediyor. “Bütün bunları yaparken bıkkınlık duyduğunuz zamanlar da oluyor tabii ki. Çünkü yapmak istediklerinizi saptırıyorlar. Kamuoyunu yanıltmak isteyen ilkel zihniyetlerle de savaşmak zorunda kaldım. Kadınların yaptığı her şeyin sınırları erkekler tarafından belirlenmiş olan bir bölgede, kadının bazı şeyleri gerçekleştirmesi zordu tabii. Bugün bile dönüp baktığımda kendime şaşırıyorum aslında, ben tüm bunları nasıl yapabildim diye.”

Sevda Gök ve diğerleri
Vildan Yirmebeşoğlu, Güneydoğu’da yaşadığı yıllar boyunca sayısız namus cinayetine tanıklık etmiş, yüzlerce dava dosyası incelemiş. Ama içlerinden birisi var ki… Onu tanıdıktan, onun yaşadıklarına tanıklık ettikten sonra Vildan Hanım, içindeki isyanı susturamamış artık. 16 yaşında namus cinayetine kurban giden Sevda Gök’den bahsediyoruz.  “Ben onun duruşmasına girmiştim. Boğazı kesilerek öldürüldü pazaryerinde, herkesin gözü önünde. Engel olmak isteyenlere ‘Karışmayın bu namus meselesi’ diye bağırmışlar. Kimse engel olamadı. Cinayeti işleyen teyze oğlu ve yardım eden amcaoğlu kahraman gibi toplumun içinde gezdiler. İki yıl yatıp çıktı teyze oğlu. Burada beni asıl etkileyen, kızın hiç cinsellik yaşamadığı halde öldürülmüş olması. Gezmeyi sevdiği için bir gün eve geç kalınca korkuyor ve kız öğrenci yurduna sığınıyor, orada kalıyor. Sonra mecburen ailesine haber veriyorlar ama ailenin eline bir de kağıt veriyorlar, ‘Kızı şu tarihte sağ salim teslim ediyoruz, kıza zarar vermeyeceksiniz’ diye. Ama bu öldürülmeyeceğinin garantisi değil tabii. Bir ay boyunca nasıl öldürülecek, kimin tarafından öldürülecek o tartışılıyor. Sonra küçük bir çocuğa teyze oğluna emir veriliyor ve sokakta kızın boğazı kesiliyor. Adli tıp raporunda bakire olduğu anlaşılıyor kızın. Cinayeti işleyen teyze oğluna Sevda’nın bakire olduğunu söyleyince ‘O kadar gezen kızı erkekler rahat bırakmaz, o rapora inanmıyorum’ dedi bana.”

Hiç inancımı kaybetmedim
Merak ediyoruz, yaşadığı tüm bu tanıklıklardan sonra, bir hukukçu olarak hiç hukuka olan inancı sarsılmadı mı, isyan noktasına gelmedi mi diye? “İnancımı elbette kaybetmedim. Çünkü şuna inanıyordum, devlet bu sistemi kurmak zorunda. Yasalarda boşluklar vardı, eksiklikler vardı, namus indirimi sağlayan yasalarda değişiklik yapılması gerekiyordu. Bunları söyleyip durduk. Yıllar sonra önemli değişikliklere imza atıldı ceza kanununda. Ama yasalar tek başına bu işi çözmeye yetmez, uygulama da çok önemli.”
Güneydoğu’dan döneli 9 yıl olmuş ama hala sürekli gidip geliyor bölgeye. Oradaki kadınlarla bağlantısını hiç koparmamış. Güneydoğu’ya gitmeden önceki Vildan’la döndükten sonraki Vildan arasındaki farkı bakın nasıl anlatıyor:”Bir kere şunu gördüm ki, Türkiye’nin doğusuyla batısı arasında yasaların uygulanışı açısından çok büyük fark var. Ben çok şanslıymışım dedim kendi kendime ama bunu fark ettiğim için de, bir şeyleri değiştirmek zorunda olduğuma inandım.”


BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Temmuz 2007


RÖPORTAJ NOTU; Vildan Yirmibeşoğlu ile bu röportajı yaptıktan çok kısa bir süre sonra, kendisi gibi avukat olan eşinden boşandığını öğrendim. Yıllardır kadın hakları için mücadele eden bir kadın, eşinin imam nikahlı bir karısı olduğunu ve yıllardır aldatıldığını öğrenerek boşanma davası açıyor! 

9 Ocak 2012 Pazartesi

Mucize bir kadının hikayesi...

Parmak uçlarıyla dünyaya dokunuyor

20 yaşındayken geçirdiği trafik kazasıyla boynundan aşağısı tutmayan Canan Kim, parmak eklemleriyle tuşlara dokunarak çeviriler yapıyor. Çoğu Stephan King’in olmak üzere onlarca kitap çevirmiş…

İzmir’in Konak ilçesinde bir apartman dairesi… Gözlerinin içi gülen genç bir kadın karşılıyor kapıda bizi ve buyur ediyor içeriye. Salona girdiğimizde önce bütün ihtişamıyla karşımızda duran Ege Denizi’ni görüyoruz, sonra da tekerlekli sandalyede yüzünü denize vermiş oturan başka bir genç kadını… O denizi seyrediyor, deniz de onu sanki… Öyle ki, aralarına girmekten, onları rahatsız etmekten çekiniyoruz neredeyse. Usulca sokulup ‘merhaba’ deyince, bize dönüyor yüzünü. Esmer güzeli bir genç kadın… Bütün melezler gibi çok güzel…
Bu evdeki iki kadının ortak bir hikayesi var, daha önce duyduğunuz hiçbir hikayeye benzemeyen… İşte o hikayeyi dinlemeye geldik buralara…

Çeşme yolunda gelen kaza
Canan Kim, Güney Kore’li Mustafa Yung Ki Kim ile İzmir’li Nurişah Hanım’ın ilk çocuğu olarak 1973 yılında gelmiş dünyaya. İzmir Fatih Koleji’ni bitirdikten sonra girdiği üniversite sınavında, yabancı dil puanında Türkiye beşincisi olmuş ve Dokuz Eylül Üniversitesi Turizm İşletmesi bölümünde okumaya başlamış. Okulu, ailesi ve arkadaşları arasında sürüp giden mutlu mesut yaşamı, henüz 20 yaşındayken geçirdiği trafik kazasıyla alt üst oluvermiş birden. Takvimlerin 18 Eylül’ü gösterdiği o gün, kendi kullandığı arabayla Çeşme’den İzmir’e dönerken olmuş her şey.
Bundan sonrasını Canan’dan dinleyelim: “O sıralar İzmir Fuarı’nda çalışıyordum. Bir günlüğüne gitmiştim Çeşme’ye, kendi kullandığım arabayla. Dönüşte de işe yetişmek için acele ediyordum, biraz hızlı kullanıyordum arabayı. Ani bir frenle yoldan çıktım. Üç dört takla atmış araba. Arabanın tavanı başıma geçmiş herhalde, boynum arasında kalmış. Tam kaza anını hatırlamıyorum ama beni arabadan çıkardıklarında kendimdeydim. İsmimi, telefon numaramı verdim aileme ulaşmaları için. Sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’ne götürdüler beni. 20 Eylül’de ameliyat oldum ve tam altı buçuk ay kaldım hastanede. Çok zor bir dönemdi. Kaydımı bir yıl dondurdum. 1994 yılının Nisan ayında hastaneden çıktım, o yıl okula geri döndüm. Tekerlekli sandalyede götürüp getirdiler beni okula. Kalem tutamadığım için sınavları ya sözlü oluyordum ya da benim yerime birisi yazıyordu. 1997 yılında da üniversiteden mezun oldum. Bir yıl kaybım olmuştu sadece.”

Hüznü sevince dönüştüren bir anne
Biz Canan’la sohbet ederken annesi Nurişah Hanım da bizi dinliyor, gözlerinde saklayamadığı bir hüzünle. Ama sonra bir yağmur bulutu gibi yavaş yavaş dağılıyor yüzündeki hüzün, sanki az sonra kalkıp neşeli şarkılar söyleyecek gibi. Kim bilir o neler yaşadı bir anne olarak, kızı bütün bu zorluklarla baş etmeye çalışırken? Hani bazı anlar vardır, çok şey sormak ister ama soramazsınız. Korkarsınız çünkü karşınızdakinin inçinde bir yerleri acıtmaya, kanatmaya… Biz de o durumdayız işte. Ama hissediyor galiba Nurişah Hanım, biz sormadan kendisi başlıyor anlatmaya: “Canan’ın kaza haberi geldiğinde babası yurtdışındaydı. Ben evde yalnızdım. Akşam saat dört olmuş, gelmesi lazımdı, beş oluyor yine yok. O zaman cep telefonu da yok, haberleşemiyoruz. Saat altıya doğru bir telefon geldi. Hiç tanımadığım biri arıyor. ‘Merhaba, ben numaranızı Canan’dan aldım. Ufak bir kaza geçirmiş ama merak etmeyin durumu iyi. Sakin olun bir şeyi yok ama gelseniz iyi olur’. Ne yapacağımı şaşırdım o anda. Hazırlıklı değilim, bütçem müsait değil, kafam müsait değil… Hemen bir taksiye atladım ama yollar bitmek bilmedi. Hastaneye gittiğimde doktor henüz hayati tehlikeyi atlatamadığını söyledi. Hala dilim damağım kuruyor anlatırken…”
 Susuyor Nurişah Hanım, susuyoruz hep birlikte… Sonra toparlanıp devam ediyor kaldığı yerden anlatmaya: “Baktım yüzünde hiçbir şey yok. Kazaya dair hiçbir iz yok yüzünde. ‘Boynu kırılmış’ dediler, ‘geçer’ dedim içimden. Hiç kıpırdamadan yatıyor ama konuşuyor bizimle. İlk şoku atlattıktan sonra sabaha kadar ağladım. Babası yok, ailem yanımda değil, ha deyince ulaşabileceğim hiç kimse yok. Para bulmam lazım. Böyle bir şey olabilir mi, oluyor işte. Sabah gözünü açtı bana baktı. ‘Anne ben çok mu kötüyüm?’ dedi. ‘Hayır kızım, niye öyle söylüyorsun’ dedim, ‘Çünkü sen çok kötü görünüyorsun’ dedi. Tabii bütün gece ağladığım için, ben benlikten çıkmışım. Hemen gittim ağlaya ağlaya makyajımı yaptım. Çünkü beni hep süslü, bakımlı görmeye alışıktır.” Ertesi sabah viziteye gelen doktora kızının durumunu soran Nurişah Hanım, aldığı ‘Oturabilirse şükredin’ yanıtından sonra isyan etmiş. “Kızımın ameliyatını siz mi yapacaksınız?’ dedim doktora. ‘Yok, Allahtan ben izinliyim başkası yapacak’ dedi. ‘İyi ki siz yapmıyorsunuz güle güle’ dedim. Böyle bir şey söylenir mi hiç, damdan düşer gibi. Hasta yakınları da insan sonuçta!.”

İlk şoku atlattıktan sonra
Nurişah Hanım, ilk şoku atlattıktan sonra kendini toparlamış ve kızının hastalığını kabullenmiş. Ama öte yandan hep iyileşeceğine, eskisi gibi olacağına inanmış ve kızına da bunu inandırmayı başarmış. İçinde yeşeren umudu Canan’a da aşılamış. Ve o umut onları birbirine kenetlemiş, yaşama bağlamış belki de. “Hastanede Canan’ın yattığı odayı evimiz gibi yaptık” diyor Nurişah Hanım. ‘Hasta’ diyen doktorlara, ‘hayır burada hasta yok, sadece hareket engeli var, o da geçici bir süre’ dedik. Odayı her gün süsledik, balonlarla,  resimlerle, oyuncaklarla. Hatta çocuk hastaları gezmeye getiriyorlardı Canan’ın odasına. Belki bunlar doktorun o sözlerine bir tepkiydi bilmiyorum. Belki o doktor bana öyle demeseydi, bam telimize basmasaydı öyle olmayacaktı.”
Altı buçuk ay kızının yanından hiç ayrılmamış Nurişah Hanım. Ve sonunda evlerine dönmüşler. Bir yıl aradan sonra Canan okuluna dönmeye karar vermiş. Ama hiç de kolay olmamış bu. Söz yine Nurişah Hanım’da: “Bir sene kayıt dondurduğumuzdan ertesi yıl kaydını yenilemek için okula gittik. Dekanla konuştuk, durumu anlattık. Tekerlekli sandalyeyle gidip gelecek okula ve dördüncü kata çıkması lazım dersler için. Okulda bir asansör var ama kullanılmıyor, kapalı. ‘Kullandıramam’ dedi dekan. ‘Nasıl çıkacak peki o merdivenleri’ dedim. ‘Okuyup da ne olacak ki zaten bu halde’ dedi. O okula birincilikle girmişti kızım. Dil puanında Türkiye beşincisiydi. ‘Siz bunu nasıl söylersiniz? Herkesten önce sizin onun haklarına sahip çıkmanız gerekmez mi?’ dedim. ‘Kusura bakmayın bir şey yapamam’ deyince ‘O zaman ben de Cumhurbaşkanı’na kadar giderim’ dedim. Ben böyle bir tepki verince, ancak asansörün bakım masraflarını üstlenmemiz koşuluyla kabul ettiler.” Okul bitinceye kadar da Kim ailesi o asansörün bakım masraflarını karşılamış. Ve bir gün bile dekan çağırıp da, ‘Gelin, ben vazgeçtim. Biz hallederiz’ dememiş. Yani sadece hastalıkla değil bu tip zihniyetlerle, böyle duyarsız insanlarla da savaşmak zorunda kalmışlar.

Çeviri yapmaya başlıyor
Sehpanın üzerinde bir yığın kitap duruyor. Çoğu da ünlü gerilim yazarı Stephan King’e ait. Bu kitapların hepsini Canan Kim çevirmiş. Onu yaşama bağlayan en büyük şeylerden biri de yaptığı iş. Okulunu bitirip, diplomasını aldıktan sonra ‘Ben şimdi ne yapacağım?’ diye kara kara düşünmeye başlamış Canan. Ama bol bol okumuş. Bu arada internete girmeyi, klavye kullanmayı denemiş, bakmış ki çok yavaş da olsa yazabiliyor. Böylece farklı bir dünya açılmış önünde: “Kitap okurken hep içimden ‘Ben çevirseydim bu cümleyi şöyle yapardım’ diye düşünürdüm. O zamanlar beyaz diziler vardı bayilerde satılan. Elime ne geçerse okuduğum için onlardan da çok okuyordum. Baktım ki çok ağır, karmaşık bir dili yok o kitapların. Ben de yapabilirim diye düşündüm. O kitapların üzerindeki adrese mektup yazdım, onlardan kabul geldi ve hemen çalışmaya başladım. 1998 yılıydı. Dört sene boyunca devam ettim. Sonunda yayınevinin editörü bana, ‘Siz çok iyi bir çevirmensiniz hatta bizim için fazla iyisiniz. Neden başka yayınevlerine başvurmayı düşünmüyorsunuz’ dedi.”
Böylece birkaç büyük yayınevine başvurmuş Canan. Altın Yayınları’ndan cevap gelince, gönderdikleri deneme metnini çevirip onlara yollamış. 2002 yılından bu yana da Altın Yayınları’ndan çıkan bütün Stephan King kitaplarında ve çoğu ‘Best Seller’ olan başka pek çok kitapta çevirmen olarak onun imzası var.

Ümidimi hiç yitirmedim
Doktorlar, tekrar eskisi gibi olacağına dair çok ümit vermemişler kazadan sonra ama o umudunu hiç yitirmemiş. Zamanla kollarındaki hareketlenme artmış. Haftada iki gün bir fizyoterapist eve geliyor ve egzersizlere devam ediyor Canan. “Hastalığımın yani omurilik felcinin tıpta tedavisi yok şu anda. Kök hücre ümidi var ve birkaç seneye kadar kesin tedavinin bulunacağını söylüyorlar. Baba memleketim Güney Kore’ye gittim ve iki kez ameliyat oldum. Bu ameliyatlardan sonra ufak tefek gelişmeler oldu vücudumda. Eskisinden daha uzun süre yorulmadan oturabiliyorum artık. Ama kıpırdatamadığım yerlerimi hala kıpırdatamıyorum. Güney Kore’deki doktorlarla yazışmalarımız devam ediyor, yeni yöntemler üzerinde çalışıyorlar. Ümidimi yitirirsem eğer yaşamamın anlamı kalmaz. Çok şükür bu halime! Çok iyi bir ailem, arkadaşlarım, şen şakrak akrabalarım ve en önemlisi beni manevi olarak çok tatmin eden bir işim var. Bu olaydan mutlaka bizim öğrenmemiz gereken şeyler vardı ve öğrendik. Hayatı yaşıyorum işte, tadını çıkarmaya çalışarak. Bir yandan da umuyorum ki, bunun tedavisi bulunacak. Aslında hayat gerçekten güzel ve yapılacak çok şey var.”
Demiştik ya bu öyle bildiğiniz hikayelere benzemiyor. Parmaklarının ucuyla dünyaya dokunan genç bir kadınla, dünyayı onun ayaklarına getiren bir annenin umut dolu hikayesiydi bizim dinlediğimiz…Ve ‘son’ yazmadı bu hikayenin sonunda… Yazmayacak da… 

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Şubat 2007

RÖPORTAJ NOTU: Bazı fotoğraf kareleri vardır insanın hayatında, asla unutulmaz... An'ların sureti... Tam da öyle bir fotoğraf işte, Canan'ı ilk gördüğüm an gözüme, zihnime kazınan... Tekerlekli sandalyede oturmuş denizi seyreden o genç kadını asla unutamam herhalde... Bir süre öylece durup onu seyrettiğimi hatırlıyorum, o denizi seyrederken... Sessizce... Ve o anda, tam o anda aklından geçenleri nasıl bilmek isterdim! Ama bazı anlarda bazı sorular sorulmaz işte, sorulamaz...