28 Aralık 2011 Çarşamba

Atina-Santorini-Mikonos

Her sabah başka bir limanda uyanmak…

Şimdi gözlerinizi kapatın ve hayal edin: Sabah uyanıyorsunuz ve pencereden dışarıya bakıyorsunuz… Üstünüzde tatlı bir uyku mahmurluğu… Denizin üzerindesiniz, üstelik yabancı bir limanda… Oysa dün gece Çeşme sularındaydı bindiğiniz gemi… Şimdi ise Atina’nın Pire limanında… Gece siz uyurken gemi komşunun kapısına dayanmış bile… Hemen çabucak bir kahvaltı yapıp atıyorsunuz kendinizi Atina sokaklarına…
Yunanistan’ın başkenti ve yaklaşık dört milyonluk nüfusuyla en büyük şehri olan Atina’dan başlıyor gezimiz. Kozmopolit ve modern bir şehir Atina, tıpkı İstanbul gibi, İzmir gibi… Sokaklarda dolaştıkça daha iyi anlıyoruz: Biz birbirimize çok benziyoruz aslında… Doğup büyüdükleri topraklardan ayrılmak zorunda kalan insanlar, gittikleri yerlerde birbirine benzeyen şehirler kurmuşlar işte… İstanbul, İzmir, Atina, Selanik… İlk tepkimiz “Ne kadar da İzmir’e benziyor” olunca, “Siz bir de Selanik”i görün diyor yerel rehberimiz Penolepe… Penolepe de beş yaşında ayrılmış İstanbul’dan. Ama çok iyi Türkçe biliyor. Atina’yı o anlatıyor bize…

Aynı denizin çocukları
Antik çağlarda da önemli bir ticaret ve kültür merkeziymiş Atina. Adını, koruyucusu olan savaş tanrıçası Athena’dan aldığı söyleniyor. İlk ziyaretimiz Akropolis’e… O kadar çok turist var ki Akropolis’te… Küçük bir kıskançlık yaşamıyoruz desek yalan olur hani! Bizim Efes’imiz, Aspendos’umuz çok daha görkemli ama bu kadar çok turisti ağırlamıyor ne yazık ki! Bundan yaklaşık 2500 yıl önce inşa edilen antik şehri gezdikten sonra Atina’yı seyrede seyrede iniyoruz yukarıdan aşağıya…
Sonraki durağımız Plaka… Başlıyoruz Plaka Meydanı’nda dolaşmaya… Sağlı sollu dükkanlarla dolu Arnavut kaldırımı sokaklar öyle tanıdık ki! Kapalıçarşı’nın açığı da diyebiliriz, Beyoğlu’nun tramvay geçmeyeni de… Hediyelik eşya dükkanları, baharatçılar, kahveciler, meyhaneler, kafeler, ayakkabıcılar, gümüşçüler, takıcılar… Dükkanlarının önünde tavla oynayan esnaf… Bizim rakının yerini “uzo” almış, Türk kahvesi çoktan “Greek coffee” olmuş, onu biliyoruz… Musakka, musakki, cacık caciki, biftek, bifteki… Kaptani, limani derken Yunancayı söküyor muyuz ne? Ama en çok da “Kalimera” ile “Merhaba”nın kardeşliği hoşumuza gidiyor galiba…
Girdiğimiz dükkanlarda Türk olduğumuzu anlayanlar daha bir ilgi gösteriyor sanki… Hatta bazıları kendi hikayelerini anlatıveriyor ayak üstü… Çok değil, bir-iki kuşak öncesi bizim oralara uzanan hikayelerini… Fazla söze gerek yok, aynı denizin çocuklarıyız, anlıyoruz birbirimizi…
Gece olunca dönüyoruz yüzen otelimize… Samsun Gemisi’ne yani… Güverteye çıkıp son bir kez seyrediyoruz ışıl ışıl şehri… Ne de olsa gece biz uyurken, başka bir limanda olacağız çünkü…

Bir rüya gibi
Samsun gemisi, Santorini limanına yaklaşıyor. Ada hilal şeklinde olduğu için yolcu gemileri açıkta demirliyor. 30-40 kişilik filikalara binerek gemiden inip karaya çıkıyoruz. Volkanik kayalar üzerinde, denizden yüzlerce metre yükseklikte, beyaz badanalı evlerden oluşan köyleriyle, dünyada eşi benzeri olmayan bir manzaraya sahip olan Santorini, ismini 13. yüzyılda Azize Irene’den almış. Adayı dolaşmaya tepedeki Oia köyünden başlıyoruz. Burası sanatçıların yaşadığı, çok sayıda galerinin de yer aldığı rüya gibi bir köy. Köyün girişinde otobüsten inip dolaşmaya başlıyoruz, daracık sokaklarda. Bir yanımızda birbirinden güzel evler, dükkanlar, diğer yanımızda muhteşem bir deniz manzarası… Kayaların üzerinde evler, evlerin içinde yüzme havuzları… Yüzerken, yükseklerden denizi seyretmek olağanüstü bir duygu olsa gerek…
Oia’yı köşe bucak gezdikten sonra Santorini’nin merkezine, Fira’ya bırakıyor bizi otobüs. Burası 1956 depreminden sonra yeniden kurulmuş. Fira’nın zengin volkan toprağı üzüm bağları için uygun olduğundan, şarap üretimi çok yaygın.
Tepeden bakınca Samsun gemisi gözüküyor aşağıda. Ama ona ulaşmak için iki seçeneğimiz var: Limana doğru yokuş aşağı tam 580 basamak inmemiz gerekiyor. Aynı yolu eşek sırtında da inebiliriz tabii… Diğer seçenek ise teleferik… Biz teleferiği tercih ediyoruz… Ama şimdi değil… Önce güneşi batıracağız Santorini’de…

Denize düşen ateş
Önümüzde uçsuz bucaksız Ege denizi, karşımızda denizi de kızıla boyayarak batmak üzere olan güneş… Masamızda buzlu kahveler, yüzümüzde saadet dolu bir gülümseme… Her şey yalan sadece şu yaşadığımız an gerçek sanki… Unutulmayan anlar albümünde yer alacak bir fotoğraf daha işte… Böyle ‘an’lar biriktirerek zenginleşir bazen insan, hep parayla olacak değil ya… Güneşin ayakları suya değerken, adanın ışıkları yanmaya başlıyor yavaş yavaş… Anlıyoruz, gitme vakti geldi artık. Sahi şu teleferik yolu neredeydi? Küçücük bir adada kaybolacak halimiz yok ya! Hoş kaybolsak da hiç fena olmazdı hani!
Teleferik yolunu sorduğumuzda, Santorini’nin daracık, merdivenli sokaklarındaki maviye boyalı basamakları gösteriyorlar bize. O basamakları takip edince teleferiğe ulaşıyormuşuz meğer. Adres tarif etmekten bıkmış olacaklar ki, böyle pratik bir çözüm bulmuş adalılar…

Sabaha kadar eğlence
Ertesi sabah başka bir limandayız yine… Ama son liman bu, Mikonos’a geldik… Yunan Adaları’nın en pahalısı ve en çok ziyaret edileni olan Mikonos’un en büyük özeliği gece ve eğlence hayatının renkliliği. Bir de burası tüm dünyadaki eşcinsellerin buluşma yeri adeta. Ama bu şirin ada sadece eğlenceden ibaret değil elbette. Sardunyalarla kaplı beyaz badanalı evleri, daracık taş kaldırımlı sokakları, ahşap sandalyeli kahveleriyle bizim Ege kasabalarımıza benziyor Mikonos…
Adaya adım atar atmaz önce yel değirmenleri karşılıyor bizi. Limanın yakınındaki “Küçük Venedik” denilen bölgeyi gezdikten sonra dağılıyoruz Mikonos sokaklarına…  Konuşa konuşa gezinirken birden tanıdık bir ses geliyor kulağımıza… “İşgale mi geldiniz vire?” diyor birisi Rum aksanlı Türkçesiyle… Eski bir İstanbul beyefendisi sanki karşımızdaki… Yüzümüzdeki şaşkın ifadeye bakıp gülümsüyor… “Ne şaşırdınız” diyor, “ben de sizin oralardanım…”
Kısa bir sessizlikten sonra anlatıyor hikayesini… İstanbulluymuş Bay Yannis… Hiç akrabası kalmayınca İstanbul’da, kalkmış Mikonos’a yerleşmiş. Meğer Boğaz’ı özlermiş o da buralarda… İstanbul’da görüşmek üzere vedalaşıyoruz… “Börek yeriz belki birlikte Sarıyer’de” diyor vedalaşırken… Mikonos deyince ilk aklımıza gelecek güzel bir anı daha…
“Ağları attık/anılar doldu” işte… Dönüş yolunda başlıyoruz toplamaya kalbimizin Ege’de kalan parçalarını… Geriye de birkaç unutulmaz anı kalıyor, birkaç güzel insan… Ve, “İnsanlar neden doğup büyüdükleri toprakları terketmek zorunda bırakılırlar?” sorusu…
Bir de hayal bu ya, buraların şairi Can Yücel’le, oraların şairi Yorgo Seferis’i aynı rakı/uzo masasında buluşturuyoruz… Biri, “Beni Datça’ya gömün/Şu deniz gören mezarlığın orda” diyor; diğeri, “Pire’de akşam olurken vapur düdükleri öter/Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni”…

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ekim 2007

27 Aralık 2011 Salı

Sema

“Efsane Hanımlar”ın büyülü sesi

“Birkaç taş plak... silik fotoğraflar, birkaç afiş, çok az yazılı belge, çok az anı… Kulaklarımda kalan cızırtılı sesler… unutamadığım sesler… tangolar, operetler, kantolar… Bu şarkılar beni içlerine çeken, ‘beni de unutma, beni de unutma’ diyen şarkılardır… Bu hanımlar öyküleriyle etkili, sesleriyle büyülü hanımlardır… bu hanımlar teğmen eşlerine aşık olup, sahneleri terk edip, şarkı söylemekten vazgeçip eşleriyle şark hizmetine giden Cumhuriyet döneminin kadınlarıdır… Sesleri, kimi kez hüzünlü, kimi kez kırılgan, kimi kez şen şakrak, kimi kez bir bahar çiçeği, kimi kez rüzgarda uçuşan kar tanesidir. Kimi kez de ben seni işte böyle baştan çıkarıveririm dercesine acımasızdır… ağlarsınız… gülersiniz… eğlenirsiniz… ve dayanamayıp kulağınıza çarpan sesleri tekrarlamaya başlarsınız… ve bilirsiniz ki bu sesler öyle bitip tükenecek gibi değildir… ve bilirim ki onların yankısıyım artık yani EKHO’yum ben...”

Böyle anlatıyor Sema, “Ekho-Efsane Hanımlar” adlı albümüne yazdığı önsözde, o eski zamanların, hüzünlü kadınlarını… Ve onların sesi oluyor, nefesi oluyor… “Fikrimin İnce Gülü’nü ya da ‘Aşk Kerpeteni’ni onun o yumuşacık, kadife gibi sesinden dinlerken, o eski zamanların güzel sesli, güzel bakışlı kadınlarının da ruhuna dokunuyorsunuz sanki.
Çok kişi bilmez belki Sema’yı. Kendine özgü bir dinleyici kitlesi vardır onun… Televizyon programlarında, gazete haberlerinde rastlamazsınız ona. En iyi bildiği işi yani şarkı söylemeyi sesiz sedasız ama ruhunuza dokunarak, iz bırakarak yapanlardan o… Kendine sanatçı değil ısrarla şarkıcı denmesini isteyen güçlü bir ses, sıra dışı bir kadın…

“Hikaye anlatmayı seviyorum”
Önce yaptığı müziği nasıl tanımladığını soruyoruz Sema’ya. “Aslında tanımlamak istemiyorum. Ben ses çıkartıyorum, şarkı söylüyorum. Sevdiğim şarkıları seslendiriyorum, sevdiğim müzik türlerini seslendiriyorum. Beni ilgilendiren tek bir konu değil aslında, ben projeleri seviyorum. Örneğin “Şeyh Bedrettin Destanı”, örneğin son çalışmam “Ekho… O anlatıcılık aslında beni cezbeden yanı. Ben hikaye anlatmayı seviyorum.”
Peki, neden “Efsane Hanımlar” dediğimizde önce Seyyan Hanım’dan bahsediyor bize. “Benim ilk etkilendiğim Seyyan Hanım’dı. Seyyan Hanım’ın bana ruhundan bir parçayı bırakıp gittiğini düşünüyorum. Belki inanmayacaksınız ama bir hafta boyunca yalnızca bir şarkısını dinledim. Ama onu taklit etmiyorum. Ben taklitçi değilim mesela, öyle bir yeteneğim yok. O kadar ruhuna giriyorum ki! O sözlerin inceliğini, o duyguyu alıyorum ve tekrar geri veriyorum. Ama geri verirken Sema olarak geri veriyorum, Seyyan Hanım olarak değil. Onlara gönül borcumuz var diye düşünüyorum.”
Seyyan Hanım, Bayan Fahriye, Makbule Hanım, Mürşide Hanım, Leman Ekrem Hanım, İzmir’li Süheyla Hanım ve diğer “Efsane Hanımlar”… Sema’yı dinlerken, sanki hepsinin tek tek yüzünü görmüş, sesini duymuş gibi oluyorsunuz. Sanki onların hikayesi sizin hikayeniz oluyor artık…

Her yer sahne onun için
Sema bugüne kadar pek çok albüm çıkardı, yurt içinde ve dışında pek çok konser verdi. Vermeye de devam ediyor. Ayrıca Garaj İstanbul’da “Hariçten Gazel Okumak Yasaktır” adlı bir gösterisi var şu günlerde. “Bir kadın var, ne tür müzik duyarsa duysun hep kendi şarkılarını söylüyor. Her delice ritimde bile kendi şarkılarını söylüyor. Başka bir dünyada yaşıyor kadın, kalmış orada.” Böyle anlatıyor kısaca sahnede canlandırdığı, hangi şarkıyı duyarsa duysun hep kendi şarkılarını söyleyen kadını…
“En büyük hayalim hep sahnede olmak, son nefesimi sahnede vermek isterim derler ya, ben neredeyse böyle bir duyguya sahibim. Hep şarkı söylemek, hep sahnede olmak istiyorum. Ama sahne derken, nerede şarkı söylemeye başlarsam orası sahne olabilir benim için. Şarkı söylediğim her yer sahne oluyor yani. En büyük dileğim sağlıklı olup hep ses çıkarabilmek.”
Evet, biz de hep onun şarkılarını dinlemek, anlattığı hikayelerin içinde kaybolmak, bilmediğimiz yaşamlara onunla dokunmak istiyoruz…

RÖPORTAJ NOTU: Sema'yla bu röportajı, henüz sokaklardan masaların kaldırılmadığı günlerde Asmalımescit'te yapmıştık...Sesi kadar kendisine de hayranlık duymak için iki satır sohbet yetmişti bile... Şarap içecektik birlikte, olmadı; hayat gaileleri işte... En çok ona yanarım şimdi...

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Mayıs 2007

25 Aralık 2011 Pazar

Şevval Sam

Deniz ve anason kokulu şarkılar…


Ünlü sanatçı Leman Sam’ın kızı olarak duyduk adını önce. Sonra “Süper Baba” dizisinde canlandırdığı “Deniz öğretmen” karakteriyle sevdik. Derken, “Aşkın Dağlarda Gezer”, “Gülbeyaz”, “Müjgan Abla” gibi pek çok dizide oynasa da, asıl tutkusu hep müzikti galiba. Kazım Koyuncu ile birlikte Karadeniz türkülerini o kadar güzel yorumladı ki, herkes ondan bir Türk Halk Müziği albümü bekliyordu. Ama o bir Türk Sanat Müziği albümüyle çıktı karşımıza.

Çok eski bir hayal
“Neden bir Türk Sanat Müziği albümü” diye soruyoruz ilk önce Şevval Sam’a. “Çok eski bir hayal aslında… Hem öyle, hem de birdenbire… Tam Türk Sanat Müziği adına umudumu yitirmek üzereyken bir anda, bu anlamda aynı dili konuştuğum insanlarla bir arada buldum kendimi. Bana sadece eserleri seçmek ve yorumlamak düştü.”
Şarkıların, hele de Türk Sanat Müziği şarkılarının hepimizin hayatında ayrı bir yeri vardır kuşkusuz. Hatta bazıları aşklarımıza, ayrılıklarımıza, yalnızlıklarımıza tanıklık etmiştir. Biz de soruyoruz Şevval Sam’a albümde yorumladığı bu 20 şarkıdan, onun için özel bir yeri olan var mı acaba diye. “Tamamıyla çoook severek söylediklerimi seçtim. Bir bakıma bu şarkılar benim genç kızlığımdan beri söylediğim ve her biri hayatımın bir dönemine tekabül eden şarkılar.”
Siz hiç ağlamadınız mı mesela, “Şimdi Uzaklardasın”ı dinlerken? Ya da “Kimseye Etmem Şikayet”, “Benzemez Kimse Sana” acıtmadı mı hiç canınızı? Yalnız bir gecede şarkıların dostluğuna sığınmadınız mı hiç yoksa?

Caz konseri dinler gibi...
Şevval Sam’ın “Sek” albümünü dinlerken önce uzaklardan bir deniz kokusu geliyor sanki burnunuza. Ardından da denizle birlikte yayılan bir anason kokusu… Albümün adı da “Sek” ya hani! “Sek ismini albümdeki sadelikle bütünleştirdiğim için koydum ama Klasik Türk Müziği’nin bu anason kokusuyla olan akrabalığını yadsımamız mümkün değil.” diyor Sam gülümseyerek.
“Şarkılarınız nasıl bir atmosferde, kimler tarafından dinlensin istersiniz?” diye sorarken, şöyle bir fotoğraf düşüyor sanki önümüze: Kıyıya vuran dalga sesleri, rüzgarın serin dokunuşu ve gecenin misafiri yıldızlar eşliğinde; çıplak ayakla kumsalda yürüyen bir kadın…
 “Bu albüm fonda çalınacak bir albüm değil. Koyup sessiz sedasız, kendinizi sadece müziğe bırakabileceğiniz bir albüm. Bu yüzden de dinleyicilerin caz ya da bir klasik müzik konseri dinler gibi dinlemelerini tercih ederim.”

Müziğe devam
Bildiğiniz gibi Şevval Sam ünlü sanatçı Leman Sam’ın kızı. Albümün içindeki kitapçıkta yer alan “En çok da anneme…” ithafından da anlıyoruz ki Şevval Sam’ın yaşamında annesi Leman Sam’ın yeri ayrı. “Bu binanın temelini o attı, ben üzerine inşa ettim. Temel sağlam olursa bina yıkılmaz. “Bu anlamda en çok da anneme bir teşekkürdü bu albüm” diyerek açıklıyor duygularını ve sanatçı bir annenin kızı olmayı bakın nasıl anlatıyor: “Anneden sanatçı özelliklerinizi alıyorsunuz ve bu ortama dair bilginiz ve alt yapınız daha fazla oluyor ancak, öyle birinin kızısınız ki o çıta çok yüksek, geçmek mümkün olmuyor”.

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Haziran 2007 



Selim İleri

 “Yalnızlık bir elbiseydi, onu kuşandım”


Tam 40 yıldır yazıyor o… Dile kolay 40 yıl… Kim bilir kaç genç kız onun kitaplarıyla tatlı hayallere daldı? Kaç delikanlı kendini buldu onun yarattığı kahramanlarda? Kaç kuşağın aşklarına, ayrılıklarına, hayal kırıklıklarına tanıklık etti onun kitapları? “Destan Gönüller”den, “Kırık Bir Aşk Hikayesi”ne, “Dostlukların Son Günü”nden, “Her Gece Bodrum”a kadar kaç hayat sığdırdı sayfalara kim bilir? İsterseniz gelin kendisinden dinleyelim şimdi, bu uzun edebiyat yolculuğunda neler görüp, neler yaşadığını…

Kadınlar ağırlıklı
“Kaç yıldır yazıyor olduğumun farkında değilim, eş dost sormasaydı hatırlamayacaktım kırk yıl olduğunu” diye başlıyor söze Selim İleri, zamanın nasıl da çabucak geçip gittiğini doğrularcasına. Aslında yıldönümlerini, doğum günlerini sevmeyenlerden o… “Ama” diyor, “40 yılın da bir yararı oldu tabii, geriye dönüp bir döküm çıkarmak açısından.”
Karşınızdaki kırk yıllık bir yazar olunca merak ediyorsunuz, acaba eskiden kimler okuyordu onu, şimdi kimler okuyor? Yani geçen yıllarla birlikte değişmiş mi acaba okuyucu profili? “70’li yıllarda daha çok gençlerin okuduğu bir yazardım. 85-95 yılları arasında biraz geri çektim kendimi, edebiyat ortamı çok değişiyordu çünkü. Bu yüzden de o arada çok okur kaybı oldu. Bugün ise çok karışık bir okur kitlem var. Sanıyorum ağırlıklı olarak kadınlardan oluşuyor. Gençler arasında da yeni kazandığım, farklı dünya görüşlerine sahip kızlı erkekli bir okuyucu kitlem var.”

Yalnızlık ve hüzün
Selim İleri’nin sadık okuyucularından birkaçına “Selim İleri deyince ilk aklınıza ne geliyor?” diye sorunca hep aynı cevapla karşılaştık: Yalnızlık ve hüzün… Bunu ünlü yazara da söylüyoruz ve bakın bu çağrışımlarla ilgili neler söylüyor bize: “Başlangıçta bir tür yazma dürtüsüydü yalnızlığı yazmak. Benim için bir kaynak gibiydi. Ama ben öyle yalnız bir insan değilimdir, çok geniş bir arkadaş çevrem var, dostlarım, sevdiğim insanlar var. Belki başlangıçta kendiliğinden olan bir duygu, bir yaşama şekliydi… Sonra da bu yalnızlık biraz giydirildi, kuşandırıldı bana galiba. Yani böyle bir takım elbisem olsun istendi. Her halde benim de yatkınlığım varmış, yakıştı belki de, onu kuşandım… Başka türlü bir şey yazdığım vakit, hatta bir toplulukta bazen şaka yaptığım vakit yadırgandığımı görüyorum. Ama şunu söylemeliyim ki, kalabalık bir ortam içinde hiçbir şey yazamıyorum ben. Yani çalışma açısından tek kılavuzum mutlak bir yalnızlık.”

Dünya nereye gidiyor?
Yazarlar daha duyarlı, daha kırılgan olurlar kuşkusuz… Biz de bu hayatta en çok nelerin canını acıttığını soruyoruz Selim İleri’ye… “Dünyadaki insanların büyük bir çoğunluğunun, diğerleri tarafından çok kötü koşullarda yaşamaya mahkum edilişi” diyor ve ekliyor: “Bunca edebiyat, bunca sanat eseri, bunca sinema, tiyatro, müzik, resim… Ne yazık ki, sanatın ortadan kaldırma gücü yok bu kötü koşulları. İnsanların mahkum olduğu bir alın yazısı gibi ama bunun alın yazısı olmadığını hepimiz biliyoruz. Herkes kendi dar hayatı içinde ötekini görmeden yaşıyor. Dünyanın gittiği yer konusunda çok karamsarım, iyi bir yere doğru gitmiyor dünya.”

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ekim 2007

24 Aralık 2011 Cumartesi

Burak Hakkı

Bir modern zaman şövalyesi

Yağmurlu ve hüzünlü bir Kasım sabahı… Son durakta iniyoruz Ada vapurundan… Büyükada’dayız… “Dudaktan Kalbe” dizisinin çekildiği beyaz köşkü soruyoruz ilk karşılaştığımız Adalıya… İnceden inceye yağan yağmurun altında, faytonla yaptığımız kısa yolculuk günün ilk armağanı… Çekimin yapıldığı köşkün önünde iner inmez faytondan, uzaktan görüyoruz onu… Siyahlar içinde… Onun bölümleri çekiliyor… Bir kenara çekilip bekliyoruz çekimin tamamlanmasını. Kısa bir süre sonra gülümseyerek geliyor yanımıza Burak Hakkı. Köşkün mutfağına geçip başlıyoruz sohbete… Kibar, alçakgönüllü, rahat ve samimi… Olduğu gibi yani… Biz de olduğu gibi aktarıyoruz size aramızdaki güzel sohbeti…

Basketboldan modelliğe
1972 yılında İstanbul’da doğmuş Burak Hakkı. İstek Vakfı Semiha Şakir Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi ekonometri bölümünü kazanmış. Üniversitenin ardından da MBA İktisat mastırı eğitimi için İsviçre Montreux’deki Europan University’den burs kazanmış ve eğitim için bir süreliğine İsviçre’ye yerleşmiş. Ama oradaki okula ve yaşama alışamadığı için mastırını tamamlamadan tekrar Türkiye’ye dönerek, İ.Ü. İktisat Fakültesi ekonometri mastırı sınavlarına girmiş ve birincilikle kazanmış. Fakat onu da yarım bırakarak bu defa mankenliğe başlamış Burak Hakkı.
Üniversitede okuduğu yıllarda aynı zamanda basketbol da oynuyormuş. İlk önceleri Ülkerspor (o zamanki Nasaş), genç takımında sonra da A takımında basketbol oynamış. İşte modelliğe başlaması da tam bu döneme denk geliyor. Modellik çok hoşuna gitmeye başlamış hele de, ilk kazandığı parayla araba alınca… Modellik ağır basınca da, basketbol hayatını noktalamış yakışıklı oyuncu.

Hayallerim başkaydı
Modelliğe başladıktan on yıl sonra yani 2000 yılında da bu kez oyunculuğa adım atmaya karar veriyor Burak Hakkı. Pek çok dizide ve TV filminde rol almış olmasına rağmen “İnsanların beni en çok hatırladığı projeler Gurbet Kadını, Kaybolan Yıllar ve şimdi oynadığım Dudaktan Kalbe’dir” diyor. Oyunculuğu çok sevmiş Burak Hakkı, bu yüzden de “Mankenden oyuncu olur mu?” tartışmalarına hiç prim vermiyor ve “Oyunculuk tamamen duyguyla alakalıdır. O duyguyu verebiliyorsanız sorun yok bence” diyor.
Oyunculuk eğitimi almamış, hiçbir oyuncu koçuyla da çalışmamış bugüne kadar. Ama oyunculuğa başladığı on yıldan bu yana kendini geliştirmeye çalışmış hep. Kitaplar okumuş, kendini ve birlikte rol aldığı usta oyuncuları gözlemlemiş. Bu yüzden de ilk oyunculuğa başladığı dönemle şimdiki arasında dünya kadar fark olduğunu itiraf ediyor ve “İlk araba kullanmaya başladığımda nasıl kötüysem ve şimdi ne kadar iyi araba kullanıyorsam tıpkı öyle” diyerek açıklıyor bu farkı.  
Beğendiği aktörleri sorduğumuzda “Haluk Bilginer, Şener Şen, Gurbet Kadını’nda birlikte oynadığımız Timuçin Esen, eski mankenlerden podyumdan da arkadaşım olan Kenan İmirzalıoğlu ve Kıvanç Tatlıtuğ” diye yanıtlıyor sorumuzu.

Bizimkisi şans biraz
Öyle kariyer planları yapan, önüne hedefler koyan ve adımlarını ona göre atan adamlardan değil o. Tam aksine kendini yaşamın akışına bırakıyor ve yaşam ne çıkarırsa önüne onu yaşamayı seviyor. Zorlamadan, zorlanmadan… Hırslarla, başarı tutkusuyla örülmüş bir dünyası yok... Öyle büyük büyük hayalleri, planları de yok geleceğe dair. Zaten hayali yarışçı ya da basketbolcu olmakmış eskiden ama şimdi oyunculuk yapıyor.  O yüzden de hayal kurmak yerine yaşamın ona sunduğu kapıları aralamayı tercih ediyor işte.
Basit, sade, güvenli, huzurlu ama eğlenceli bir dünyası var. Aslında dünyaları var demek daha doğru olur herhalde. Çünkü kendisi gibi başarılı bir manken ve şimdilerde oyuncu olan eşi Sema Şimşek’le birlikte, gözlerden uzak, sakin, huzurlu bir hayat sürüyorlar. Bu camiada evlilikler uzun yürümez diyenlere inat… Peki işin sırrı nerde? “Ben çok fazla egoları olmayan bir insanım. Bir de biz yıllardır tanıyoruz birbirimizi. Sevgili olmadan önce çok uzun zaman iki iyi arkadaştık Sema’yla. Önceden arkadaş olduğunuz bir insanla sonra sevgili olduğunuzda daha farklı oluyor ilişki. Biz birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Bu kadar sene geçti, bunca zamandır birbirimize sesimizi dahi yükseltmedik. Ama bunu herkes yakalayamıyor tabii. Bizimkisi şans biraz…”

Keman eğitimi
Her ne kadar oyunculuk eğitimi almamış olsa da bir oyuncu için rolünün gerektirdiği bir takım eğitimlerden geçmenin önemini çok iyi biliyor Burak Hakkı. Örneğin şu anda oynadığı “Dudaktan Kalbe” dizisindeki Hüseyin Kenan karakteri, dünyaca ünlü bir keman sanatçısı olduğu için keman dersleri almaya başlamış çoktan. “Keman dersi için hocalar geldi buraya ve dediler ki, ‘En az üç ay sadece tutuş eğitimi almanız gerekiyor’. En basit eğitim üç ay sürüyor yani, düşünün. İyi bir keman çalabilmek içinse en az üç yıla ihtiyaç var. O da yeteneğiniz varsa… Şimdi ben iyi keman çaldığım için seçilmedim tabii bu role. Ama en azından kemanı düzgün tutabilmek için birkaç eğitim aldım. Şimdi ilk günkü kadar kötü çalmıyorum.”
Aslında dizi çekmek istemediği bir dönem gelmiş ona teklif. Ama “Dudaktan Kalbe”yi okur okumaz, çok keyifli olacağına inandığından “Evet” demiş projeye.

Kendi tarihimizi anlatamıyoruz
Burak Hakkı en çok kendi tarihimizi yeterince anlatamamamıza bu işi yabancılara bırakmamıza içerliyor. Bu konuda söyleyecek o kadar çok sözü var ki: “Belki haddime düşmez ama bunu söylemek istiyorum, Türk sinemasında henüz dünya kalitesine yakın işler yapıldığına inanmıyorum. Biz kendimizi iyi tanıtamıyoruz. Mesela Atatürk’ü yabancılar bizden daha iyi tanıyor, biliyor. Daha dünya çapında bir Atatürk filmi çekemedik mesela. Gandhi yapıldı örneğin, başka pek çok yabancı devlet adamı yapıldı. Neden Atatürk de olmasın? Bu güne kadar ne Osmanlı’yı tam olarak anlatabildik bence ne de yeni cumhuriyetimizi. Amerikanın iki tane uyduruk savaşı var, işte Vietnam falan… Onların üzerine iki yüz tane film çektiler, bilmem kaç tane Oskar aldılar… Birinci dünya savaşında biz de vardık mesela, bizim bir Gelibolu’muz var, Çanakkale’miz var… Bunları İngilizler belgesel yapıyor, onlar bizi anlatıyor, ‘Türkler ne kadar muhteşemdi’ diye. Ama biz bilmiyoruz ve yeni nesillere aktaramıyoruz bütün bunları. Şimdi bunu bu diziye şöyle bağlayabiliriz belki: Bu bizim romanımız, “Dudaktan Kalbe”. Reşat Nuri Güntekin bunu 1924 yılında yazmış. Gençlik kitabını okumuyor biz de dizisini yapıyoruz seyretsinler diye. Ama bu izlenmiyor da vurdulu kırdılı başka diziler izleniyor işte.”


Sakinlik güzel şey…
Çalışmadığı zamanlarda evde vakit geçirmeyi seviyor. Uzaktan kumandalı oyuncaklarıyla ve Playstation’ıyla oynuyor, internette vakit geçiriyor ve motosikletiyle geziyor. “Sakinlik güzel bir şey, kalabalık sevmiyorum ben... Kalabalık ve kapalı ortamlar geriyor beni. Huzur ve sakinlik en güzel şeyler hayatta…”
“Siz de biraz fazla rahatsınız sanki, çok uzun yaşayacaksınız” diyoruz. Ama küçük bir sorun var sadece: Kadınlar pek sevmez rahat erkekleri değil mi? “Evet çok geniş bir adam olduğumu söylerler. Benim hayatımda plan yoktur. En büyük hedefim mutlu olmak hayatta. Kendimi negatif hissedeceğim ortamlara girmem, kendimi mutsuz etmek için bir şey yapmam. Haberleri izlemem mesela.”

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Aralık 2007

RÖPORTAJ NOTU: Burak Hakkı ile bu röportaj, 4 yıl önce yağmurlu bir günde 'Dudaktan Kalbe' dizisinin çekildiği Büyükada'da yapıldı...Röportaj için sözleştiğimiz dizinin yönetmen yardımcısı Burak Hakkı'ya söylemeyi unutmuş...Gittiğimizde hiçbir şeyden haberi yoktu, ona rağmen bizi kırmadı, çekim aralarında bu röportajı verdi. Üstelik de kendi kabahati olmadığı halde, mahcup oldu, defalarca özür diledi...Bütün zarafetiyle güzel izler bıraktı geride... 

22 Aralık 2011 Perşembe

Emre Altuğ

“Şöhret, benim yaptığım işin yan etkisi sadece”

2007 yılının yazına damgasını vuran şarkılardan biriydi “Kapış Kapış Aşk”… Emre Altuğ, “Kişiye Özel” adlı beşinci albümüyle hayranlarına tekrar merhaba dedi. Emre Altuğ müzik hayatını, oyunculuk macerasını, yurt dışı projelerini ve özel hayatıyla ilgili bilinmeyenleri anlattı…

Her şey lisede başladı
1970 yılında, diş hekimi bir baba ile ev hanımı bir annenin ikinci oğlu olarak İstanbul’da dünyaya gelmiş Emre Altuğ. Ortaokulu ve liseyi okuduğu Şişli Terakki Lisesi’nde ilk kez “merhaba” demiş hem tiyatroya hem de müziğe. Sadece lise öğrencilerini aldıkları halde, henüz ortaokul son sınıftayken girmeyi başarmış tiyatro koluna. Aynı zamanda da müzik bölümünde açılan gitar kurslarına devam etmeye başlamış. “Şimdi bana ‘ille de birini tercih etmek zorunda kalırsan, tiyatro mu müzik mi’, diye sorduklarında çok anlamsız buluyorum. Çünkü kendimi bildim bileli hep ikisini bir arada yürüttüm ben” diyor Emre Altuğ.
Liseyi bitirir bitirmez İst. Devlet Konservatuvarı tiyatro bölümüne girmiş. O yıl konservatuvar sınavına giren 830 kişi içinden, seçilen on kişi arasındaymış. Ailesinin bu duruma ne dediğini soruyoruz. Diş hekimi olan babası oyuncu ve müzisyen olma isteğini bakın nasıl karşılamış? “Çok enteresan bir ailem var benim. Babam, hayatım boyunca ben neye merak sararsam salayım onu en iyi, en doğru şekilde yapmamı istedi hep. Gitar çalmaya başlayınca gitmiş bana gitar metotları bulmuş almış. Bak da doğru dürüst öğren diye. Oyuncu olmak istediğimi söyleyince de o zaman okuluna git demişti bana.”

Barlarda şarkı söylüyor
Konservatuvara başladığı sene aynı zamanda barlarda şarkı söylemeye de başlamış Altuğ. Bir arkadaşının babasının kulübünde takılırken bir anda kendini sahnede buluvermiş. “15-20 şarkı ezberlemiş kendi kendimize söylerken, ki o zaman tek amacımız kumsalda kızlara hava atmaktı; bir anda kedimizi sahnede bulduk.” diye açıklıyor bu ilk sahneye çıkma macerasını. Ama böylece ilk kez kendi parasını da kazanmaya başlamış. Ve ailesinin yanından ayrılıp kendine ev tutmuş. “16 yaşındayken babama, ’18 yaşında evi terk edebilir miyim?’ diye sormuştum.
Babam da, ‘eğer öyle bir gücün olursa terk edersin tabii’ demişti. Ben 18’ime gelince her şey değişecek sanıyordum. Hiç bir şey değişmediği gibi beş kuruş da param yoktu o yaşta. Evden ayrılmam 21-22 yaşlarında oldu. O da müzik sayesinde, barlarda şarkı söyleyerek para kazanmaya başladım ve Ortaköy’de bir ev tuttum kendime.”
1995 yılından itibaren dönemin ünlü sanatçılarına vokal yapmaya başlamış Emre Altuğ. Sezen Aksu’dan Nilüfer’e, Sertab Erener’den Leman Sam’a kadar pek çok sanatçıya vokalistlik yapmış. Ama aynı zamanda Dormen Tiyatrosu’nda çeşitli oyunlarda da rol alıyormuş. İlk sahneye çıktığı oyun ise, “Şarkılar Susarsa” adlı bir müzikal. Yazları da yine Haldun Dormen önderliğinde kurdukları amatör tiyatroyla Assos’tan Bozcaada’ya, Adana’dan Mersin’e kadar Türkiye’nin pek çok yerini dolaşıyorlarmış. Ekipte kimler yokmuş ki: Şebnem Sönmez, Olgun Şimşek, Güneş Berberoğlu… “
Bunlar bu dönemin çok ciddi oyuncuları. Ben onları çok tehlikeli oyuncular olarak tarif ediyorum.” Neden tekrar bir araya gelmiyorsunuz sorumuza ‘Neden olmasın’ diye cevap veriyor Altuğ.

Tiyatro hocalığı
Altuğ, konservatuvar son sınıfta öğrenciyken Şişli Terakki Lisesi’nden tiyatro hocalığı teklifi gelmiş. “Çok keyif alarak yaptığım bir görevdi” diyor bunun için ve ekliyor “Şu anda hala tiyatroya devam eden dört oyuncu çıkardım o dönem.” Konu tiyatro olunca Altuğ heyecanını gizleyemiyor. “Şu anda gittikçe çoğalan, yeni tiyatro gurupları var, bu beni heyecanlandırıyor. Bu sene doğru zaman mı tiyatro yapmam için henüz onun kararını vermedim ama beni çok heyecanlandıran birkaç proje var”
Emre Altuğ’un konservatuvardan mezun olması biraz uzun sürmüş ve maceralı olmuş aslında. Bakın nasıl: “Üniversite dönemi öyle bir şeydir ya hani, anarşistsinizdir biraz. Her şeye isyan edersiniz, ota çamura… Dördüncü senemdi, tam mezun olacakken karşılaştığım saçma sapan bir kural hatası yüzünden sinirlendim ve bıraktım gittim. Tabii suç yine benim aslında, bu kadar önemsenecek bir hata mıydı hala tartışırım yani. İki seneye yakın ara verdikten sonra bakanlar kurulu kararı çıktı da sınavlara girip mezun olabildim. Ondan sonra da hayat başladı zaten.”

Beste yapmaya başlıyor
Bu arada konservatuvardan birkaç hocası eğer müziği bırakmazsan okuldan mezun olamazsın demişler Emre Altuğ’a. Ama onlara inat bırakmamış müziği Altuğ. Tam da pop müziğin çok hareketli olduğu dönemlerden bahsediyoruz. “Tam ben bu mesleği yapmaya karar vermişim birileri çıkıyor ‘Kıl oldum abi’ diyor, ben ona kıl oluyorum… Öbürü çıkıyor ‘Benimle oynama’ diyor, seninle oynayan kim diyorum… Üstelik benden de küçük çocuklar hepsi aramızda iki üç yaş var. Bir yandan birileri diyor ki neden albüm yapmıyorsun. Bak herkes yapıyor zaten diyorum. Yıllar sonra kendimi şöyle bir sorgulayınca anladım ki cesaret edememişim o dönem. Ya başarılı olamazsam diye korkmuşum. Sonra aradan yıllar geçti, Sezen’e (Sezen Aksu) kadar geldi iş, hadi sana albüm yapalım dedi Sezen.”
Ama ne yazık ki gerçekleşememiş Sezen Aksu ile albüm yapma projesi. Onun sebebine geleceğiz ama önce beste yapmaya nasıl başladığını dinleyelim isterseniz. “Tam bu arada bir arkadaşım dedi ki, ‘Sen albüm yapmaya karar verdin ama beste, söz var mı? El alemin bestesini mi söyleyeceksin? Hem oyuncusun hem müzisyensin, hiç mi söyleyecek lafın yok?’
Emre Altuğ’a bu söylenir mi? Söylenmez tabii… Sizce ne yapmış olabilir? “Bu söz bana biraz ağır geldi. Hemen o akşam beste yapmaya başladım. “Hep gitarı aldığımda başkalarının şarkılarını çalıp söylemişim onu fark ettim. o akşam ilk defa kendi cümlem çıktı, kendi melodim çıktı.”

Sezen Aksu’suz albüm
Her şerde bir hayır vardır derler ya hani bu da biraz öyle olmuş galiba. Tam Sezen Aksu’yla albüm yapacaklarken Onno Tunç’un ölüm haberi gelmiş. Albüm için repertuar çalışması yapacakları günün bir gün öncesi yani. “O andan sonra da her şey durdu zaten, Sezen durdu… Üç dört ay hiç sesimi çıkarmadım saygımdan çünkü görüyordum bitik vaziyetteydi. Dört ay sonra kendi yolumda ilerlemeye karar verdim ve gittim Sezen’e dedim ki, ‘Benim kafama koydunuz bir kere bu meseleyi, ben kendi yolumda ilerliyorum’. ‘Eğer psikolojim el verirse ben de yanında olurum’ dedi bana.”
Ama daha sonra Sezen Aksu’yla iş anlamında hiçbir bağı olmamış Emre Altuğ’un. Ondan hiç şarkı istememiş mesela. Adı hep Sezen Aksu ile anılan genç sanatçılar topluluğu vardır ya hani, acaba o guruba mı dahil olmak istememiş Altuğ? “Belki de” diye yanıtlıyor sorumuzu, “Hep kendi kendimi var etmek istedim. Birinin bestesiyle bir yerlere gelme fikri çok doğru gelmedi bana. Madem ben de söz yazıyorum, beste yapıyorum.”

Özel hayat çok özeldir
İlk albümü “İbret-i Alem” çıkarmış böylece. Ve albüm satış rakamından çok daha fazla ses getirmiş; Emre Altuğ’a şöhretin, popülerliğin kapılarını açmış. Peki bu popülariteyi nasıl karşıladınız, normal hayattan öbür tarafa nasıl geçtiniz sorumuza da ilginç bir yanıt veriyor sanatçı:”Geçmedim ki! Hep ortada kuyu var yandan geç durumu yarattım, o kuyuya düşmemek için. Hiçbir zaman öyle star havasına falan girmedim. Öğrenemedim ama kabul etmek zorunda kaldım bazı şeyleri.
Şöhret benim yaptığım işin yan etkisi sadece. Ne kadar havaya girmen gerektiğini, ne kadar girmemen gerektiğini sen seçiyorsun.” İşte şöhretle olan ilişkisini böyle açıklıyor Emre Altuğ. Ama şu da var ki, ünlü olmak demek isteseniz de istemeseniz de özel hayatınızı diğer insanların gözü önünde yaşamak oluyor biraz da. Özellikle bizim ülkemizde bu böyle… Altuğ özel hayatının bu kadar deşifre edilmesinden fena halde şikayetçi… Bu konuda bu kadar dertli olan birine yaşadığı ilişki ile ilgili soru sormak biraz zor tabii. Ama biz yine de sözü bu hassas konuya, Çağla Şikel’le yaşadığı ilişkiye getiriyoruz.
Ve bakın neler duyuyoruz: “İki tane medyatik insanın birlikte olması zaten başlı başına bir haber biliyorum. Ama biz daha yaşadığımız şeyi kendimize tanımlayamadan insanlara nasıl tanımlayacaktık? Ben bu ilişkiyi her şeyiyle kabullenip ortaya çıksaydım, duymak istedikleri ikinci haber ayrılık haberi olacaktı. Bunun için de uğraşılacaktı. Şimdi de uğraşılıyor. En yakın arkadaşlarımızla adımız çıkartılıyor. Ben niye cıvık cıvık yaşayayım ki ilişkimi, insanların gözü önünde! Yaşayan yaşasın ama ben sevmiyorum bunu! Erkek adamın çıkıp da sevgilisi hakkında car car konuşmasından hoşlanmıyorum. Onun için de çok fazla konuşmak istemiyorum.
Ben hiçbir şey söylemeden ağzımdan bin tane laf yazıldı. Yok, ‘Benim kariyerim mahvolur demişim, yok evlenilecek kız var, eğlenilecek kız var’ demişim. Ben bir şey söylemeyince de böyle şeyler yazıyorlar ve insanlar inanıyor bunlara. O kadar ahlaksızca üzerimize geldiler ki! Ne yapayım yani, gücüm yetmez bunlara, gazetem yok ki benim. Kimse beklemesin ki, ayrıldığım zaman da basına faks çekip bildireceğim.”

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Eylül 2007

RÖPORTAJ NOTU: Bu röportaj yapıldığında Emre Altuğ henüz evli ve çocuklu bir adam değildi... Neden bilmem ama aşırı kontrolcü bir adam izlenimi bırakmıştı bende...

Vildan Atasever

“Her gün biraz daha büyüyoruz yaşadıklarımızla”


Buket, Handan, Beyaz, Uğur ve şimdi de Güneş… Bunlar Vildan Atasever’in bugüne kadar canlandırdığı kadınlar… Hep farklı kadınları, farklı hayatları oynamayı seviyor o… Oynadığı her rolle birlikte biraz daha büyüyor, biraz daha tecrübe kazanıyor… Bir Çin atasözünü hatırlatarak bize, “Tecrübe insanın hayatında yediği kazıkların toplamıdır” dese de, yaşadığı her olaydan bir şeyler öğrenmeyi becerebilen kadınlardan Vildan. Cıvıl cıvıl, yaşam dolu, içten ve samimi… Yapmacıksız ve doğal… Kim bilir başarısının sırrı burada saklıdır belki de…

“Ben artist olacağım”
26 Temmuz 1981 yılında Bursa’da dünyaya gelmiş Vildan Atasever. Babası memur olduğu için birçok şehir dolaşmışlar ama “Bursa’ya denk getirmişler beni” diyor gülerek. Beş kardeşler, ailesi Erzurumlu… Daha okuma yazmayı bile öğrenmeden oyuncu olmayı kafasına koymuş Vildan. Altı yaşındayken, ablası onu okula yazdırmak için götürdüğünde, “Beni okula götürme, ben artist olacağım” diye tutturmuş.
“Çok fazla film seyrediyordum. Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Türkan Şoray, Gülşen Bubikoğlu… Onların filmleriyle büyüdük biz, hepsine hayrandım. ‘Ben de büyüyünce oyuncu olacağım’ derdim. Çocukluğumdan beri bu mesleği yapmak istiyordum, o yüzden de okul hayatım çok başarılı geçmedi. Çünkü aklım hep oyuncu olmaktaydı.” İşte bu oyunculuk sevdası yüzünden okul hayatı boyunca tiyatro kolundan tutun da Türk halk müziği ve Türk sanat müziği korosuna, halk oyunlarına kadar pek çok etkinliğin içinde yer almış Vildan.  

Urfa sokaklarında
Aslında Vildan Atasever adını “Kadın İsterse” adlı diziyle duymuş olsak da, bu diziden önce Kutluğ Ataman’ın yönettiği, Perihan Mağden’in romanından sinemaya uyarlanan “İki Genç Kız” adlı filmle başladı onun oyunculuk kariyeri.  İlk sinema filminin ona altın portakal kazandıracağından habersizdi o günlerde tabii… Ve her iki yapımda da Hülya Avşar’ın kızını oynamak düştü ona. “Büyük bir tesadüftü benim için ve beni çok heyecanlandırmıştı. Ama ikisi de çok farklı rollerdi aslında. Oyunculuk açısından beni çok geliştirdiğine inanıyorum.” diyor Atasever.
Ama geçtiğimiz sezon yayınlanan ve töre cinayetlerini konu alan “Yaralı Yürek” adlı dizide bu defa bambaşka bir Vildan izledik. “Yaralı Yürek” dizisi Urfa’da çekiliyordu önce. Anımsarsınız bir grup Urfalı film ekibine saldırmıştı hani, “Urfa’yı ve Urfalıları kötülüyorsunuz” diyerek… Sonra da dizi Ürgüp’e taşınmıştı. Gelin şimdi Vildan’dan dinleyelim “Yaralı Yürek” günlerini… “Bir töre dizisiydi ‘Yaralı Yürek’. Ben Urfa’ya gittim ve gördüm, gerçekten öyle şeyler yaşanıyor. Ama sadece Urfa’da değil İstanbul’da da yaşanıyor bunlar. Tepki gördük Urfa’da. Onlar diziye karşı değillerdi, o dizinin Urfa’da çekiliyor olmasına karşıydılar.”
Ama çok güzel şeyler de yaşamışlar Urfa’da, güzel anıları da var o günlere dair… “Sokakta yürürken çay ikram ediyorlardı, mırra ikram ediyorlardı. Bir gün bir kadın geldi sete. Göğsüne vura vura ‘Ben seni izlerken göğsüme vurmaktan göğsüm acıyor. Biz bunları yaşıyoruz kızım’ dedi. O anda sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim.”

Çok konuşulan portakal
Gelelim “Altın Portakal”a…  “İki Genç Kız” filmindeki rolüyle 2005 yılında Antalya Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Portakal ödülünü kazandı Vildan Atasever. Daha doğrusu ödülü Beste Bereket’le paylaştı. Ve yine anımsarsınız, o dönem bu ödül epey tartışılmıştı. Kimileri hak etmediğini düşündü, kimileri öfkelendi, laf attı… Oldukça konuşuldu bu ödülle ilgili, yazıldı, çizildi… Peki, bu dönemde neler yaşadı acaba Vildan, neler hissetti?
“Antalya Film Festivali’ne gideceğimizi festival döneminde öğrendim. Film festivaline de o havayı koklamak için gitmiştim, ödül alırım diye değil. Kutluğ Ataman gibi bir yönetmenle çalışmış olmak en büyük ödüldü benim için zaten.” Böyle diyor genç oyuncu ama o gün yaşadığı heyecanı hayatı boyunca unutamayacağını da vurguluyor. Ödül töreni sırasında adı açıklandığında bakın neler hissetmiş: “Hayatım boyunca bir daha yaşar mıyım bilmiyorum ama müthiş bir geceydi… Hiç beklemediğim bir şeydi ödül… Beste Bereket’in ismi okunurken ayakta alkışlıyordum, yapımcımız sırtıma dokundu o sırada, ‘Sahneye çıksana, sen de ödül aldın’ dedi bana. Başladım ağlamaya… O kadar büyük bir sürpriz olmuştu ki benim için daha önceden düşünseydim ödül alabileceğimi bu kadar güzel bir heyecan ve mutluluk yaşayamayacaktım herhalde. Ayrıca hak, hukuk diye bir şey yoktu ki bu olayda. Orada bir jüri vardı ve ödülü onlar verdi sonuçta. O zaman o mutluluk sarhoşluğuyla söylenen hiçbir şey kötü gelmedi bana, çünkü çok güzel bir şey yaşıyordum… Ben iyiydim, enerjim iyiydi, ödülümü almıştım ve mutluydum…”
İşe bakın ki, geçen yıl da, bu defa ödülü neden onun almadığı konuşulmuş. “Yani alsan kabahat, almasan kabahat” diyor gülerek.

Kader’in Uğur’u
“İki Genç Kız” filmi ve buradaki başarısından sonra sırada yine bir sinema filmi ve yine bir ödül bekliyordu Vildan Atasever’i. Bu defa Zeki Demirkubuz’un yönettiği “Kader” adlı filmde, Uğur karakteriyle çıktı karşımıza. Yine harika bir performans, yine mutlu eden bir ödül… “Hikayeye çok inanmıştım okuduğumda. Hayatta böyle şeyler yaşamamış olabiliriz ama hepimiz kadınız; bir kadının aşık olduğu zaman neler hissedebileceğini, nasıl sevdiği adamın peşinden gidebileceğini biliyoruz. Oyuncuyum ben, insanları izlemeyi, hikayeler dinlemeyi seviyorum. ‘Ben Uğur olsaydım eğer nasıl biri olurdum?’ diye sordum kendime ve o rol öyle çıktı.”
Eğer “Kader” filmini izlemediyseniz mutlaka bir yerlerden bulun ve DVD’sini izleyin… Aşka bakışınızı bile değiştirebilecek bir film “Kader”… Her izlediğinizde aşkla, tutkuyla, insanlığın halleriyle ilgili farklı bir şey keşfedebileceğiniz bir film… Ama eğer mümkünse yine Demirkubuz’un yönettiği “Masumiyet” adlı filmi de bulun ve ikisini arka arkaya seyredin olmaz mı?
Neyse biz tekrar dönelim söyleşimize… “Kader” filmi Vildan Atasever’e 18. Ankara Uluslararası Film Festivali’nden yine En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırdı. Ama bu defa herkes ödülü hak ettiği konusunda hem fikirdi… Patırtı kopmadı yani…

Şimdi de Güneş
Şu sıralar Kanal D’nin yeni ve iddialı dizisi “Bıçak Sırtı”nda Güneş karakteriyle izliyoruz Vildan Atasever’i. “Güneş, kadınlığı henüz çözememiş bir genç kız aslında. Ama çok güçlü bir karakter… Hırslı, idealist, kafasına koyduğunu yapan biri… 13 yaşındayken ‘Ben ağabeyimi hapisten çıkaracağım’ diyor ve bunun için okuyor, avukat oluyor. Avukat olunca da ilk duruşmada ağabeyini hapisten çıkarıyor. Dizinin oyuncu kadrosu çok iyi, senaryo ekibi ve yapım firması da…” İşte böyle anlatıyor Vildan yeni dizisini… Oynadığı her rolün, canlandırdığı her karakterin ona bir şeyler kattığını, onu zenginleştirdiğini düşünüyor. Hep farklı kadınları oynamaktan zevk alıyor bu yüzden… Hep farklı hayatları yaşamak gibi yani…
“Oyuncu hep aynı rolleri oynamak istemez. Farklı bir şey yaratmak ister. Her oynadığımız karakterden bir şeyler öğreniyoruz… Her yönetmen, her senaryo bir şeyler öğretiyor bize. Mesela ben “Yaralı Yürek”te çalışırken Ürgüp’te bir sürü şey öğrendim. At binmeyi öğrendim, ebru sanatına başladım, artık ebruli yapabiliyorum. Seramik yapmayı öğrendim. Tecrübelerimizle büyüyoruz, her yaşadığımız bir şey öğretiyor bize… Ve o öğrendiklerimizle yeni adımlar atıyoruz. Bunu da oyunculuğumuza aktarıyoruz…
“Kadın İsterse” de oynayan Vildan’la, şimdiki Vildan çok farklı tabii… Çünkü büyüdüm ben… O süre içinde evlendim, boşandım… Boşanmanın ne demek olduğunu biliyorum artık. Büyüyorum… Yaşadıklarımı mesleğime aktarıyorum, mesleğimden öğrendiklerimi yaşamıma… İleride gurur duyacağım, izlerken mutlu olacağım işlerde yer almak istiyorum.”

Biliyor muydunuz?
Vildan Atasaver’in
-       Aslan burcu olduğunu,
-       Haksızlığa asla tahammül edemediğini,
-       Kavga eden iki köpek gördüğünde koşup ayırmak istediğini,
-       Evde vakit geçirmeyi çok sevdiğini,
-       Son günlerde izlediği filmler arasında en çok, Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği “Yumurta” adlı filmi beğendiğini biliyor muydunuz?

Aşk, evlilik ve ayrılık
 “Ben çok sevmiştim eşimi, hala da çok seviyorum. Şükürler olsun ki, öyle bir insan oldu hayatımda. Çok küçüktüm ben, aşık oldum, sevdim ve eşim ‘Benimle evlenir misin?’ dedi, ben de ‘Evet’ dedim. Biz yedi yıl birlikte olduk. Birbirimizi büyüttük, birbirimizden çok şey öğrendik. Ama bitmesi gerekiyordu ve bitti. Yani hayatta olması gerektiği gibi yaşıyoruz her şeyi. Evliliğimizi bitirdik ama bu demek değil ki birbirimizden nefret ediyoruz. Biz çok güzel şeyler yaşadık… O benim hayattaki en önemli dostlarımdan bir tanesi.”

RÖPORTAJ NOTU: Vildan Atasever'le bu röportajı, ilk eşinden yeni boşandığı günlerde yapmıştım. Eşim diye bahsettiği kişi ilk eşi yani, şimdiki eşi İsmail Hacıoğlu değil...

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ekim 2007

21 Aralık 2011 Çarşamba

Metin Uca

“Ben yalnız bir sokak kedisiyim”

Biz ‘kadınlar’ dedik o ‘sosyal demokratlar’ dedi, biz ‘aşk’ dedik o ‘papağanım Tayyibe’ dedi. Böylece sürüp gitti söyleşi. Sık sık kahkahalarla  ve ‘bip’ sesleriyle kesilse de… Bip seslerinin hangi kelimelere denk geldiğini siz bilemeyeceksiniz ne yazık ki. Hem istesek de olmaz, yerimiz dar… Çünkü Metin Uca, “Kırkından sonra saz çalınmaz” dese de sazı aldı eline ve sözü bırakmadı… Ve tadı tuzu yerinde bir söyleşi çıktı ortaya.

Aşk çocuğu
“1961 yılının hisli bir Kasım akşamı İstanbul’da, küçük bir bürokrat ailesinin ilk çocuğu olarak başlıyor benim hikayem. Ailenin ilk çocuğu ve aşk çocuğu.” Ama çocukluk anıları Ankara’dan başlıyor. Babasının görevi nedeniyle İstanbul’dan Ankara’ya gitmişler çünkü. Babası Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde Sağlık İdarecesi olarak görev yapıyormuş. “Ankara’da Söğüt Caddesi’nde bir çatı katında oturuyorduk. Söğüt’ün köklü ailelerinden birinin kızıyla, Hakkari’li bir ‘züğürt ağa’nın oğlunun ilginç aşk evliliğinin çocuğuyum ben. Ortaokul Sosyal Bilgiler kitabındaki gibi bir aileydi bizimkisi. Anne turşu kurar, baba işe gider. Küçük bir memur ailesi işte.”
Mutlu bir çocukluk yaşamış Metin Uca. Kendi yaptığı oyuncaklar, teneke arabalar ve çok sevdiği trenlerle geçen çocukluğunu özlüyor sanki. Sonra bir kız kardeşi gelmiş dünyaya, ondan üç yaş küçük. Kardeşini kıskanmamış hiç ama bazı küçük yaramazlıklarını da itiraf ediyor. “Sadece iki şeyini çaldım kardeşimin. Çikolatalarını ve muzlarını. Ama şimdi o açığı sevgimle kapattığımı düşünüyorum.” Güzel geçen çocukluğu çalkantılı bir döneme denk gelmiş aslında. “Cin Ali kitaplarının ve ’Ali topu tut’, ‘Baba bana bal al’ cümlelerinin fiş halinde okutulduğu bir hayat. Bir memur ailesinin çocuğu olarak daha eşitlikçi daha özgür bir Türkiye arayışında geçen yıllar. İlk gençlik, ilk aşklar, ilk kavgalar, ilk hayal kırıklıkları ve adam olamamalar hepsini Ankara’da yaşadım.”

Unutulmayan bir fotoğraf
O çalkantılı yıllardan belleğine kazınmış bir fotoğraf var Metin Uca’nın. “Babamın elinden tutmuş, Ulus’ta yağmur altında ‘Halkçı Ecevit’ diye bağırdığım o günü hiç unutamıyorum. O benim için çok nahif, çok unutulmaz bir anıdır. Yeni umutlar, yeni hayaller vardı, herkesin daha iyi koşullarda yaşamasına, daha iyi bir dünyaya dair.  İşte ben o günden beri sosyal demokratım. Hiç değişmedim. Hala öyleyim, her şeye rağmen öyleyim. Çünkü eğer ülkem insanı için iyi şeyler yapmaya çalışıyorsam, hala bir romantizm taşıyorsam içimde bunu sosyal demokrat olmaya borçluyum.”

Gazetecilik aşkı
1979 yılında İstanbul teknik üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünü kazanınca biraz ürkerek gelmiş doğduğu şehir olan İstanbul’a. 1984 yılında üniversite bitince de, sınavı kazanarak Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nda arama gurubu jeotermal enerji müdürlüğünde altı ay mühendislik deneyimi olmuş. Ama aklı fikri gazetecilikteymiş Metin Uca’nın. “Ben bir şeyi iyi yapamayacaksam, başaramayacaksam yarı yolda bırakmayı severim. Bunu hayatımın değişik evrelerinde yapmışımdır. Çalışma koşulları, bana dayatılan yaşam biçimi istediğim gibi değildi. Ben insanları, onların öykülerini anlamayı ve anlatmayı seviyordum çünkü. Biz ve onlar ayrımını yaşamış, Türkiye’yi anlamadan, kendini kurtarmadan, hayatı anlamaya ve Türkiye’yi kurtarmaya çalışan bir kuşak olarak 1980 darbesinde çok ciddi bir şok yaşadık. Hayat çok farklıydı o dönem. Bir yandan yeniliklere açıksınız, değişimi anlamaya çalışıyorsunuz, Türkiye’yle ilgili beklentileriniz, umutlarınız var. Ve ben karar verdim bunun en iyi gözlenebileceği yer gazetecilikti.” 
Ama mühendislik eğitiminin ona kattığı artıları da eklemeden geçemiyor:”Şu anda eğer bilimsel bir kuşkuculuk, neden sonuç ilişkisi, asla itaat etmeme ve aklına takılan soruları yüksek sesle paylaşma özelliği taşıyorsam bunu aldığım bilimsel eğitime borçluyum. Tam da ılımlı İslam’la birlikte itaat toplumunun yaratılmaya çalışıldığı, sesinin çıkarılmamasını insanlara öğretildiği, bana dokunmayan yılan bin yaşasın lafının hayat felsefesi olarak dayatılmaya çalışıldğı bir ortamda ben hiç üstüme vazife olmayan şeyler hakkında konuşmaya ve hayır demeye devam ediyorum. Bundan sonra da devam edeceğim.”

Mesleğe ilk adım
Bu arada Metin Uca’nın üniversitede okuduğu yıllarda TOBAV’ın kurslarına katılarak üç yıl boyunca Nesrin Kazankaya, Tamer Levent gibi hocalardan tiyatro eğitimi aldığını da öğreniyoruz. Neyse dönelim yine gazeteciliğe. İçinde depreşen gazetecilik aşkına daha fazla dayanamayarak Anadolu Ajansı’nın açtığı sınavı üçüncülükle kazanarak burada çalışmaya başlamış. “Karşılarında jeoloji ve tiyatro eğitimi almış, ağzı laf yapan hatta ukala, garip bir adam buldular. Ve ben Anadolu ajansında önce Ankara’dan kültür sanat haberleri yaparak başladım.” Ve gazetecilik hayatının üçüncü yılında ‘Türk adımlı bale’ haberiyle Bülent Dikmener haber ödülünü kazanmış. “Benim için çok önemli bir ödüldü o. Bundan sonra hayat şekillenmeye başladı benim için.” Ardından başka ödüller gelmiş ama bir gün ödül aldığı bir haberle, ceza alınca artık yeter demiş ve ayrılmış Anadolu Ajansından.

Televizyon macerası

Öykünün bundan sonrasına çoğumuz tanığız aslında. Özel televizyonların yeni yeni açılmaya başladığı doksanlı yılların başlarında Metin Uca, yaptığı ilginç haberlerle evlerimize konuk olmaya başlamıştı çünkü. Özellikle Kanal D’ye transfer olduğu 1994 yılı onun kariyerinde çok önemli bir yıl olmasına rağmen, yaşamında anımsamak istemediği kötü anılar da var o yıla ait. 18 ay arayla çok sevdiği annesini ve babasını kaybetmiş. Çok sallantılı bir dönem geçirmiş ondan sonra. Ama sığındığı şey, ilacı mizah olmuş. “Gülmece, mizah hem kötüye, namussuza karşı durmak için hem de içindeki acıyı unutmak için en sağlam yoldur.” Böylece televizyonda gülmece unsuru taşıyan haberler yapmaya başlamış. Haberin yazım biçimiyle olsun sunumuyla olsun insanlara ‘Kim bu çocuk?’ sorusunu sordurtmayı başarmış Metin Uca.
O dönemi anlatırken,  “Benim zaten içimde var olan gülmece duygusu ve toplumsal eşitsizlikleri anlatma merakı bir araya gelince ortaya gülmece unsuru taşıyan haberler çıkmaya başladı. Yani hayatın komiği ekrana yansımaya başlıyor. İçinde kurgu yok, olaylar zaten komik, Türkiye’ye özgü şeyler. Bunların içine biraz da siyasi hiciv katıldı hepsi o. Bunlar yeniliklerdi ve bu yenilikler beni hep üst noktalara, iyi yerlere getirdi.” diyor. Kanal D’nin ardından Kanal 6 sonra ATV derken Metin Uca artık ekranların sevilen ve aranan bir yüzü olmaya başlamış zaten. Ama yaşamda güzelliklerle acılar  iç içe. İşte Metin Uca’nın yaşamında da bu güzel başarıların yanı sıra tatsız sürprizler de olmuş elbet.

Acı tatlı günler
“Çok büyük bir trafik kazası geçirdim ve ölümden döndüm. Altı aylık bir felç dönemi yaşadım. Ama bu da önemli bir deneyimdi benim için. Kendi başıma kalmayı ve kendi kendime yetmeyi öğrendim böylece. Ben yalnız bir sokak kedisi olmayı her zaman tercih ederim.” Sol kolunu kullanamıyormuş o dönem. Üstelik o bir solak. Ama o halde bile hala program sunmaya devam etmiş. Ardından da yaklaşık üç buçuk ay süren bir işsizlik dönemi başlamış. Bakın o zor günleri nasıl anlatıyor: “O dönem otelde yaşıyordum ve çok zor günler geçirdim. Öyle ki ‘Akşam yemeğinde simit yiyeceğim, peki ama yarın?’ diye düşünüyordum. Üç gün sonrasının parası yoktu cebimde.” Ardından da tekrar güzel günler…Star Tv ve ‘Pasaparola’ macerası başlamış. Ve pasaparola ile birlikte bir anlamda şov dünyasına da adım atmış ve daha farklı bir izleyici kitlesiyle buluşmayı başarmış. Daha tanıdık ve sevilen bir televizyoncu olduğunu hissetmiş.

 Sevimli ama yaramaz
“Başarı üzerine endekslenmiş bir hayatım yok ama başarının yaşamımda çok önemli bir yeri var. Başarıdan kastım tanınıyor olmak değil, seviliyor olmak.” O, ailenin her şeyi söyleyen yaramaz, sevimli ama efendi çocuğu. Kimi yerde fırlamalık yapar ama büyüklerine çaktırmaz. Onun uğraştığı mahallenin kötü çocukları. “Ben hayatımda 9-10 kere kovuldum. Hiç pişman değilim. Benim yirminci köye kadar yolum var galiba. En sonuncusu da Pişti programıydı. Program önerisini ben getirmiştim. Hayata dair her şeyin konuşulduğu bir program yapalım dedik. Ama öyle olmadı, öyle olmayınca da diğer magazin programlarına benzemeye başladı. Son yaşanan tartışmadan sonra da…” Metin Uca o tartışmadan sonra programdan ayrıldı. Ama inanmak istemediği tek bir şey var. Kanalın sahibine şikayet edilmiş olması. Her ne kadar programdan kendi isteğiyle ayrılmış olsa da, bu şikayet söylentisi canını epey sıkmış.

Aşure gibiyim
Peki bütün bunların arasında aşk nerede diye soruyoruz ve kaçamak bir cevap alıyoruz. Hayatının kadını Tayyibe’yi anlatıyor bize. Hayır o bir kadın değil, papağanı. “Sağlıklı bir Türk erkeği olarak kadınlarla ilişkilerimde yapılması gereken bütün yanlışları yapmışımdır. Benim bütün sevgililerim dört dörtlüktü aslında. Ama hep dürüst davrandım kadınlara karşı, ne istemediğimi başından belirttim. Ve asla onların istediği kalıba bürünmedim. Ben eğer hayata macera olarak bakıyorsam, o kişi hayatımın ecesi olmuyor ama hayatımı renklendiren bir unsur oluyor.
Hayatım hiç hayal kırıklığı üzerine geçmedi, hiç pes etmedim. Bundan sonra da yanlışlar yaparsam eğer küçük bir çocuğun nahifliğinde olur. Şu aralar elde ettiklerimin değerini bilip, hayatımı temize çekerken, yaşadığım zenginliklerin ne kadar beni ben yaptığını anlıyor ve bunun keyfini yaşıyorum. Bugün bir şey olsa, ölsem öyle gözümün açık kalacağı pek bir şey yok. Bu yüzden de kırk yaşından sonra saz çalınmaz ama kırk yaşından sonra pilot olmaya çalışıyorum, uçuş dersleri alıyorum. Bir de müzik öğrenmek, piyano çalmak istiyorum. 
Ben çok renkli çok sesli bir insanım. Kimi zaman uzak bir kentte, bir sabahçı kahvesinde oturup insanlarla muhabbet etmeyi severim, kimi zaman dostlarımla Cenevre’de bir kafede sohbet etmeyi. Risotto da severim tereyağlı pilav da…Beethoven da dinlerim, Ali Ekber Çiçek’den bir türkü de…Favori yerim, favori müziğim, favori yemeğim yoktur o yüzden. Böyle pek çok şeyi kucaklama çabasını bir zenginlik olarak görüyorum. Aşure gibi hissediyorum kendimi ama iyi yapılmış bir aşure. Kötü yapılmış aşurede sadece bir şey ağır basar ve tadı bozar. Oysa iyi yapılmış bir aşure çok lezzetlidir. Hayat zaten birbiri ardına bağlanmış küçük mutlu zaman dilimleri değil midir?”

Metin Uca hakkında bilmedikleriniz…
Yılmaz Erdoğan’la baba tarafından akraba olduklarını…
42 yaşında ilk defa kendi kullandığı uçakla uçtuğunu…
En büyük isteğinin çok iyi piyano çalmak olduğunu…
Üç buçuk yıl boyunca çeşitli otellerde yaşadığını…
Ve en ilginç iş teklifini Milliyet Gazetesi’nin erkekler tuvaletinde aldığını (Ertan Karasu, Kanal D haberlere geçmesini teklif etmiş)

Bir aşk anısı
“Torbadaki tek yeri kurada çekerek Van’ın Erciş ilçesinde yaptım askerliğimi. O dönemde büyük bir aşk yaşıyordum. Ve aşık olduğum kız için her Cuma gecesi Van’dan otobüse binerek 24 saatlik yolculukla, Ankara’ya geliyor, sevdiğim kızı görüp  yanağına bir öpücük kondurarak tekrar otobüsle Van’a geri dönüyordum. Erciş Seyahat zengin olmuştu sayemde.”


BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Temmuz 2006


RÖPORTAJ NOTLARI: Metin Uca'yla bu röportajı yapalı neredeyse 6 yıl oluyor...Ama daha dün gibi aklımda... Metin Uca sormadığım her şeyi yanıtlamış, söyleşi 3 saat falan sürmüştü. Fotoğrafları çeken sevgili arkadaşım Koray Peközkay beni kaderimle baş başa bırakıp gitmiş, o andan sonra da Uca'yı susturmak mümkün olmamıştı...Kaseti çözerken intiharın bazen en iyi çözüm olduğunu düşünmüştüm..;))

Barış Falay

“Bana hiç benzemeyen adamları oynamak istiyorum”


İki yıldır her Salı akşamı bizleri ekranlara kilitlemeyi başaran bir dizi var: Aliye. Hikaye o kadar güzel, oyuncular o kadar sahici ki, onlarla yatıp onlarla kalktık, onlarla ağlayıp onlarla güldük iki yıldır. Ama içlerinden bir tanesi var ki, her defasında ‘Bir insan bu kadar mı doğal oynar’ diye düşündürdü bize. Önce kötü adam olarak tanımıştık onu. Sonra o kadar da kötü olmadığını gördük. Derken iyiliğin ve kötülüğün bir takım koşullara bağlı olduğunu, aslında kötü sandığımız bir insanın da ne kadar iyi olabileceğini gösterdi bize. Tıpkı hayatın kendisi gibi… Az sonra okuyacağınız söyleşi sırasında anladık ki, ‘Mücahit’ rolüyle gönlümüze taht kuran Barış Falay bizi daha çok şaşırtacak.

Oyunlar kuran bir çocuk
1972 yılında Edremit’te doğmuş Barış Falay, memur bir ailenin ikinci çocuğu olarak. Sekiz aylık doğmuş, sezeryanla. Sabırsızlığını da bununla açıklıyor: “Hayatım hep kendime ‘sabretmeyi öğren Barış’ demekle geçti. Ama öğreniyoruz, yaşam öğrenmek zorunda bırakıyor.” Babası memur olduğu için çocukluğu farklı şehirlerde geçmiş. Trakya’dan Diyarbakır’a kadar dolaşmış. Ama o bundan hiç şikayetçi değil. “Farklı kültürlerle yoğrulmak çok şey katıyor insana” diyor. Oynama güdüsü çocukluk yıllarından beri varmış aslında. Hatta bayram ziyaretlerinde ablasıyla birlikte kapı kapı dolaşıp program yaparlarmış. Ablası şarkı söyler o da kendi hazırladığı skeçleri oynarmış. Müthiş paralar da kazanmışlar kendilerine göre. Ta ki bir gün babası durumu fark edip olaya el koyana kadar!. “Eski toprak düzgün adamlardandır babam. Durumu fark ettiğinde tek tek o topladığımız paraları geri vermek zorunda kaldık.”
İlkokul üçüncü sınıfta Ankara’ya gelmişler ve ilkokulu, ortaokulu, liseyi hep Ankara’da okumuş Barış Falay.

Tiyatroyla ilk tanışma
Lise ikinci sınıftayken ışıkçı olarak çağrıldığı tiyatroda, gelmeyen bir oyuncunun yerine sahneye çıkması istendiğinde, ‘Sahne tozunu yutanlar iflah olmaz’ sözünü henüz bilmiyordu herhalde. “Şu rolü markeler misin dediler. Markelemek ne demek dedim, okur musun dediler. Okudum ve çok keyif aldım. Keyif aldığım da belli oldu ki sanırım bir süre sonra o rol bana kaldı.” Tiyatroyla ilk tanıştığı o andan itibaren ‘Benim mesleğim bu’ demiş kendi kendine. “Çok net söyledim bunu, çok kararlıydım. Oyunculuk çok net karar vermeniz gereken bir meslek. Başka türlü oyuncu olunabileceğine inanmıyorum.” Aynı dönemlerde bir de barmenlik macerası olmuş Barış Falay’ın Bodrum’da. “O dönemler Bodrum çok farklıydı. Barlar türlerine göre ayrılırdı. Ben daha çok rock barlarda çalıştım. Akşam üstleri rock barlar sohbet ortamıdır zaten. Ama çok ağır bir meslek. Saatlerce yüksek volümlü müzik dinleyip, alkollü insanlarla uğraşmak gerçekten zor. Ben de öyle çok sakin bir adam değilimdir. Yok dayanamayacağım deyip çıktım bir gün. Zaten mesleğim konusunda nettim, karar vermiştim bir kere tiyatrocu olmaya.”
İzmit’in yeri ayrı
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Oyunculuk bölümünde okurken bir yandan da Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahneye çıkmaya başlamış. Mezun olduktan sonra da çeşitli oyunlarda sahne almış. Derken bir gün İzmit Şehir Tiyatrosu’nun bir sınav açacağını öğrenince hemen sınava girmiş. “Ya askere gidecektim ya o sınava girecektim. Bir deneyeyim dedim ama çok kötü bir sınav geçirdim. Olmayacak dedim kendi kendime çünkü çok başarısız olduğumu düşünüyordum.” Ama bir tanıdığı ona müjdeli haberi vermiş. Kazandığını öğrenince de epey bir süre inanamamış gerçekten sınavı kazandığına. “O zamanlar ilk kurucusu ve başındaki kişi Işıl Kasapoğlu’ydu. Gençlerden kurulu bir ekipti ve kalıplaşmamış bir yapıydı. O yüzden de çok heyecan vericiydi benim için, denemek istedim.” Ve 10 yıldır İzmit Şehir Tiyatrosu’nun kadrosunda oyunculuk yapıyor Barış Falay. Gerçekten çok ilginç projelere imza atıyorlar ve Türkiye’de yapılmamış ya da az yapılmış işler yapıyorlar. “Biz kendimize inanıp iyi şeyler yapacağız dedik ve bunun meyvelerini İzmit’te topladık. İlk yıllarda on binler civarında olan seyirci bugün yüz altmış bin civarında. Oyunlarımız genelde dolu geçiyor.” Bu yıl geçen dönemden devam eden iki oyunda oynuyor Barış Falay. Birisi ‘Karar Kimin’ diye ötenaziyle ilgili bir oyun. Diğeri ise bir Aziz Nesin Klasiği ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’. Ayrıca bu sezon bir üçüncü oyun daha eklenecek bu listeye. Onu sahnede izlemek için İzmit’e gidemiyorsanız yapacak tek şey oyunların turneye çıkmasını beklemek…

İstanbul’a geliş ve Aliye
Sıra geliyor en merak ettiğinizi sandığımız konuya. Aliye macerası ve Mücahit rolü nasıl başladı acaba? “Aliye’deki Mücahit rolünün geleceği çok belli değildi aslında. 4-5 bölümlük bir roldü. Dolayısıyla beni tiyatroda keşfedip, dur sana göre müthiş bir rol var demediler. Görüşmeye çağırdılar. Yönetmen Kudret Sabancı ve yazım ekibi. Senaryoyu okuduğumda minnacık bir roldü Mücahit ama eğer tiyatro eğitimi aldıysanız, dramatoloji bilginiz varsa şunu görebiliyorsunuz: Evet bu adam ateşleyici bir karakter, sıkı bir karakter yaratılabilir bundan. Böylece vazgeçme şanslarını ellerinden alabilirsiniz. Bakıp bunu söyledim, evet Mücahit müthiş bir adam haline getirilebilir dedim. Bunun da tamamen kuramsal bilgiyle alakalı olduğunu düşünüyorum.” Böylece o ufacık rol, büyüdü büyüdü ve Mücahit’i Aliye’nin vazgeçilmez bir kahramanı, Barış Falay’ı da milyonlarca insanın tanıyıp sevdiği bir oyuncu haline getirdi. İşini iyi yapmaktan ötürü duyduğu sözlerin onu çok mutlu ettiğini söylese de, bu kadar tanınıyor olmanın bir takım özgürlükleri elinden aldığını da itiraf ediyor: “Oyuncunun zorunluluğu hayatı gözlemlemek, farklı insanları demiyorum hayatı seyretmek. Ama tanınmak bunu elinizden alıyor. Yani artık siz hayatı seyredemiyorsunuz, sizi seyrediyorlar.”

Mücahit’ten sonrası
“Çok nankör bir iş oyunculuk. On tane iyi iş yaparsınız herkes bayılır. Ama eğer bir işte beğenmezse seyirci sizi – ki ben henüz kötüsünü yapmadım- yerden yere vurur. Üstelik bizde mesleğiniz eleştirilmiyor sadece, karakterinize kadar iniyor eleştiri.” İşte böyle düşünüyor Barış Falay, belki de o yüzden çok titiz, bundan sonra oynayacağı roller konusunda. Biraz daha radikal, biraz daha uç rolleri oynamayı seviyor. “Çünkü şöyle bir malzemem olduğunun farkındayım: Uç rolleri oynarken doğal olabilmek çok zordur. Bunu başarabiliyorum. Katili oynamak için katil olmak gerekmiyor ki! Gerçek oyuncularda kendisiyle hiç alakası olmayan rolleri oynama tutkusu fazlaca vardır. Ama star sisteminde bu yok. Star sistemi kendinizi oynatıyor size dolayısıyla size senaryo yazılıyor. Halbuki benim oyunculuktan anladığım sizinle hiç alakası olmayan rolleri oynamak. Bir saattir sohbet ediyoruz. Benim hiç Müco’yla alakam var mı?” Gerçekten de bir saattir sohbet ettiğimiz kişinin Mücahit’le uzaktan yakından bir ilgisi yok. “Meselem de bu zaten. Kendime hiç benzemeyen bir sürü adamı oynamak istiyorum. O hayatları yaşamak kadar keyifli bir şey yok çünkü. Dahil olmadığın hayatları yaşamak çok keyifli.” Şu anda Mücahit’le uzaktan yakından alakası olmayan bir adamı oynamak ve sadece inandığı işleri yapmak gibi bir meselesi olduğunu söylüyor. Ama yine de bazı soru işaretleri taşıyor kafasında: “Bekleyip gerçekten süper olacağına inandığım bir iş mi yapayım yoksa… Televizyon nankördür, altı ay iş yapmazsanız sizi kimse hatırlamaz. Yani oyuncu iki arada bir derede kalıyor.”

Eşi de tiyatrocu
Barış Falay kısa bir süre önce kendisi gibi tiyatrocu olan Esra Ronabar’la hayatını birleştirdi. Esra Ronabar’ı Bir İstanbul Masalı dizisindeki ‘Binnur’ rolünden hatırlarsınız. İki buçuk yıllık birlikteliklerini evliliğe dönüştürmüşler. Nasıl tanıştıklarını Falay’dan dinleyelim: “Azizname’yi oynuyorduk. Turneye gelmiştik İsanbul’a Dormen Tiyatrosu’na. Eşim de oyuncu olduğu için, adettir oyuncular birbirlerini kuliste ziyaret ederler tanımasalar da. Oyuna hazırlanırken onu gördüm birden kuliste. “Şahane oldu’ dedim, iyi ki gördüm seni. Ve daha o an karar verdim hayatımın insanı olduğuna. Gariptir hayatta kazandığım şeyler hep en büyük zaafımı yenerek kazandığım şeyler oldu: Sabretmek… Sabretmekten kastım zaman değil, o duygu hali. Yani sakin olmayı becerebilme hali. İşte eşim ve işim bana sabretmeyi öğretti.”
Şimdi ikisi birlikte tiyatroda sahne alıyorlar. Bu arada eşi Esra Ronabay da, yeni sezonda ‘Beyaz Gelincik’ dizisinde oynayacakmış. Bu dizinin izleyicilerine duyurmuş olalım.

Düş kurmak güzeldir
Biraz da gelecekten ve hayallerden bahsedelim diyoruz. “Eiffel’in düşünü kurmadan Eiffel’i kuramazsınız ki” diyor ve ekliyor, “Hayalleri çok önemsiyorum. Birbirinden çok farklı, çok bağımsız rolleri oynamak istiyorum. Bir gün Türk sinema sektörünün gerçekten oluştuğunu, Türk tiyatrosunun dünyayı yakalayabilecek kabiliyette yazarlara kavuştuğunu görmek ve onlarla soluk almak istiyorum.
Sohbeti yine Aliye’yle noktalıyoruz: “Çok keyifli ve heyecanlı bölümler bekliyor seyirciyi Aliye’de. Düğümler teker teker çözülüyor. Son bölümleri oynarken heyecanım çok yüksekti. Aliye çok önemli şeyler söylüyor bence seyirciye. Türkiye’de boşanmış kadının yeniden bir hayat kurabilmesinin ne kadar önemli olduğunu, birçok kişiye kabul ettirmeyi başardı bence. Tek başına bu bile yeterlidir ve çok önemlidir. Aliye hep bir kadın hikayesi olarak düşünüldü. Baktığınızda evet bir kadın hikayesi ve bu yüzden erkeklere çok fazla şey söylüyor.”

Barış Falay’la oyunculuk üzerine
  • Sinema, tiyatro, ya da dizi oyunculuğu… Ben çok ayırmıyorum aslında. Tiyatro oyunculuğunu da kutsallaştırmıyorum. Çünkü kutsallaştırdığımız şeyler, yaşamdan kopardığımız şeyler oluyor. Neyi kendinize tapınak haline getirirseniz onun altında ezilmeye mahkumsunuz.
  • Türkiye’de şöyle bir gariplik var: Siz bir şeyi iyi oynarsanız, sizi o zannediyorlar. Seyircinin beni Müco zannetmesi problem değil ama bu işin içindeki kanal yöneticilerinin, yapımcıların da böyle zannetmesi biraz tehlike arz ediyor. Bu, sinema kültürümüzle alakalı bir durum sanıyorum.
  • Ben oyuncu olarak kimseye hayran olmadım. Bir oyuncu için, birilerini fazlaca beğenmenin ve taklit etmenin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de yeterince Robert de Niro taklitleri var.
  • Bir oyuncu sahneye çıktığında ya da kamera önüne geçtiğinde, ‘Bu işi dünyada en iyi ben yaparım’ demezse, o işi biraz eline yüzüne bulaştıracağına inanıyorum. Mesleğinizi yaparken ‘En iyiyim’ demeniz lazım.
  • Biz insanlara ha deyince göremeyecekleri hayatları sunuyoruz, ha deyince duyamayacakları hikayeleri anlatıyoruz. Hikaye anlatıcılığının önemi burada. Hikayenizi anlatırken işiniz bittiğinde, o hikayenin dışında kendi hikayeniz olduğunu unutmamanız gerekiyor.

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ekim 2006


RÖPORTAJ NOTLARI: Barış Falay'la bu röportajı 'Aliye' dizisinin gözlerde yaş bırakmadığı ve Mücahit tiplemesinin bir fenomen olduğu günlerde yapmıştım. Sigara yasağı yeni yeni başlamıştı ve Hürriyet'in bahçesindeki mis kokulu (!) çadırda konuşmuştuk... Şimdi o çadırın yerinde Kahve Dünyası var...
Röportaj notlarına son not: Şimdi ne o Kahve Dünyası ne de o Hürriyet binası var...