17 Aralık 2011 Cumartesi

Işık sahilini boyayan kadın

Işık Dere Erkal, yaşadığı yeri aydınlatan, çirkinlikleri güzelliklere dönüştüren kadınlardan. Ve onun gibiler sayesinde renkleniyor bu dünya.

Balıkesir’in Burhaniye ilçesine bağlı şirin bir tatil yöresindeyiz. Ören, Edremit Körfezinin kıyısında, Kaz Dağları’nın karşısında, adeta saklı bir cennet. Havanın sıcaklığına rağmen , denizden gelen tatlı bir imbat karşılıyor bizi. Buralarda duvarları ve trafoları boyayan  bir kadın olduğunu öğrendik ve hemen düştük yollara. Işık Hanım’ın evine giderken bindiğimiz taksinin şoförü rengarenk boyanmış trafoları göstererek “Bakın” diyor “Ne güzel çiçek açmış değil mi duvarlar?”
Ören’de Ankara’lı bir kadın… TED Ankara Koleji mezunlarından. Onu buralara kuvvetli bir rüzgar sürüklemiş aslında: Aşk rüzgarı.  Aşık olduğu adamın peşinden gelmiş ve yerleşmiş Ören’e. Adı gibi ışıklı bir kadın Işık Dere Erkal.

Maceracı bir ruh
Henüz ortaokula gittiği yıllarda, ailesi Ören’de bir yazlık almış ve her yaz buraya gelmeye başlamışlar diğer Ankara’lı arkadaşlarıyla birlikte. Ama asıl hikaye yıllar sonra başlamış. Gazi Üniversitesi Resim Bölümü’nde okurken bir kız arkadaşıyla birlikte İstanbul’a gidiyoruz diyerek, sırt çantalarını alıp atlamışlar trene. Işık Hanım’ın maceracı ruhu rahat durmamış ve yolda aniden karar vermiş Ören’deki yazlık eve uğramaya. Yıl 1978, aylardan şubat ve hava buz gibi soğuk. Ama olsun demişler kışın da güzeldir oraları. Trende yaşlı bir adamla tanışmışlar. Adam Burhaniye’de bir avukatın yanında çalıştığını söylemiş ve bir şeye ihtiyacınız olursa çekinmeden beni arayın demiş. Eve gelmişler gelmesine ama anahtar yok. Hemen çözüm bulunmuş. Banyonun camı kırılarak girilmiş eve. Ertesi gün akıllarına gelmiş tabii camı kırdıkları ve taktırmaları gerektiği. Hemen o trende tanıştıkları yaşlı adamın çalıştığı yere uğramışlar. “Meğer orası Halil’in yani sonradan eşim olan adamın hukuk bürosuymuş. Eşimin yanında çalışıyormuş o yaşlı adam. Küçücük bir yer iki tane yabancı kız gelivermiş bürosuna. Hemen yardım etti tabii. Ben değiştiririm camınızı dedi. Neyse gittik eve, o cam değiştiriyor ben arkadaşımla fotoğraf çekiyorum. Çok güzel bir gün batımı var o sırada onu fotoğraflıyorum. Sonra birden dedim ki arkadaşıma, ayıp oldu galiba çocuk avukat, gelmiş camcı gibi bizim camı takıyor. Ama Halil hayatından çok memnundu o anda.”

Öğretmenlik ve annelik
Böylece tanışmış, yaşamının yönünü değiştirecek adamla. Ertesi yaz ailesiyle birlikte tekrar yazlık eve gittiklerinde çoktan başlamış aşkları. Ankara’dan, ailesinden ayrılmak kolay olmamış ama en çok da ikizi Ufuk’tan ayrılmak zor gelmiş ona. Üstelik tek yumurta ikizi onlar. İlk evlendiği yıllarda hemen resim öğretmenliğine tayini çıkmış Işık Hanım’ın. İlk öğretmenliği Burhaniye’de bir ortaokulmuş. Ama o kadar az derse giriyormuş ki Işık Hanım sıkılmaya başlamış bir süre sonra. “İyi ki sıkılmışım, sıkılmalı ki insan bir şeyler ortaya çıkarsın. Sıkılınca daha yaratıcı oluyorsunuz. Büyük şehirlerde yolda harcadığınız, işte harcadığınız, insanlara harcadığınız zaman, küçük yerlerde tamamen size kalıyor. Vakit kalınca da kendinizi sorguluyorsunuz. Örneğin o küçük ortaokulda öğretmenlik yaparken o kadar çok vaktim kalıyordu ki, hep farklı bir şeyler yapmak için kafa yoruyordum.” Derken oğlu Murat gelmiş dünyaya. “Oğlumla hep oyunlar oynadım ben. Her zaman birlikte öyle güzel bir dünyamız ve arkadaşlığımız oldu ki onunla, hala devam ediyor. O, babasının mesleğini seçti, avukat oldu ama bir sanatçının bakış açısına, dünya görüşüne sahip.”

Değişik bir ilham
Sadece öğretmenlik yapmak tatmin etmiyormuş onu. Yaratıcı olmasından kaynaklanan hep bir şeyler yapma isteği varmış içinde. Bu arada resim yapıyor, sergiler açıyormuş kendisi gibi ressam olan ikizi, Ufuk Dere Hamuroğlu ile birlikte. Alevi ve Türkmen kadınlarının kullandıkları eski geleneksel başlıklar ile ilgili, bir resim sergisi açmış önce, Burhaniye’ye bağlı Tahtakuşlar köyündeki Etnografya Müzesi’nde. Sonra da deve başları ve at aksesuarları. Resim yapmak için hayli sıra dışı konular değil mi? Ama Işık Hanım da öyle sıradan bir insan değil zaten. Bir gün Burhaniye çarşısındaki küçük bir saraç dükkanına giriyor. At malzemeleri satan bir dükkan yani. O dükkanda adeta büyüleniyor Işık Hanım. “İçeriye bir girdim yerde, post kesmek için değişik aletler, makaslar, at nalları, rengarenk cam boncuklar, püsküller. Büyülendim… Müthiş bir ilham geldi orada ve deve başları ve at aksesuarları resimlerim yani tam otuz adet tablom o küçük dükkandan çıktı işte. Başka birisine kolay kolay ilham vermeyecek şeyler bana veriyor işte” Bir de eskiye düşkünlüğü ile açıklıyor bunu. Üstünde bir yaşanmışlık, bir tarih, bir anı olan eşyaları çok seviyor. Küçüklüğünde de böyleymiş. “Küçükken mesela beyaz bir ayakkabı alınırdı bana, ben onun üstünü toprakla eskitmeye çalışırdım. Şimdi anlıyorum bunun nedenini.”

Resim dersi ve İbrahim Tatlıses
Artık ortaokul iyice tatmin etmemeye başlamış onu ve Burhaniye Lisesi’ne geçmiş Işık Hanım. “Sınıfı ve sınıf düzenini hiç sevmem. Çocuklar bir sırada öyle kıpırdamadan kırk dakika oturmamalı, gezebilmeli bana göre.  O zamanlar resim atölyemiz vardı. Önce atölyeyi rengarenk boyadım. Resim derslerini mutlaka müzik eşliğinde yapardım hep. Yıl sonundaki resim sergilerini mutlaka açık havada, parklarda, bahçelerde düzenlerdim.”
O yıllara ait çok güzel bir anısı da var. Anlatırken hala kahkahalarla gülüyor. “Kırk beş kişilik bir sınıfta ders veriyorum. Öyle yaramaz bir sınıf ki, bir de mecburi seçmişler resim dersini. Çok haylazlar, gürültü yapıyorlar. Derse başladık, yine müzik çalıyorum ben. Öğrenciler tutturdular resim yaparken İbrahim Tatlıses çalalım diye. Kasetini de getirmişler. Halbuki ben sözlü müzik çalmıyorum, klasik müzik ya da enstrümantal müzik çalıyorum hep. Önce direndim olmaz diye. Ama öyle ısrar ediyorlar ki. Sonunda dayanamadım kabul ettim. İbrahim Tatlıses çalmaya başladı ve sınıfta çıt yok. Hepsi önlerindeki kağıtlara hem resim yapıyorlar hem şarkıya eşlik ediyorlar. Hepsinin yüzünde bir gülümseme, öyle konsantre olmuşlar ki, ben gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum ders boyunca.”

Emeklilik yılları
Aradan yıllar geçiyor ve emeklilik günleri gelip çatıyor. Emekli olunca ilk seneyi, “ne güzel pazartesi iş yok”la geçiriyor Işık Hanım. Sonra başlıyor yine etrafına bakınmaya ne yapabilirim diye. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Burhaniye şubesinde isteyen öğrencilere ücretsiz resim dersi vermeye başlamış önce. Sonra da o öğrencilerle beraber Ören’in trafoların boyamaya karar vermişler. Burhaniye Belediyesi onlara gerekli boyayı ve malzemeyi sağlayınca, onlar da başlamışlar duvarlara çiçek açtırmaya. Sonra Burhaniye Belediyesi’ne bağlı, Kadın Platformu Kültür Evi’nin açılmasına ön ayak olmuş. Kadın platformundaki diğer kadınlarla birlikte, belediyenin verdiği, eski, pis kokulu bir arıtma tesisi olan binayı önce bir güzel temizlemiş, boyamış, bahçesini düzenlemiş ve harika bir kafe yapmışlar. Burhaniye’li kadınlar orada kendi yaptıkları el işi eşyaları satıyorlar şimdi.  Ama bütün bunlar yetmemiş Burhaniye Belediyesi’nin sanat danışmanlığını da üstlenmiş Işık Hanım. Şimdi de yöredeki eski bir zeytinyağı fabrikasına el atmış durumda. Bu defa elindeki sihirli değnekle, bu eski taş binayı güzelleştirmeye ve Ören’e bir sanat galerisi kazandırmaya çalışıyor. Bitmek bilmeyen enerjisiyle her yere yetişmeyi başarıyor yani.

Trenler ve istasyonlar
Trenlerin öyle ayrı bir yeri var ki Işık Hanım’ın hayatında. Tren yolculuklarını çok seviyor bu çocuk ruhlu kadın. Küçükken ikiziyle birlikte Ankara’dan trene binip yolculuğa çıkarlarmış sık sık. Trene bir de isim takmışlar: Kırmızı tren. Ama onu bir tren gibi değil de arkadaşlarıymış gibi kabul etmişler. Mesela geç geldiğinde küserlermiş trene. İşte bu yüzden de yıllar sonra Burhaniye’deki otobüs duraklarını tren istasyonu şeklinde tasarlamış ve yaptırmış Işık Hanım. En büyük hayali ise yine trenlerle ilgili. “Edremit’ten İzmir’e kadar tren yolları olsa otoyol yerine. Turistler buradan atlayıp trene sahil boyunca, pencereden dışarıyı seyrederek İzmir’e gitseler mesela, ne güzel olurdu.” Kim bilir belki de şimdi bu hayalini gerçekleştirmek için kolları sıvar. Düşünsenize Ege’den Akdeniz’e bütün kıyıları dolaşan, gökkuşağı renginde, çiçekli trenlerin olduğunu!

Küçük yerde yaşamak
Işık Hanım’ın evinin terasında, Ören’in serin imbatına karşı oturmuş sohbet ederken, konu dönüp dolaşıp küçük yerde yaşamaya geliyor. Biz büyük şehirlerin karmaşasında nefes alıp verenler, böyle küçücük bir yerde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu merak ediyoruz tabii. Kendi elleriyle yaptığı kayısılı keki ikram ederken anlatıyor bir yandan da.
“Burası boş bir sayfaydı benim için. Küçük yerde dostluklar da çok farklı. Eline karneni veri veriyorlar burada. Daha sen kem küm ederken bir de bakmışsın ki, ikmale kalmışsın. Küçük yerde yaşamak daha zor aslında. Eğer senin için iyi ya da kötü diyorlarsa onun peşine düş, doğrudur. Her şeyinle tanınıyorsun çünkü. Yaptığın en ufak bir hatanın cezasını ödüyorsun. Büyük yerlerde yaşayanlar tam olarak anlayamaz bunun ne demek olduğunu.”

Yaşama sanatı
Hiçbir zaman, keşke buraya gelmeseydim, Ankara’da kalsaydım ya da büyük şehirde yaşasaydım dememiş Işık Hanım. “Ben Paris’te de olsam Ören’de de olsam aynıyımdır” diyor. “Herkes yaşadığı yerin kıymetini bilsin bir defa. Kadınlara önerim şu. Hiç çekinmeden içlerindeki o güzellik neyse onu bulup çıkarsınlar. Mesela tiyatrocu olmak istemiş hayatı boyunca ama olamamış. Bu saatten sonra artık olamam diyor. Ne biliyorsun? Çık sahneye ve oyna. Hayatta hep sahnede ol. Kötü bir şey gördüğünde şikayet edeceğine üstüne git, değiştir. Duvarın rengini mi beğenmedin, al eline fırçayı boya. Herkes kendini mutlaka sorgulamalı ben ne yaptım, ne işe yarıyorum bu dünyada diye. Herkes mutlaka bir şeyin ucundan tutmalı.”
Işık Hanım’ın yanından ayrılırken merak ediyoruz, acaba bu yazıyı okuyup da, ellerine boyalarını, fırçalarını alıp yaşadıkları yerleri çiçeklendiren, renklendiren başka kadınlar da çıkacak mı diye?


BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ağustos 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder