24 Aralık 2014 Çarşamba

Şiddet, Şefkat ve Kırık Dallar

“Yalnızca suya inanarak yavaş yavaş büyüyen” bir kız çocuğunun hikayesi… Korkudan altına işeten baba şiddetinden kaçarken, şefkatle yaralarını okşayan dede sevgisine sığınan ve o dedenin kırılan dallarının peşinden giderek gerçeğe ulaşan bir kız çocuğunun… Yeni bir kitap değil ‘Korku Benim Sahibim’, 2007’de yayınlanmış. Yazarı Filiz Özdem. Sahaflarda bulursanız alın mutlaka, okuyun! 


“İki korku arasında büyüdüm ben. Biri sevgiyi kaybetme korkusuydu. Diğeri babamın yoluma düşen gölgesinin saldığı korku. (…) Söz dinlemeyecek misin? Cevap mı vereceksin? Gavur mu olacaksın? Orospu mu olacaksın? Anarşist mi olacaksın? Yasak! Yasak! Al sana! Kaç. Baban geliyor. (…) Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar. Bir çocuk yaşadıkları, gördükleri karşısında külotuna işer.” Babasından, onun şiddetinden korkan bir küçük kız çocuğu… Ve onu yasaklarla, günahlarla korkutmaya çalışan diğerleri… Tüm bu tehditlere, baskılara karşı ilk isyan: “Hiç hoşuma gitmiyor tanrının şiddet yanlısı olması. Ne çok kural. Ne çok ayıp. Ne çok günah. Ne çok ceza. Bu dünya da öte dünya da aynı demek ki! Her iki tarafta da eli sopalı, buyurgan bir cezacı var.”

Yasaklar, günahlar...
Bu topraklarda, babasından şiddet değil sevgi görenlere bile yabancı değildir bu durum… Çünkü kendisi olmasa bile mutlaka bir arkadaşı, tanıdığı, komşusu vardır baba, koca şiddetine maruz kalan. Gözündeki morluğu eşarbıyla örtmeye çalışan ya da “bizimki yine okşadı biraz” diyerek çaresizce olayı dalgaya vuran komşu teyzeler ile doludur memleket… Annesi “baban geliyor” diye seslenince panik ve korkuyla eve fırlayan, abisinden de babası kadar korkan, koca ve dayak sözcüklerini eş anlamlı sayarak “ben asla evlenmeyeceğim” diyen kız çocukları ile doludur…

“Orospu mu olacaksın?”; sıradanlığı reddeden, sorgulayan, isyan eden, dayatmalara karşı çıkan, kendi kararlarını vermek ve kendi yolunu çizmek isteyen her kız çocuğunun tehdit içeren uzmanlık sorusu değil midir zaten? Yasaklarla çevrili bir dünyada düşe kalka yolumuzu bulmaya, kendimiz olmaya çalışırken, hep bir adım arkamızda değil midir korku? Kimi zaman gölgemiz kimi zaman sahibimiz olarak…


Baba şiddeti ile büyüyen bir kız çocuğu, anne tarafı ile ilgili bir gerçeği öğrenir bir gün. Kurcalar, gerçeğe ulaşmak için. Kendine ulaşmak için…“Ben baba tarafımı biliyorum, çocukluğumdan beri anlatılanları biliyorum. Ama ana tarafımın bir dalı kırık, o kırık dalı bilmek istiyorum” diyor. Ama yine şiddetle susturulmaya çalışılıyor. “Bileceksin de ne olacak! Kol kırılır yen içinde kalır. Dal kırılır yenisi çıkar. Bu kadar da eşelenmez ki! Biz Türküz! Biz Müslümanız! Hak yolundayız! Hak!” Susar. Susar ve düşünür. Ama geride başkaları da vardır çünkü. Kırık dallar vardır. Mezarları bile olmayanlar, adları bile bilinmeyenler…

Perdedeki gözyaşları
Vazgeçmez sorular sormaktan, aramaktan… Korktuğu erkeklere benzemeyen, sevgiyle andığı dedesinin gerçeğine ulaşmaktan vazgeçmez… Kocası Rum olduğu için Bayır Sokak’taki Aya Lefter Rum Mezarlığı’nda yatan, hiç tanımadığı bir Ermeni kadına, yalnızca dedesinin hayatına değdiği için çiçekler götürür. Gül Ninesinin hikayesini öğrenir sonra. Dedesinin annesi. Acısını ördüğü tığ işi perdeye işleyen kadın. Bir kadın, iki çocuk, el ele tutuşmuşlar. Boyunlarında haçlar var. Bir de bolca gözyaşı… “Gül Ninem ile dedem 1915’ten sonra birbirlerinden hiç ayrılmadan tam 58 yıl birlikte geçirdiler. Anılarını ömürleri boyunca bir sır gibi sakladılar. O zamanlara tanık olanlar, onların başından ne geçtiğini bildi. Onlara ‘dönme’ dediler, kimileri de ‘kılıç artığı’… Yaşadıkları şehirde kuyum ustası dedemin lakabı ‘Gavur Hacı’ idi. Çocuklar korunaklı aile ortamında hiçbir şeyden haberleri olmaksızın büyüyordu. Oysa gerek damat oldukları, gerek gelin gittikleri aileler onların Ermeni olduğunu biliyor hatta kimi zaman doğrudan söylenmese de dünürler bu gerekçe ile geri çevriliyordu.” Üstelik ‘dönmek’, her koşulda zor bir durumdur. Yeni aidiyet onu tam olarak içine almaz; günü gelir iğneler, hatırlatır öteki olduğunu, makbul olmadığını… Yani ne İsa’ya yaranılır ne Musa’ya…


Dedesinin ve Gül Ninesinin gerçek isimlerini, gerçek kimliklerini öğrenince kendini bulur sanki. Taşlar yerine oturur. Kırık dallar içini acıtmaz eskisi kadar. Gönül borcu ödenir… Dedenin şefkatli elleri, yumuşacık bakışları hürmetine… Gül Nine’nin ördüğü perdelere akıttığı gözyaşları hürmetine… Acısını, kayıplarını içine gömen, yerinden yurdundan sürülen ama yine de insanlıktan ümidini kesmeyen tüm güzel insanların hürmetine…“El büyüklüğünde iki altın haç. İncecik. Birinde Majak Mardinyan yazıyor. Diğerinde Gülünya Mardinyan. Doğum tarihi yok, ölüm tarihi de. Öncesiz, sonrasız.”


Bir düşünün isterseniz… Ne kadar tanıyorsunuz dedenizi, ninenizi… Ne kadar biliyorsunuz gerçek hikayelerini… Belki kırık bir dal vardır sizin ağacınızda da! Belki sizin bulup yerden kaldırmanızı bekliyordur kim bilir!