tag:blogger.com,1999:blog-71678986555209416722024-02-09T10:03:16.933-08:00Birgül KopuzBirgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.comBlogger45125tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-26089161121547819892014-12-24T10:26:00.001-08:002014-12-27T04:04:42.583-08:00Şiddet, Şefkat ve Kırık Dallar<div class="MsoNormal">
<h2>
</h2>
</div>
<div class="MsoNormal">
“Yalnızca suya inanarak yavaş yavaş büyüyen” bir kız
çocuğunun hikayesi… Korkudan altına işeten baba şiddetinden kaçarken, şefkatle
yaralarını okşayan dede sevgisine sığınan ve o dedenin kırılan dallarının
peşinden giderek gerçeğe ulaşan bir kız çocuğunun… Yeni bir kitap
değil ‘Korku Benim Sahibim’, 2007’de yayınlanmış. Yazarı Filiz Özdem.
Sahaflarda bulursanız alın mutlaka, okuyun! <o:p></o:p></div>
<br />
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiOa9MK75TvGzFPjabrIaHK3DC_7bCWx_TH44Hyja_2SskmFepJJImSASTwevkDof6fs29U1eY-KJEdVsMfMqoBTa3zsLwtNYVo33tHncu_eb8Y_H_HyOWyzHs9vgFgsfRadaBsvFot8No/s1600/kitap.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiOa9MK75TvGzFPjabrIaHK3DC_7bCWx_TH44Hyja_2SskmFepJJImSASTwevkDof6fs29U1eY-KJEdVsMfMqoBTa3zsLwtNYVo33tHncu_eb8Y_H_HyOWyzHs9vgFgsfRadaBsvFot8No/s1600/kitap.jpg" height="320" width="205" /></a>“İki korku arasında büyüdüm ben. Biri sevgiyi kaybetme
korkusuydu. Diğeri babamın yoluma düşen gölgesinin saldığı korku. (…) Söz
dinlemeyecek misin? Cevap mı vereceksin? Gavur mu olacaksın? Orospu mu
olacaksın? Anarşist mi olacaksın? Yasak! Yasak! Al sana! Kaç. Baban geliyor.
(…) Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar. Bir çocuk yaşadıkları,
gördükleri karşısında külotuna işer.” Babasından, onun şiddetinden korkan bir
küçük kız çocuğu… Ve onu yasaklarla, günahlarla korkutmaya çalışan diğerleri…
Tüm bu tehditlere, baskılara karşı ilk isyan: “Hiç hoşuma gitmiyor tanrının
şiddet yanlısı olması. Ne çok kural. Ne çok ayıp. Ne çok günah. Ne çok ceza. Bu
dünya da öte dünya da aynı demek ki! Her iki tarafta da eli sopalı, buyurgan
bir cezacı var.”<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b>Yasaklar, günahlar...</b></div>
<div class="MsoNormal">
Bu topraklarda, babasından şiddet değil sevgi görenlere bile
yabancı değildir bu durum… Çünkü kendisi olmasa bile mutlaka bir arkadaşı, tanıdığı,
komşusu vardır baba, koca şiddetine maruz kalan. Gözündeki morluğu eşarbıyla
örtmeye çalışan ya da “bizimki yine okşadı biraz” diyerek çaresizce olayı
dalgaya vuran komşu teyzeler ile doludur memleket… Annesi “baban geliyor” diye
seslenince panik ve korkuyla eve fırlayan, abisinden de babası kadar korkan,
koca ve dayak sözcüklerini eş anlamlı sayarak “ben asla evlenmeyeceğim” diyen
kız çocukları ile doludur… <o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
“Orospu mu olacaksın?”; sıradanlığı
reddeden, sorgulayan, isyan eden, dayatmalara karşı çıkan, kendi kararlarını
vermek ve kendi yolunu çizmek isteyen her kız çocuğunun tehdit içeren uzmanlık
sorusu değil midir zaten? Yasaklarla çevrili bir dünyada düşe kalka yolumuzu
bulmaya, kendimiz olmaya çalışırken, hep bir adım arkamızda değil midir korku?
Kimi zaman gölgemiz kimi zaman sahibimiz olarak…</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCYh-Ap1XCDxv2Fi9borSK9ToS6q25sY_YbBsWA-PylHwW4yqkLF1CdAg1JOq5SattG8CUFTo1je_56MMXzfee0CeBMd_QYyi5i2v2SMx3cPL13RbFNA5wZ8kBVdwhmizznQQ05SXg4uU/s1600/pencereden+bakan+%C3%A7ocuk.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCYh-Ap1XCDxv2Fi9borSK9ToS6q25sY_YbBsWA-PylHwW4yqkLF1CdAg1JOq5SattG8CUFTo1je_56MMXzfee0CeBMd_QYyi5i2v2SMx3cPL13RbFNA5wZ8kBVdwhmizznQQ05SXg4uU/s1600/pencereden+bakan+%C3%A7ocuk.jpg" height="263" width="320" /></a></div>
<o:p></o:p><br />
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Baba şiddeti ile büyüyen bir kız çocuğu, anne tarafı ile
ilgili bir gerçeği öğrenir bir gün. Kurcalar, gerçeğe ulaşmak için. Kendine
ulaşmak için…“Ben baba tarafımı biliyorum, çocukluğumdan beri anlatılanları
biliyorum. Ama ana tarafımın bir dalı kırık, o kırık dalı bilmek istiyorum”
diyor. Ama yine şiddetle susturulmaya çalışılıyor. “Bileceksin de ne olacak!
Kol kırılır yen içinde kalır. Dal kırılır yenisi çıkar. Bu kadar da eşelenmez
ki! Biz Türküz! Biz Müslümanız! Hak yolundayız! Hak!” Susar. Susar ve düşünür.
Ama geride başkaları da vardır çünkü. Kırık dallar vardır. Mezarları bile
olmayanlar, adları bile bilinmeyenler…<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b>Perdedeki gözyaşları</b></div>
<div class="MsoNormal">
Vazgeçmez sorular sormaktan, aramaktan… Korktuğu erkeklere
benzemeyen, sevgiyle andığı dedesinin gerçeğine ulaşmaktan vazgeçmez… Kocası
Rum olduğu için Bayır Sokak’taki Aya Lefter Rum Mezarlığı’nda yatan, hiç
tanımadığı bir Ermeni kadına, yalnızca dedesinin hayatına değdiği için çiçekler
götürür. Gül Ninesinin hikayesini öğrenir sonra. Dedesinin annesi. Acısını
ördüğü tığ işi perdeye işleyen kadın. Bir kadın, iki çocuk, el ele tutuşmuşlar.
Boyunlarında haçlar var. Bir de bolca gözyaşı… “Gül Ninem ile dedem 1915’ten
sonra birbirlerinden hiç ayrılmadan tam 58 yıl birlikte geçirdiler. Anılarını
ömürleri boyunca bir sır gibi sakladılar. O zamanlara tanık olanlar, onların
başından ne geçtiğini bildi. Onlara ‘dönme’ dediler, kimileri de ‘kılıç
artığı’… Yaşadıkları şehirde kuyum ustası dedemin lakabı ‘Gavur Hacı’ idi.
Çocuklar korunaklı aile ortamında hiçbir şeyden haberleri olmaksızın büyüyordu.
Oysa gerek damat oldukları, gerek gelin gittikleri aileler onların Ermeni
olduğunu biliyor hatta kimi zaman doğrudan söylenmese de dünürler bu gerekçe
ile geri çevriliyordu.” Üstelik ‘dönmek’, her koşulda zor bir durumdur. Yeni
aidiyet onu tam olarak içine almaz; günü gelir iğneler, hatırlatır öteki
olduğunu, makbul olmadığını… Yani ne İsa’ya yaranılır ne Musa’ya…<o:p></o:p></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgd_gNz8_9WUVv6PjNi8Gpm9ibmC8r1LTqSkP9sHhFx-dbP1Q3Q-ev6zrP736CXz4LLc7ncncn55U-yJLVaDSwRaZUal48x2BwwRHeM0eX90sQXTQKFNIl3MtEiyOxfZLuiRnqBzSQc8Gs/s1600/trees-the-fog-the-branches-twigs-black-white-photo-background-wallpaper-wallpapers.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgd_gNz8_9WUVv6PjNi8Gpm9ibmC8r1LTqSkP9sHhFx-dbP1Q3Q-ev6zrP736CXz4LLc7ncncn55U-yJLVaDSwRaZUal48x2BwwRHeM0eX90sQXTQKFNIl3MtEiyOxfZLuiRnqBzSQc8Gs/s1600/trees-the-fog-the-branches-twigs-black-white-photo-background-wallpaper-wallpapers.jpg" height="250" width="400" /></a></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
Dedesinin ve Gül Ninesinin gerçek isimlerini, gerçek
kimliklerini öğrenince kendini bulur sanki. Taşlar yerine oturur. Kırık
dallar içini acıtmaz eskisi kadar. Gönül borcu ödenir… Dedenin şefkatli
elleri, yumuşacık bakışları hürmetine… Gül Nine’nin ördüğü perdelere akıttığı
gözyaşları hürmetine… Acısını, kayıplarını içine gömen, yerinden yurdundan
sürülen ama yine de insanlıktan ümidini kesmeyen tüm güzel insanların
hürmetine…“El büyüklüğünde iki altın haç. İncecik. Birinde Majak Mardinyan
yazıyor. Diğerinde Gülünya Mardinyan. Doğum tarihi yok, ölüm tarihi de.
Öncesiz, sonrasız.”<o:p></o:p></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<br />
<div class="MsoNormal">
Bir düşünün isterseniz… Ne kadar tanıyorsunuz dedenizi,
ninenizi… Ne kadar biliyorsunuz gerçek hikayelerini… Belki kırık bir dal vardır
sizin ağacınızda da! Belki sizin bulup yerden kaldırmanızı bekliyordur kim
bilir!<o:p></o:p></div>
Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-47635571256520857872012-06-19T13:22:00.002-07:002012-06-19T14:09:41.584-07:00İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj8h4v5wTn64Bu5uaILcUZVg3v-0yD9FmLN_xpojyLS1yyI8RT_okhN-pUUwFpT3kNnHMuZIqYdHcMlJUCYGilxFxcEYqdW_DGYRnewGt8kWhGIeq5XAc4IlsZI88Bn_uGKu1kbZ-DI7H8/s1600/dersimin-kay%C4%B1p-k%C4%B1zlar%C4%B1.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: left;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj8h4v5wTn64Bu5uaILcUZVg3v-0yD9FmLN_xpojyLS1yyI8RT_okhN-pUUwFpT3kNnHMuZIqYdHcMlJUCYGilxFxcEYqdW_DGYRnewGt8kWhGIeq5XAc4IlsZI88Bn_uGKu1kbZ-DI7H8/s320/dersimin-kay%C4%B1p-k%C4%B1zlar%C4%B1.png" width="228" /></a></div>
<div style="text-align: justify;">
<div>
<div style="text-align: left;">
“Sanıyordum ki; yer yarıldı, ben yerin içinden çıktım. Bir anne-babam olsaydı bulmaz mıydı beni hiç bunca zaman?" diyor birisi. "Ne yapayım, daha çok küçüğüm, çocuğum... Kendimi öldürsem kurtulur muydum? Ya ölmezsem, kim bakacaktı bana? Kimsem yoktu ki!" diyor ötekisi...</div>
</div>
<div>
<div style="text-align: left;">
Onlar, yıllar sonra birbirine kavuşmuş iki akraba, 80'lerinde iki yaşlı kadın: Fatma ve Huriye. Acılar, hüzünler ve özlemlerle örülü hikayelerini, büyük bir suskunlukla içlerine gömmüşler yıllardır. Ama onca yıl sonra bulmuşlar birbirlerini ve karar vermişler tüm dünyaya 'Dersim evlatlıkları' olduklarını haykırmaya...</div>
</div>
<div>
<div style="text-align: left;">
<br /></div>
</div>
<div>
<div style="text-align: left;">
Nezahat Gündoğan, 'İki Tutam Saç-Dersim'in Kayıp Kızları' belgeselinde; 1937-38 Dersim olaylarında, ailelerinden alınıp evlatlık verilen kız çocuklarının hikayesini anlatıyor bize. Yaptığı araştırmalar sonucunda tam 70 kayıp kızın öyküsünü tespit etmiş, 10'uyla da yüz yüze görüşmüş. Dünün 'kayıp kızları' bugünün 80'li yaşlardaki nineleri... Ama o kara günlerden bahsederken küçük bir çocuk gibi büyüyor gözleri. Ve hiç yaşamadıkları çocukluklarına uzaktan el sallıyorlar sanki... Tarih kitaplarında yazmayan başka bir tarihle yüzleşiyoruz. Bu iki 'kayıp kız'ın ağzından dinliyoruz, onlarcasının yazılı olmayan hikayesini... "Amacım bir yarayı kanatmak değil" diyor Nezahat Gündoğan, "Geçmiş zaten yaşandı, ama geleceği daha doğru örebilmek adına, bunların konuşulması gerekiyor."...</div>
</div>
</div>
<div style="text-align: left;">
<br /></div>
<b><span style="color: #666666;">Neden böyle bir belgesel çekmeye karar verdiniz?</span></b><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDraCZBK4WageGZy08hy30O5uIO0DNwU8kN3EkjdSJi2e4ML50fTUf1UaE50q_9jjUXWy_ppsIf6WfQC3sidWQxVZs7AyD74wixr0nU4tyVGhJCdw5yzKzFUN_lBg7iZ9RClf5M3kx3CA/s1600/dersim.jpeg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDraCZBK4WageGZy08hy30O5uIO0DNwU8kN3EkjdSJi2e4ML50fTUf1UaE50q_9jjUXWy_ppsIf6WfQC3sidWQxVZs7AyD74wixr0nU4tyVGhJCdw5yzKzFUN_lBg7iZ9RClf5M3kx3CA/s320/dersim.jpeg" width="320" /></a></div>
- Ben, Erzincan doğmluyum, Dersim kökenliyim. İlk belgeselim 'Munzur Akmazsa'yı çekerken, şöyle bir manzara çıktı ortaya; barajlar yapıldığı takdirde yerleşim ve tarım alanları su altında kalacak ve insanlar göç etmek zorunda kalacaklar. O belgeselle ilgili insanlarla röportaj yaparken, hep 1938'e atıfta bulunuyorlardı. "Biz daha önce de bir felaket yaşadık, bu toprakları terk etmek zorunda kaldık, şimdi yine bunu bize uyguluyorlar" diyorlardı. Böyle bir benzeştirme yapmaları ilgimizi çekti. Genel olarak Dersim tarihiyle ilgili bilgimiz olmasına rağmen, bir çalışma yapma zorunluluğu doğdu. Görüntülü sözlü tarih çalışmasına başladık. O dönemi yaşamış 100'e yakın tanıkla konuştuk. Onlara sorduğumuz en önemli sorulardan biri, özellikle Dersim olayları sırasında kadınların ve çocukların neler yaşadığı idi.<br />
<br />
<b><span style="color: #666666;">Neden özellikle kayıp kızların hikayesini anlatmak istediniz?</span></b><br />
- Dersimli ailelerin büyük çoğunluğunda kayıp hikayeleri var. Ya daha sonra bulmuşlar, ya da hala bulamamışlar akrabalarını. Ölümleri bir yere kadar kabulleniyor insanlar. Ama o süreçte ölmediğini ve götürüldüğünü biliyorsun. Ya sonrası? Hiçbir haber yok... Kadınlar, yani o dönemin kız çocukları, şunları söylüyorlardı: Ölen bir kere ölüyor ama biz her gün ölüyoruz. Çünkü geçmişinle, ailenle, tarihinle bütün bağların kopmuş. Bir travmadan çıkıp başka bir travmanın içine giriyorlar ve hep geçmişlerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Filmdeki Fatma Teyze, tam 65 yıl çocuklarından bile gizlemek zorunda kalmış hikayesini. "Anne niye bizim teyzemiz yok, dayımız yok?" sorusuna, "Ben topraktan çıktım, bana bir şey sormayın" diye cevap veriyor. Çünkü eğer Dersimli kimliğiyle bilinirse çocuklarına da zarar gelir kaygısı var hala.<br />
<br />
<b><span style="color: #666666;">Toplam kaç 'kayıp kız'a ulaştınız?</span></b><br />
70 kızın öyküsünü tespit ettik. Ama sayı çok daha fazla aslında. Bunların bir kısmının öykülerini bizzat kendilerinden dinledik, bir kısmınınkini ailelerinden. İçlerinde hala arananlar da var. Biz 10'a yakın kadınla yüz yüze görüştük<br />
<br />
<b><span style="color: #666666;">En çok kimler izlesin istersiniz bu belgeseli?</span></b><br />
- En çok, bu acıları yaşamış olanların izlemesini istiyorum. Öğrenmek isteyenlerin, bir de utanması gerekenlerin izlemesini istiyorum...<br />
<br />
<b><span style="color: #666666;">Belgeselin amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?</span></b><br />
- Şu aşamada önemli oranda amacına ulaştığını düşünüyorum. Ama bu bir süreç meselesi tabii, doğru yolda gidiyor. Özellikle akademi dünyasında daha fazla tartışılmasını istiyorum ilgili disiplinler tarafından. Bu konuda da iyi bir yoldayız.<br />
<b style="background-color: white;"><span style="color: #666666;"><br /></span></b><br />
<b><span style="color: #666666;">Belgeselde sadece Fatma Hanım'la Huriye Hanım'ı gördük? Peki ya diğerleri?</span></b><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjTIz_dWeK6FRACbt3ew2_lq1vwCSBcP8WUv-VJ6NHabq9CqhR2g-GN4Txqb8BhTQQZVrHPMem_Sdbe3pgxhQC6MZ07Hyav87oMtQefPBJQ8m91VyV2dLv6Vl_kb6SEJb_pDeljSZG0jE/s1600/_large20100304__3686334491.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjTIz_dWeK6FRACbt3ew2_lq1vwCSBcP8WUv-VJ6NHabq9CqhR2g-GN4Txqb8BhTQQZVrHPMem_Sdbe3pgxhQC6MZ07Hyav87oMtQefPBJQ8m91VyV2dLv6Vl_kb6SEJb_pDeljSZG0jE/s1600/_large20100304__3686334491.jpg" /></a></div>
- Bir öykü üzerinden hareket etmek istedik. Öbür türlü çok dağılırdı çünkü konu. Bu iki kadının hikayesi birbiriyle örtüşüyordu. Öyküde derinleşelim, izleyici o kadınlarla bütünleşsin, öykülerinin içine girsin istedik. Sonuçta sınırlı bir zamanda bir şey anlatmaya çalışıyorsunuz. Ama bunların devamı gelecek zaten. Yayınlanacak kitapta diğer öyküler de olacak.<br />
<br />
<b><span style="color: #666666;">Röportaja gittiğiniz kadınlar sizi nasıl karşıladı?</span></b><br />
- Mesela filmdeki Fatma Teyze; ilk önce çok sıcak karşılamadı. Çok istekli değildi anlatmaya. Sonra güvendi ve paylaşmaya başladı. Filmin galasına da geldi ve şöyle dedi: "Ben bunları yaşadım ve bugüne kadar kimseyle paylaşmadım, hep sustum. Artık dünya alem bilsin..." Bu çok önemli bir değişim süreciydi.<br />
<br />
<b><span style="color: #666666;">Siz tüm bu hikayelerin neresinde duruyorsunuz?</span></b><br />
- Ben, Dersimli kızların yaşadığı acıyla Aborjinlerin yaşadığı acının ortak olduğunu düşünüyorum. Ülke, coğrafya, etnik köken farklı olmasına rağmen ortak bir rengi olduğunu düşünüyorum bu acıların. Nerede ve nasıl yaşandığı önemli değil, bunlar insanlığın ortak acıları. Toplumun çok büyük bir kısmının bilmediği ya da yok saydığı bir gerçeği ortaya çıkarmaya çalıştım ve sadece artık bunlar konuşulsun istedim. Bu insanlar kendini gizlemek zorunda kalmasın,, sırlarıyla yaşamasınlar artık. Mesela Fatma Teyze önce çocuklarına anlattı, sonra bize. Ve bugün çok rahat... Çevresindeki insanlar artık onu Dersimli Fatma Teyze olarak biliyorlar. Siz bir şeyi yok saysanız da, o gerçekler bir gün kendini ifade edebilecek bir dil buluyor.<br />
<span style="background-color: white;"><b><br /></b></span><br />
<b><span style="color: #666666;">Görüştüğünüz kadınlardaki baskın duygu neydi?</span></b><br />
- Öncelikle çok korku vardı. Yaşadıklarıyla ilgili bugüne kadar hiç konuşmamış oldukları için kaygılıydılar.<br />
<span style="color: #666666;"><br /></span><br />
<b><span style="color: #666666;">Peki öfke, kızgınlık?</span></b><br />
- Hayır, öfke yoktu hiç. Belki bu yaşlarıyla ve artık yeni bir yaşam kurmuş olmalarıyla da ilgili. Bir de tabii hiç konuşulmadığından bu meseleler; gerçek neden ne, suçlular kim bilmiyorlar. "Niye buna yaşadık biz?", sorusuna cevap veremiyorlar. Ben bunları 'bilge insan' diye nitelendiriyorum. Tüm yaşadıklarıyla çok olgun, çok güçlü kadınlar.<br />
<br />
<b><span style="color: #666666;">Hiç olumsuz tepki aldınız mı?</span></b><br />
- Bazen şöyle yaklaşımlar oluyor bu tür konuları konuşurken; 'Niye yarayı kanatıyorsunuz?' Aslında ben de şunu sormak isterim; 'Peki siz niye yarayı görmezden geliyorsunuz?' Yara var zaten, içten içe kanıyor. Bu kadınlar anlattı işte, ne oldu peki? Geçmiş zaten yaşandı, ama bugün geleceği daha doğru örebilmek adına ben çok önemsiyorum bunların konuşulmasını.<br />
<br />
<h3>
<span style="color: #999999; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">BİRGÜL KOPUZ / Sabah Gazetesi-26 Nisan 2010</span></h3>
<div>
<span style="color: #999999; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><i><b><br /></b></i></span><br />
<span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><i><b><span style="color: orange;">RÖPORTAJ NOTU:</span> <span style="color: #999999;">'İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları' belgeselini yönetmen Nezahat Gündoğan'ın davetlisi olarak Beyoğlu'nda bir sinemada sessizce ağlayan insanlarla birlikte izlemiştim. Ben o kadar sessiz ağlayabilmiş miydim emin değilim! Gösterinin bitiminde Nezahat Gündoğan'la buluşup röportaj yapacaktık. O insanlara bu acıları yaşatanlara duyduğum öfkeyi bastırmak için röportajdan önce Beyoğlu'nda uzun uzun yürümüştüm. Tanımaktan büyük bir mutluluk duyduğum güzel yürekli kadınlardandı Nezahat Gündoğan. Eğer izlemek isteyenler varsa bu sarsıcı belgeseli -ki şiddetle tavsiye olunur- DVD olarak satılıyor. Dersim'de neler olduğunu bilmeyenler, bilip de inanmayanlar, inanıp da umursamayanlar... herkes izlese keşke... Çünkü belki de; Dersim'de yaşanan acılar konuşulmadığı için oldu Maraş, Çorum, Sivas ve diğerleri... Belki de Dersim konuşulmadığı/konuşturulmadığı için bugün hala bu kadar kan, bu kadar zulüm var bu topraklarda...</span></b></i></span></div>
<div>
<span style="color: #999999; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><br /></span></div>
<div>
<br /></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-67653866087587353242012-06-09T12:55:00.000-07:002012-06-10T01:44:07.577-07:00Sarhoş Kediler Adası: Tenedos<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKR0gcRWCfLaTvInUeDfKEIRoCIWhNKZ_LYr_ZCLJA8caEsOhtXFhioM7lhfoc7DBSw9Ul-ymLe1NMP-BVEiVcPILDYusC5N3jLV-3b_G7jxTLWaj-r9mH-qvHGukGg5gTrkKihA4OySo/s1600/15_11_11_bozcaada_8.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKR0gcRWCfLaTvInUeDfKEIRoCIWhNKZ_LYr_ZCLJA8caEsOhtXFhioM7lhfoc7DBSw9Ul-ymLe1NMP-BVEiVcPILDYusC5N3jLV-3b_G7jxTLWaj-r9mH-qvHGukGg5gTrkKihA4OySo/s320/15_11_11_bozcaada_8.jpg" width="320" /></a></div>
Belki sizin de başınıza gelmiştir. Bilirsiniz. Bir sabah uyanırsınız, içinizde dayanılmaz bir gitme isteği… Ama öyle hesapsız, plansız, programsız… ‘Bu otobüs nereye gidiyor?’ diye sorup, her nereye gidiyorsa oraya gitmek… Nasıl da güzeldir! Nasıl da iyi gelir insana bazen!<br />
<br />
İşte öyle bir yaz sabahı, sırt çantamın içine sadece çok gerekli eşyaları koyup çıkmıştım yola ve Bozcaada’ya giden bir otobüste bulmuştum kendimi. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı ve Leonard Cohen’in “I’m Your Man”i eşlik etmişti yolculuğuma. İyi vakit geçirmiştik yol boyunca birlikte.<br />
Adım atar atmaz, size yüzlerce hikaye anlatmaya başlayan ve sizi kendine aşık eden yerlerden Bozcaada… Sahildeki balık restoranları, kalesi, daracık ve temiz sokakları, eski Rum evleri ve mutlu kedileriyle yaşanılası bir yer!<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwBmbbGQooH-nrP1ScHY7W_ndfo2vSFUyAwOOTb-LpYribBYfdv3BVQwjmRdCAw-2Dg9nXcYMo2e1HSVQU8nuHpgRX8KecFuefsDYOQEa-cooir54O958qbAPbFvHdBGupQc9f99CEo0w/s1600/15_11_11_bozcaada_1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwBmbbGQooH-nrP1ScHY7W_ndfo2vSFUyAwOOTb-LpYribBYfdv3BVQwjmRdCAw-2Dg9nXcYMo2e1HSVQU8nuHpgRX8KecFuefsDYOQEa-cooir54O958qbAPbFvHdBGupQc9f99CEo0w/s320/15_11_11_bozcaada_1.jpg" width="320" /></a></div>
Önce kalacak bir yer bulmaya karar veriyorum, sırt çantamı bırakıp sokaklarda kaybolmak için… Bilirsiniz, bir şehri tanımanın en iyi yolu sokaklarında kaybolmaktır çünkü…<br />
<br />
Burada bütün renkler biraz mavi, biraz beyaz… ve mor biraz da. Hatta eflatun. Eflatun bir pansiyon buluyorum ben de… Adanın ruhuna uygun, benimkine de… Kalacak yer var, içecek şarap da… Daha ne olsun! Odam çatı katında üstelik. Bütün Bozcaada gözlerimin önüne serili. Adayı tepeden seyredip hikayeler uydurmayı sabaha bırakarak, sahile doğru yürümeye karar veriyorum.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEhzwYqQpxoAI2UuSGPuGCtjhRcpypXQY2_NavIWJXwnRMJiZxdslGDlREvRuqOwqhTebrvPSNCAAmOAC_e6FnjyvHZXlxyDnL7JjV3ImwU-jsv9HLoBB-hmPvSRZAy1QXGWB6BcS7wvA/s1600/15_11_11_bozcaada_2.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEhzwYqQpxoAI2UuSGPuGCtjhRcpypXQY2_NavIWJXwnRMJiZxdslGDlREvRuqOwqhTebrvPSNCAAmOAC_e6FnjyvHZXlxyDnL7JjV3ImwU-jsv9HLoBB-hmPvSRZAy1QXGWB6BcS7wvA/s320/15_11_11_bozcaada_2.jpg" width="320" /></a></div>
Potente diye bir kafeye oturuyorum, denize yakın. Burası da alabildiğine mavi, olabildiğine beyaz… Bir kadeh kırmızı şarap söylüyorum kendime, hayatın küçük tesadüflerine kalkıyor kadehim… Çünkü burada da Cohen çalmakta: ‘Dance Me To the End Of Love’… ‘end of love’ kısmında derin bir iç çekerek, bazen böyle güzel tesadüflere, küçük işaretlere inanmak geliyor içimden… Ne de olsa sırt çantamdan başka bir şeyim yok kaybedecek şu anda…<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjf68t_63iCVxO266E8ZoBB0w-EkILLiBPTUTvIHOKl2as6tyeGFHKJVtDK__UHiqL1CgNvv69ajdirrpZ3ziYK9l4NFKer4aQMgLmmO3YR1iqn94UFSw5Nscfrb7reglo_8kUWWAnrHTs/s1600/15_11_11_bozcaada_4.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjf68t_63iCVxO266E8ZoBB0w-EkILLiBPTUTvIHOKl2as6tyeGFHKJVtDK__UHiqL1CgNvv69ajdirrpZ3ziYK9l4NFKer4aQMgLmmO3YR1iqn94UFSw5Nscfrb7reglo_8kUWWAnrHTs/s320/15_11_11_bozcaada_4.jpg" width="320" /></a></div>
Bu adanın asıl sahipleri kediler, bunu anladım çoktan. Dolaşıp duruyorlar sokaklarda, mutlu mutlu, sarhoş sarhoş… Şarap fabrikaları var Bozcaada’da. Sokaklar şarap kokuyor. Kediler susayınca su yerine şarap içiyor sanki. Biraz şehla bakmaları o yüzden, hafif sallanarak yürümeleri de… Çok sevdim ben şimdiden bu ‘sarhoş kediler adası’nı…<br />
<br />
Ada halkının geçim kaynağı bağcılık, şarapçılık ve balıkçılık… Bir de turizm var tabii. Ve İstanbul’dan kaçıp, burada bedenlerini ve ruhlarını dinlendirmeye, belki de daha iyi biri olmaya gelmiş büyük şehir insanları… Onları tanıyorsunuz hemen, İstanbul daha terk etmemiş gözlerini. Yakındaki huzurla, uzaktaki heyecan arasında kalmış gibiler. Huzuru seçmişler ama arada bir heyecan tarafından yoklanıyorlar sanki.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRhHpmQyQuaw7cs931VAa8HJ8VCXoatbarTdHixSBpa2YSzNwq8gjZW8umGkeMT4LzFrEVBUH07nfcIOb_oYoeWHa5Ld7mR2WUDboFbwNC8JAV0u2LSdpbDXadEFdn6y2YNkvlLpDSXqI/s1600/15_11_11_bozcaada_7.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjRhHpmQyQuaw7cs931VAa8HJ8VCXoatbarTdHixSBpa2YSzNwq8gjZW8umGkeMT4LzFrEVBUH07nfcIOb_oYoeWHa5Ld7mR2WUDboFbwNC8JAV0u2LSdpbDXadEFdn6y2YNkvlLpDSXqI/s320/15_11_11_bozcaada_7.jpg" width="320" /></a></div>
Bozcaada’nın şarapları çok güzel… Günbatımları ve rüzgar gülleri de… Belki de yaşamınız boyunca seyredebileceğiniz en büyüleyici günbatımı Bozcaada’da bekliyor sizi. Önünüzde uçsuz bucaksız Ege Denizi, yanıbaşınızda hüzünlü ama mağrur rüzgar gülleri, havada yabani kekik kokusu ve kimsesiz bir deniz feneri… Ve rüzgar… Öyle ki Bozcaada’nın ya da antik çağdaki adıyla Tenedos’un gerçek sahibi rüzgar sanki. Bazen lodos oluyor bazen poyraz ama daima onun hükümdarlığı sürüyor buralarda. Ve güneş denizin içinde kaybolurken, rüzgara karşı dilediğiniz her ne varsa gerçekleşecekmiş gibi geliyor insana.<br />
<br />
İçim biraz daha hafiflemiş, sırt çantam biraz daha ağırlaşmış olarak dönüş yolculuğuna hazırlanırken; içimin hafifliğinin rüzgara verdiğim sırlardan, çantamın ağırlığının pazardan aldığım ev yapımı domates reçeli ve ada şarabından olduğunu biliyorum… Ve bu mutlu kediler adasına en kısa zamanda tekrar geleceğimi de...<br />
<br />
<h3>
<span style="color: #666666;">Yazı ve fotoğraflar: Birgül Kopuz (Haziran 2008)</span></h3>
<div>
<br /></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-44504034574976569982012-06-09T12:20:00.000-07:002012-06-10T01:44:45.554-07:00Ben Giderim Batum'a...<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRRiJVtksBl0aUHBIS7wXFiMrRGPb4xseC5n28l57tDEqgDCol3T_9atPuPjpEH2qAhdDNU2b1d_WoPOGhrrKbZjaTNWnqPNpZyMQ4fjoYG3_nbpuW-Tyq-4NWfaFSDe26zcLmUgHrbXA/s1600/fg1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="246" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRRiJVtksBl0aUHBIS7wXFiMrRGPb4xseC5n28l57tDEqgDCol3T_9atPuPjpEH2qAhdDNU2b1d_WoPOGhrrKbZjaTNWnqPNpZyMQ4fjoYG3_nbpuW-Tyq-4NWfaFSDe26zcLmUgHrbXA/s320/fg1.jpg" width="320" /></a></div>
"Dedem Batum’dan gelmiş” der dururdu annem, ‘Ben Giderim Batum’a’ adlı türküyü her dinlediğinde. Ben de merak ederdim neresidir bu Batum, uzak mıdır, yakın mıdır, güzel midir diye... Nihayet bu merakımı giderdim bir Karadeniz ziyaretinde. Elimde pasaportum, ‘Hadi Batum’a gidelim’ deyince kuzenime önce tuhaf tuhaf baktı yüzüme, sonra anladı ki iş ciddi düştük yollara... İyi ki de düşmüşüz! İşte size ‘dede topraklarından’ ilginç hikâyeler...<br />
<br />
Trabzon’dan, Rize’den, Artvin’den yani Doğu Karadeniz’in illerinden Batum’a düzenli olarak otobüs seferleri var. Üstelik sudan ucuz, biz Rize’den adam başı 15 TL verdik. Pasaportumuz cebimizde, yaklaşık 4 saat sonra Gürcistan topraklarına ayak bastık. Burada önemli bir not: Eğer hafta sonu giderseniz gümrükte epeyce yığılma olduğundan çok beklemeniz gerekiyor, biz bunu bildiğimiz için Pazartesi sabahı düştük yollara...<br />
<br />
İlk önce bizi Batum’un inekleri karşıladı (hani şu meşhur ‘angus’ hazretleri). Otobanın ortasında salına salına yürüyorlar, geçen arabalar falan umurlarında değil, buranın kralı onlar anlaşıldı... Arada bir başlarını kaldırıp pis pis bakıyorlar otobüs şoförüne. Malum bizim şöfor Rizeli. Eyvah diyoruz şimdi kavga çıkacak. Ama şoförümüz alışık anlaşılan, selam verip geçiyor angus hazretlerine. Bir oh çekerek yolculuğa devam ediyoruz<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJVSeuzKwf7s1OojBNzUHiBOaTHPbdrbuugxhgKzkq_h4lIA05Wu4caBkpZGzV0_OOTPhAnwjkLoleBzD2y-Ujx2puoGjMFIuAOIi-btdchueSIxjFzlhPxz-ykd34_HVmXITiz9I7Je0/s1600/6.1.2011.batum4.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJVSeuzKwf7s1OojBNzUHiBOaTHPbdrbuugxhgKzkq_h4lIA05Wu4caBkpZGzV0_OOTPhAnwjkLoleBzD2y-Ujx2puoGjMFIuAOIi-btdchueSIxjFzlhPxz-ykd34_HVmXITiz9I7Je0/s320/6.1.2011.batum4.jpg" width="320" /></a></div>
Yaklaşık 20 dakika sonra otogardayız. İlk şok burada yaşanıyor zaten.<br />
<br />
Otogarı şöyle anlatmaya çalışayım size; bizim eski Topkapı otogarını bilenler bilir. İşte onu gözünüzün önüne getirin ve 10 kat daha fenasını düşünün. Her yerde çöpler, çöpleri eşeleyen kadınlar, dökülen üst başlarıyla bir kenarda durmuş sizi gülerek (ama pis pis) seyreden erkekler (çoğu bıyıklı ve hepsi Lazlara benziyor), yerlerde barbut oynayanlar. Barbut zarla oynanan bir kumar oyunu ve burada oldukça yasal. Kumarhanede değil otogarda oynanacak kadar. Kuzenimle göz göze geliyoruz, bir şey söylemese de ben okuyorum gözlerinden: “Tutturdun Batum da Batum. Buralara getirdin beni. Burada adam soyarlar yahu! Bıktım senin şu macera tutkundan. Bakalım başımıza neler gelecek.”<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimF-jMILrXjGmnUBOj81Em5u5hA4_bx3D_1CjkkX0K9bHirKJnlL-FeE0Yz9noljdvO9JNSaxCSaEz6p4D38K9j2N8p5kx5WY56jVFESlZB2Ks_1aZnqxSS6HO7yvZiNGtdTNEsKdQTLE/s1600/4.1.2011.batum2.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimF-jMILrXjGmnUBOj81Em5u5hA4_bx3D_1CjkkX0K9bHirKJnlL-FeE0Yz9noljdvO9JNSaxCSaEz6p4D38K9j2N8p5kx5WY56jVFESlZB2Ks_1aZnqxSS6HO7yvZiNGtdTNEsKdQTLE/s320/4.1.2011.batum2.jpg" width="320" /></a></div>
Neyse ben ümidimi kaybetmiyorum henüz. Önce bir otel bulmamız gerekiyor. Daha önce Batum’a gelmiş bir arkadaştan aldığımız tavsiyeyle, bir taksiye binip otelimizin adını veriyoruz taksiciye. Burada en büyük sorunlardan biri de dil sorunu. Kimse İngilizce bilmiyor, sadece Rusça ve Gürcüce biliyorlar. Ama Türkçe konuşamasalar da çat pat anlıyorlar. Türkiye’ye gelip giden çok olduğu için kulakları Türkçeye aşina anlaşılan. O yüzden yarı Türkçe yarı vücut diliyle anlaşıyoruz mecburen. Neyse Allahtan oteldeki resepsiyonist çocuk Türkçe biliyor. Otel çok komik. Bir ‘kitsch’ şaheseri. Perdeler 70’lerden kalma, tüllerse birer 80 klasiği... Odalardaki çarşaflar başka renk, nevresimler başka, yastık kılıfları bambaşka. Hiçbir şey birbiriyle uyumlu değil.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
Sabahın köründe bir gürültüyle uyanıyoruz. Birileri koridorda bağıra bağıra kavga ediyor. Hemen resepiyonu arıyorum ve resepsiyondaki Türkçe bilen (!) arkadaşla şöyle bir konuşma geçiyor aramızda:<br />
<br />
- Koridorda korkunç bir gürültü var, susturur musunuz lütfen, uyuyamıyorum.<br />
- Ne istiyorsun?<br />
- Gürültü var diyorum, duymuyor musunuz?<br />
- Su istiyorsun???<br />
- Hayır su istemiyorum, gürültü var diyorum. Sadece uyumak istiyorum.<br />
- Ha, odada yok su. Aşağıda var. Sen kalkıp aşağı geliyorsun.<br />
- Haaaaaaayıııııııırrr. Uyumak istiyorum.<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjabBZRIEXHCBno9Md48hpm8nlGo1dDygnIzEUW3u7GqCXU7m64_19pUQSfRUwI20ZLL8YBkO9KE64L-FNlQozGgdQeff1o8ubNip_ao2hUOr-3FMlnqjqtI7acPy_uk2r7Xp7_Tngp2yc/s1600/6.1.2011.batum6.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjabBZRIEXHCBno9Md48hpm8nlGo1dDygnIzEUW3u7GqCXU7m64_19pUQSfRUwI20ZLL8YBkO9KE64L-FNlQozGgdQeff1o8ubNip_ao2hUOr-3FMlnqjqtI7acPy_uk2r7Xp7_Tngp2yc/s320/6.1.2011.batum6.jpg" width="320" /></a></div>
- Sen ne istiyorsun???<br />
<br />
Artık daha fazla enerjim kalmıyor ve telefonu kapatıyorum. Uyanıp üstümü giyiniyorum, saat henüz sabahın 7’si ama olsun şehir turuna çıkarım erkenden. Elimde fotoğraf makinesi dalıyorum Batum sokaklarına...<br />
Burada kaybolmanız çok zor. Bütün sokaklar denize çıkıyor çünkü ve neredeyse bütün sokaklar şantiye yeri gibi. Şehir inşaat halinde. Pek çok Türk firması da dikkatimizi çekiyor bu arada. Ve tabii ki çok fazla sayıda Karadenizli erkek. Çoğunun burada bir Gürcü sevgilisi var. Hafta sonları atlayıp arabaya geliyorlar. Oteller çok ucuz, benzin sudan ucuz, et ucuz, içki sigara ucuz... Daha ne olsun! Çay parasını ya da maaşını alan Rizeli erkek, soluğu Batum’da alıyor yani. Bir de arabasının deposunu üçte biri fiyatına benzin dolduruyor, içkisini sigarasını alıyor. Karısına ve çocuklarına da 5 kilo et götürüyor, sus payı... Oturtmuş düzenini yurdum insanı.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpMJ8r0-81_MU_tfwCeo46r7jB8vpkJ4FVHKYLdObar1Q370lGUbVTEnPZztSUort385WB4F2RmMEVedCWkCWnhhYtoEgK8VghyAefW2RvW2kDYV8ViKNQJ74GILnYUsVMmHj7B-QWWpk/s1600/4.1.2011.batum3.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjpMJ8r0-81_MU_tfwCeo46r7jB8vpkJ4FVHKYLdObar1Q370lGUbVTEnPZztSUort385WB4F2RmMEVedCWkCWnhhYtoEgK8VghyAefW2RvW2kDYV8ViKNQJ74GILnYUsVMmHj7B-QWWpk/s320/4.1.2011.batum3.jpg" width="320" /></a></div>
Herkesin ilgisini çekiyorum sokaklarda dolaşırken, hemen anlıyorlar yabancı olduğumu. (Kılık kıyafet farkı diyebiliriz, orada hala 80’lerde yaşanıyor). Ama İstanbullu olduğumu söyleyince hiç bir yerde böylesine iltifata mazhar olmamıştım daha önce. İstanbul sanki Paris demek Gürcüce! Gözleri parlıyor hemen, saçımı, üstümü başımı okşamaya başlıyorlar. Ben böyle şey görmedim! Gerçekten çok gerçeküstü! Biraz Türkçe bilenler, ne kadar çok görmek istediklerini anlatıyorlar İstanbul’u. Sokaklardan birinde bir Türk barı görüyorum, kapının önünde iki adam oturuyor. Fotoğraflarını çekiyorum. ‘Nerelisin’ diye soruyor biri. ‘İstanbulluyum’ deyince başlıyor şarkı söylemeye iyi mi: ‘Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder...’ Sezen’in şarkısını söylüyor adam resmen.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsyVvZ-UnKEzXoTk3KNjFUM9v-7ePGg9OXJDWPdNy6qIbR6x3SOKqvbBX97KcdD5k5JfYOYPoSuuoEio77Oqr3b-s9F7KhGz38hcqqQATtD7vL85LCFg2A9rpF3Q79lPm49ZC-2FHGLHI/s1600/6.1.2011.batum3.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsyVvZ-UnKEzXoTk3KNjFUM9v-7ePGg9OXJDWPdNy6qIbR6x3SOKqvbBX97KcdD5k5JfYOYPoSuuoEio77Oqr3b-s9F7KhGz38hcqqQATtD7vL85LCFg2A9rpF3Q79lPm49ZC-2FHGLHI/s320/6.1.2011.batum3.jpg" width="320" /></a></div>
Türkler burayı fethetmiş. Türk kasabı, Türk berberi, Türk lokantaları, Türk barı... Sokaklarda yürürken mutlaka Türkçe konuşan birilerine rastlıyorsunuz. Erkekler sabahın köründe başlıyorlar içmeye, kadınlar çalışıyor. Dükkânların çoğunda kadınlar var. Yaşlı olanlar sokaklarda seyyar satıcılık yapıyor. Gürcüce Lazca’nın ikiz kardeşi. Ne dediklerini anlamasınız da vurguları aynı. Küfür ettiklerini de anlıyorsunuz iltifat ettiklerini de... Bizim Türk kahvesinin yerini Gürcü kahvesi almış burada. Türk kahvesinden tek farkı aromasının olmayışı. Kokusuz Türk kahvesi yani. Sokaklarda kahve içip fal bakan kadınlar var. Fotoğraflarını çekmek isteyince hemen gülümseyip poz veriyorlar. Bir tanesi ‘Beni de götür İstanbul’a’ diyor. Böyle bir sevgi seli yani!<br />
<br />
Cebinizde az parayla güzel bir tatil yapabilirsiniz Batum’da. Güzel insanlar tanırsınız, şaşırırsınız, öfkelenirsiniz, bol bol da gülersiniz. Ama öyle dört yıldızlı konfor bekleyenlerin şehri değil burası. Daha çok sınırın hemen ötesinde neler oluyor acaba diye merak edenlerin, bir halkın değişme dönüşme çabalarını anlamak, bir de işte benim gibi ‘dede topraklarını’ gidip görmek isteyenlerin şehri... Birkaç seneye kalmaz Gürcistan’ın sayfiye şehri olmaya hazırlanan, bizim denizin çocuklarının şehri...<br />
<br />
<h3>
<b><span style="color: #666666;">Yazı ve fotoğraflar: Birgül Kopuz </span></b><span style="color: #666666;">(Ekim 2010)</span></h3>
<h3>
<span style="color: #666666;"><br /></span></h3>
<div>
<br /></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-79730164742433344442012-03-28T11:03:00.000-07:002012-03-28T11:03:09.016-07:00Beyoğlu'nda Yürürken...<div class="MsoNormal"><span style="color: red;"><span style="font-size: 21px; line-height: 24px;"><b>Pera: Bir tatlı huzur ya da baş dönmesi</b></span></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: red;"><span style="font-size: 21px; line-height: 24px;"><b><br />
</b></span></span></div><br />
<div class="MsoNormal"><b><i>Kim bilir kaç kitaba konu oldu bugüne kadar? Kaç şarkıya, kaç filme... Olmaya da devam edecek dünya döndükçe... Siz ister Pera deyin ister Beyoğlu, o yine kendi bildiği dilden anlatacak hikayesini... Nasıl ki aşkın her dilde bir karşılğı varsa, herkesin hikayesinin de Beyoğlu’nda bir karşılığı var çünkü...<o:p></o:p></i></b></div><div class="MsoNormal"><i><br />
</i></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgLaUCHbAmvcPosj_gbK88BjIAPVwfYfmsK7b6gyt84aJk-SNHZlX9dWQ-ai-k_jGGC2LX5oNLJvZHzfoK7ZDcZPw-6BohLMgMZq0QVlOvS1lOGqM3_2m3ManWjfeduW2au1yWUlOniUSA/s1600/beyoglu.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgLaUCHbAmvcPosj_gbK88BjIAPVwfYfmsK7b6gyt84aJk-SNHZlX9dWQ-ai-k_jGGC2LX5oNLJvZHzfoK7ZDcZPw-6BohLMgMZq0QVlOvS1lOGqM3_2m3ManWjfeduW2au1yWUlOniUSA/s320/beyoglu.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal">Şehrin eski sahipleri çok iyi bilirler; İstanbul’da yaşamak Pera’da yaşamaktır biraz da... Tramvaya binip Tünel’e uzanmak, Çiçek Pasajı’nda soluklanmak, Nevizade’de sarhoş olmak, Cihangir’e inen merdivenli bir sokaktan şehre bakmak, içli bir keman sesinin peşine takılıp kaybolmak... Asmalımescit’te yaşlı Rum meyhanecinin, Balat’lı bir Ermeni terzinin ve paşa torunu Hulusi Bey’in aynı şarkılarda gülüp aynı şarkılarda ağladığını görmek... Çiçek Pasajı’nın kapısında, dudağında kırmızı rujuyla akordeon çalan Madam Anahit’i özlemek...<o:p></o:p></div><div class="MsoNormal">Bunlardan birini bile yapmamışsanız henüz, İstanbul hikayeniz biraz eksik kalmış demektir. O zaman ne duruyorsunuz; şöyle bir Beyoğlu turuna çıkın isterseniz, belki Pera’nın size anlatacakları vardır kim bilir?<o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><b><br />
</b></div><b><span style="color: red;">Bir İstanbul hatırası</span></b><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUrbAzNo8dDAS63cjAeozcTmTuq19P3zwiFyxd-PEmP-F8m6n3Y_chZBmJDeXKUbnCmeNe8vGhsuYb8x7jkNDFwxPK7WFN-8Qk6lUQvHhqduM4g02DsMoN3fWUcox-_KzyeuQVxyzmjtE/s1600/beyo%C4%9Flu-i%C3%A7kisiz-mekanlar-1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="277" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUrbAzNo8dDAS63cjAeozcTmTuq19P3zwiFyxd-PEmP-F8m6n3Y_chZBmJDeXKUbnCmeNe8vGhsuYb8x7jkNDFwxPK7WFN-8Qk6lUQvHhqduM4g02DsMoN3fWUcox-_KzyeuQVxyzmjtE/s320/beyo%C4%9Flu-i%C3%A7kisiz-mekanlar-1.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal">Tünel’den de başlanır elbet ama siz Taksim Meydanı’ndan başlayın en iyisi Beyoğlu turuna; Taksim Anıtı’nın önünde fotoğraf çektirenlere gülümseyerek. İşte size, kim bilir kaç nesildir değişmeyen bir ‘İstanbul Hatırası’ klasiği... </div><div class="MsoNormal">Bölgenin suları buradan dağıtıldığı için Taksim denilmiş adına. Eğer sola dönüp Sıraselviler Caddesi’ne saparsanız, Cihangir’e götürür sizi yol. İsterseniz Çınaraltı’nda bir çay içip, Çukurcuma’daki antikacıları şöyle bir dolaşıp tekrar İstiklal Caddesi’ne çıkarsınız. Ama siz şimdilik es geçin Cihangir’i, dümdüz ilerleyin İstiklal Caddesi’ne doğru. Caddenin üzerinde sağlı sollu yükselen eski binalar karşılayacak önce sizi. Ortada tramvay yolu ve inanılmaz bir kalabalık... Hemen sağda Fransız Konsolosluğu, lokantalar, kafeler, barlar, kitapçılar, sinema salonları, insanlar, insanlar... Bir tatlı huzur ve hafif baş dönmesi... Belki de Beyoğlu’nun özeti...<o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red;"><br />
</span></b></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red;">Pera’nın ruhu </span><o:p></o:p></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhN6cR2JHKoqFX5_kFHYLExlsC84arl4b-8KKr_H29UK7g5ei-6VhRsYVm6s3qZYSYTVfl6Sty2QlOfCYNdFEMlNIVotQWcNFyHRua2euxewqbz6KLS9K9-xIlg580RKRHzsKASMMuKB74/s1600/2340003857_a65055fd11.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhN6cR2JHKoqFX5_kFHYLExlsC84arl4b-8KKr_H29UK7g5ei-6VhRsYVm6s3qZYSYTVfl6Sty2QlOfCYNdFEMlNIVotQWcNFyHRua2euxewqbz6KLS9K9-xIlg580RKRHzsKASMMuKB74/s320/2340003857_a65055fd11.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal">İstiklal Caddesi üzerindeki tek camii olan Ağa Camii’nin önünden geçeceksiniz birazdan. Tam karşısındaki Sakızağacı Sokağı’nda ise bir Ermeni kilisesi var. İnsaoğlunun düşmanlığına inat öyle kardeş kardeş bakışıyorlar yıllardır. Ağa Camii’nin sokağında iki hoş sürpriz bekliyor olacak sizi: Türk mutfağının en güzel yemeklerini sunan Hacı Baba Lokantası ve lokantanın terasından avlusu görünen Rum Ortodoks Aya Triada Kilisesi... İşte böyle bir yer Pera: Bütün karmaşasına rağmen, huzurun ve sukunetin hangi sokakta gizlendiğini asla bilemezsiniz! Bunları düşüne düşüne bir de bakmışsınız Balık Pazarı’ndasınız. Her daim en taze sebze ve meyveleri, en leziz balıkları ve deniz ürünlerini bulabileceğiniz renkli mi renkli bir çarşı burası... Soldaki Aynalı Pasaj, Pera’nın atmosferini, ruhunu en güzel yaşatan mekanlardan biri belki de. Pasaj, pek çok hediyelik eşya dükkanına ve sahafa ev sahipliği yapıyor. Sağda ise Ermeni Gregoryen Kilisesi var. Hem Nevizade’ye hem de Çiçek Pasajı’na giriliyor Balık Pazarı’ndan. Ama daha vakit erken. Demlenme vaktine çok var. Önce Beyoğlu turunu tamamlayın siz, belli ki son durak Çiçek Pasajı olacak nasıl olsa!<o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><b><br />
</b></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red;">Cezayir Sokağı’nda Fransız olmak</span><o:p></o:p></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGYju0YXARTD1Ge9iiF_BGzk0VYCDlWKwxc6FtcWGRd73CMAY_0O0lb6CbhyphenhyphentzpUI_tBey2AVuXddqyzTIOLhYNPpnb9LU6MfY0fHVz6tI-IKXasif8rAKvhc2WIC89xga67e8RguB7iI/s1600/beyoglu4.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="212" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGYju0YXARTD1Ge9iiF_BGzk0VYCDlWKwxc6FtcWGRd73CMAY_0O0lb6CbhyphenhyphentzpUI_tBey2AVuXddqyzTIOLhYNPpnb9LU6MfY0fHVz6tI-IKXasif8rAKvhc2WIC89xga67e8RguB7iI/s320/beyoglu4.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal">Balık Pazarı’ndan çıkıp şöyle Fransız Sokağı’na ya da diğer adıyla Cezayir Sokağı’na doğru bir uzanın hadi. Mekteb-i Sultani yani bugünkü adıyla Galatasaray Lisesi’nden aşağıya doğru vurun kendinizi. (Eğer günlerden cumartesiyse, yıllardır orada oturup kayıp çocuklarını bekleyen Cumartesi Anneleri'ne selam vermeden geçmeyin sakın) </div><div class="MsoNormal">Sola dönünce ver elini Fransız Sokağı. Buraya Beyoğlu’nun küçük Paris’i diyenler de var... 1900’lerin başında Fransız mimarisinden esinlenerek yapılan cumbalı binalar, bundan 7 yıl kadar önce restore edildi, boyandı; kafeler, restoranlar, barlar, butikler, şarapevleri açıldı ve sokak şenlendi... Bir Türk kahvesi iyi gitmez mi şimdi, şöyle en telvelisinden... Karşıdakı şarapevinden mi geliyor o nağmeler... Fransız Sokağı’nda Fransız şansonları dinlemek... Üstelik Jaques Brel söylüyor: ‘Ne Me Quitte Pas’... Ya da ‘If You Go Away’, fark etmez... Müziğin kardeşliği çoktan ilan edildi Beyoğlu’nda... Az sonra da Müzeyyen Senar'ın sesinden ‘Batan Gün Kana Benziyor’u dinlersiniz mutlaka... Hepsinde de nemlenir gözleriniz... <o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><b><br />
</b></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red;">Tünel’e doğru...</span><o:p></o:p></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4vU-NCpEoRz0w0IZkQPo54SrF3c-_oHiAQeZES0ReJBHGfmXLrTPXSGp9bR0Iy805umVR_eVjYQJIYSw2Vgv7jd2bxGNVFjPgq8rUkhnpRhYjRICkYAt1QVacT8BNIG9QlyBeDYM_Y7o/s1600/221120081122110858494.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4vU-NCpEoRz0w0IZkQPo54SrF3c-_oHiAQeZES0ReJBHGfmXLrTPXSGp9bR0Iy805umVR_eVjYQJIYSw2Vgv7jd2bxGNVFjPgq8rUkhnpRhYjRICkYAt1QVacT8BNIG9QlyBeDYM_Y7o/s320/221120081122110858494.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal">Fransız Sokağı’na ve Jaques Brel’e ve Müzeyyen Senar'a veda ederek Tünel’e doğru yollanın en iyisi. Yüksek Kaldırım’ın hemen başında Galata Mevlevihanesi’ne uğrayın önce. 1491 yılında, Sultan Beyazıt döneminde İstanbul’da açılan ilk Mevlevihane burası. 1975 yılından bu yana Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılıyor. Müzeyi ve Mevlevihane’yi gezdikten sonra tekrar İstiklal Caddesi’ne çevirin rotanızı. İstanbul’un en büyük Katolik kilisesi olan St. Antuan’a da şöyle bir uğrayın istiyoruz çünkü. Şimdi fazla vakit yok ama geniş bir zamanda tekrar gelmeye, bir dilek tutup mum yakmaya söz vererek usul usul geçin kilisenin önünden. Burası son yıllarda Noel ayinlerinde Türkleri de ağırlayan ünlü bir kilise. Ayrıca kilisenin akustiği o kadar mükemmel ki, burada verilen konserlerden birini izlemek, ‘Ölmeden önce yapılacaklar listesi’nde yer almalı mutlaka...<o:p></o:p></div><div class="MsoNormal">Tünel ve Asmalımescit civarı, son yıllarda Beyoğlu’nun yeni çekim merkezi oldu ve Çiçek Pasajı’yla Nevizade’nin pabucunu dama attı. Akşamları, hele de hafta sonuysa, buralardaki mekanlarda boş yer bulmak çok zor.* Yakup ve Refik; pek çok ünlü yazar, gazeteci ve oyuncunun muhabbet etmek ve ‘demlenmek’ için buluştukları, Beyoğlu’nun en eski meyhanelerinden ikisi. Ayrıca pek çok etkinliğe ve konsere ev sahipliği yapan Bobylon ve Tünel House Cafe bu civardaki diğer popüler mekanlardan... <o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><b><i><span style="color: orange;">*(Bütün bunlar Ahmet Misbah Demircan'ın dahiyane uygulamalarından önceydi ne yazık ki!) </span></i></b> </div><div class="MsoNormal"><b><br />
</b></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red;">Galata’dan şehre bakmak</span><o:p></o:p></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPRSiT28Dq3VpBMK-h8MD_50AO3wKzfVvZHfRgoVnGBnEXc_UqUZy3CbPfD_D3uYwB6F43qt3eNDdkdsMWiE25qCHtPgBjU4TUA_b0GocBUgwLSGwHXeMNEjTW980VxvR4XT-Lt6mdFjU/s1600/galata+kulesi.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="202" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPRSiT28Dq3VpBMK-h8MD_50AO3wKzfVvZHfRgoVnGBnEXc_UqUZy3CbPfD_D3uYwB6F43qt3eNDdkdsMWiE25qCHtPgBjU4TUA_b0GocBUgwLSGwHXeMNEjTW980VxvR4XT-Lt6mdFjU/s320/galata+kulesi.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal">Beyoğlu turunuzun son durağı Galata'ya geldiniz işte... Nasıl ki, Tünel ve Asmalımescit eğlencenin yeni çekim merkezi olduysa, Galata civarı da İstanbul’daki aydınların, entelektüellerin oturmak için tercih ettiği bir semt oldu son yıllarda. <o:p></o:p></div><div class="MsoNormal">Galata’nın sembolü olan ve 1348 yılında Cenevizliler tarafından yapılan Galata Kulesi, Osmanlı döneminde bir tür ‘yarı açık cezaevi’ olarak kullanılmış. Bir rivayete göre de, Hazerfan Çelebi’nin kanat takıp kuş misali uçmayı denediği yer burası. Galata Kulesi’ne açılan Küçük Hendek Sokak, iki güzel yapıya ev sahipliği yapıyor. Biri sırtını eski Ceneviz surlarına dayamış Sen Piyer Kilisesi, diğeri ise Osmanlı Bankası’nın ilk binası olarak kullanılmış eski bir han...En muhteşem şehir manzarası için ise tek adres var: Konak Pastanesi...<o:p></o:p></div><div class="MsoNormal"><b><br />
</b></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red;">Batan gün kana benzerken...</span><o:p></o:p></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtwMjgvPh5uYjLVzGmdrtwdnVgzYW7P5K8jkq8AyhJfd9KgHdeZdLepCr2prwCLoaWlu-cE2HSYFJVeKTcYAZdmWUCLwAz6CtSv0tmhgCKK_71L-swqhqlMs2e7hImJnGBqIxSKUWosVE/s1600/turkey-beyoglu-outdoorcafewalk.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="227" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjtwMjgvPh5uYjLVzGmdrtwdnVgzYW7P5K8jkq8AyhJfd9KgHdeZdLepCr2prwCLoaWlu-cE2HSYFJVeKTcYAZdmWUCLwAz6CtSv0tmhgCKK_71L-swqhqlMs2e7hImJnGBqIxSKUWosVE/s320/turkey-beyoglu-outdoorcafewalk.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal">Güneş battı batacak... Gökyüzünün rengi, rüzgarın kokusu değişti sanki... Rotanızı tekrar İstiklal Caddesi’ne çevirip Nevizade’ye şöyle bir selam çakıp, Çiçek Pasajı’nda soluklanma vakti. Nasıl olsa Pera’dasınız, nasıl olsa güneş rakı burcunda... İçli bir keman sesinin peşine takılıp yürümek lazım şimdi. Sonra da tahta bir iskemleye çöküp, masayı donatmak: Beyaz peynir, kavun, fasulye pilakasi, lakerda... Bir kadeh de aslan sütü... Ah şu rüzgar yok mu! Hepsi onun suçu. Anason kokusunu getirip dayıyor adamın burnuna. Yok siz derseniz ki, ‘alkolle aramızda mesafeli bir ilişki var’, o başka... Su olur, soda olur hiç fark etmez. Bir söz vardır buralarda çok meşhur: Maksat muhabbet olsun... <o:p></o:p></div><div class="MsoNormal">Ve bir de şair katılsa bu muhabbete fena mı olur: <i>“<b>Kadın, Beyoğlu’nun bir kış akşamında/üstündeki deri montun sahibine küs/soğukluğundan muzdarip yürüyordu.../Adam da.../Yürümek hiçbir şeyi çözmüyordu, bazı Aralık akşamlarında.../Parmağında yaralı bir öyküyü taşıyordu adam.../Kadının yüzünde bir hüzün...”<o:p></o:p></b></i></div><div class="MsoNormal"><i><b><br />
</b></i></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">BİRGÜL KOPUZ / Tailwind Magazine - Mayıs 2010</span></b></div><br />
<div class="MsoNormal"><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-16028757213982024232012-03-05T14:29:00.001-08:002012-03-05T14:29:45.214-08:00Daisy'ye Mektup<span style="color: red; font-size: large;"><b>Heybeliada'da O Yaz...</b></span><br />
<br />
Sürgünler, göçler, terk edişler, terk edilişler... Yıllardır bu coğrafyada yaşayan insanların alışık olduğu acılar mı acaba? Sahi kaç ayrılık sığar insan ömrüne? Özlemle nasıl baş edilir?<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFbqd0HZFXGml09gr1bmeAUSPW-VJN3_lFEamPmSYuJ1sgNn7Oj3-l3TVOm04b3kI5UFx3dryIgi3F6r7Qrw2JQRoz2zha-6a6RjBqCPQUkjOBF3YzYH_xFLlOGiEYjNH3qkhR0Jz24ng/s1600/1309262075.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFbqd0HZFXGml09gr1bmeAUSPW-VJN3_lFEamPmSYuJ1sgNn7Oj3-l3TVOm04b3kI5UFx3dryIgi3F6r7Qrw2JQRoz2zha-6a6RjBqCPQUkjOBF3YzYH_xFLlOGiEYjNH3qkhR0Jz24ng/s320/1309262075.jpg" width="320" /></a></div>Yağmurlu bir akşamüstü, karşı kıyının ışıklarına bakarken bu sorular düşer aklıma birden. Az önce bir film izlemişimdir belki sinemada. Filmdeki kadın, yitirdiği kimliğinin, ailesinin, çocukluğunun peşinden gitmek ister derin bir özlemle. Ve Yunanistan'a kadar götürür bu özlem onu. Doğduğu topraklardan, Karadeniz'den sürülmüş, onunla aynı dili -Pontus Lazcası- konuşan başka bir kadınla karşılaşır orada. İkisi de geçmişin özlemiyle yanıp tutuşmaktadır, ömürlerinin son demlerinde. İkisi de çocukluklarını, siyah-beyaz hüzünlü fotoğraflarda ve uzun göç yollarında bırakmıştır. "Ah tek dileğim vardır bilir misin?" der biri ötekine; "o, nar ağacının altına gömüleydim!". <span style="text-align: center;">"Ah!" derim ben de..."Bu filmi keşke onunla izleyebilseydim!"</span><br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNHI5SK1huoaluGztnI_uPrBNCqNe8ki_sNg-nNiodJu7YUaoDV3xX74a6Fxsg51cjZKjUx9M0l4Y5-Te2iPWRT9maeEgemHTtBHvPYFy_4DyKVO0zB_ZJRqxb2xR25xq2kolXPRY8dT4/s1600/heybeliada-foto.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjNHI5SK1huoaluGztnI_uPrBNCqNe8ki_sNg-nNiodJu7YUaoDV3xX74a6Fxsg51cjZKjUx9M0l4Y5-Te2iPWRT9maeEgemHTtBHvPYFy_4DyKVO0zB_ZJRqxb2xR25xq2kolXPRY8dT4/s320/heybeliada-foto.jpg" width="320" /></a></div>Çocukluğunun yağmurlarını özlersin ya bazen, çocukluğunun oyunlarını. O hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yaz öğleden sonralarında, yarın gerçekleşecekmiş gibi kurduğun imkansız hayalleri... Heybeliada'daki o güzel, beyaz ahşap konağı... Mimozalarla dolu bahçede, çiçek kokularını içimize çekerek birbirimize anlattığımız tüm o çocuksu, tuhaf hikayeleri. O yüzden işte; ne zaman mimoza görsem, sarı saçlı, çilli bir kız çocuğu düşer aklıma.<br />
<br />
Eleni teyzenin kurabiyelerini hatırlarım sonra, Madam Tasula'nn paskalya çöreklerini. Gizli gizli içilen ilk muz likörünün tadını. Bir şişeyi bitirmiştik neredeyse, sonra hafif sarhoş olmuştuk hani. Kimse anlamasın diye sarhoş olduğumuzu, kaçıp saklanmıştık sonra sahildeki bir kayıkta. Annen bulmuştu değil mi orada bizi? Kızar gibi yapmıştı, gülmemek için kendini zorlarken. Sahi kaç yaşındaydık o yaz? Bir daha hiç o yaşta olduk mu?<br />
<br />
Pazar günleri sen en güzel giysilerini giyip kiliseye giderken, ben camdan seni izlerdim hep. Ve en masum soruları sorardım anneme: "Neden biz de onlar gibi güzel güzel giyinip gitmiyoruz dua etmeye?" Bir tek çocuklar sorar değil mi en doğru soruları!<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7N6ZQMtwb5WYe2A6CXW9trCC9b5vjKiInMMqa9xB4yBsWielEzOFVg43Of0sjvQTzh6m32_l0KBLVi6uEm_rj0PWfgfnAlx7j5zauZ02rQJjlLYSdny1mb5LC6ey_yfqtFsw92icSSQ0/s1600/heybeliada-halki-prince.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="212" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7N6ZQMtwb5WYe2A6CXW9trCC9b5vjKiInMMqa9xB4yBsWielEzOFVg43Of0sjvQTzh6m32_l0KBLVi6uEm_rj0PWfgfnAlx7j5zauZ02rQJjlLYSdny1mb5LC6ey_yfqtFsw92icSSQ0/s320/heybeliada-halki-prince.jpg" width="320" /></a></div>"Sen niye hep o gavur kızıyla oynuyorsun?" diye soran kimdi hatırlamıyorum. Ama sevgisiz, karanlık yüzlü bir adam geliyor gözümün önüne. "Sensin gavur" demiştim ona bağırarak, öfkeyle... "Gavur" kelimesinin anlamını bilmiyordum henüz ama çocuksu bir önseziyle anlamıştım, kötü bir şey demek istediğini.<br />
<br />
Andrea amca gezdirmişti bizi bir öğleden sonra, teknesiyle. Biz o teknede mi ilk kavgamızı yapmıştık seninle? Güzel gözlü bir çocuğa aşık olmuştuk galiba! İkimiz de aynı çocuğa aşık olacak kadar çok mu seviyorduk birbirimizi? Sonra hemen barışmıştık ağlayarak, güzel gözlü çocuğu da unutmuştuk, kavgamızı da! Çok çocuktuk!<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQ2hQdiwXwK38438O7Pfw2vcBADeYAPVbTL43QG4HIu4NOKVRePElk3xhnOymy0gR067o04D4tP0_hGt65W7Tqw-YFHHngA57CXyNxwdNlOcXThmhsq27ky8qCJIWb5N7uKuJL8oh9Qz4/s1600/girls-holding-hands-bw.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQ2hQdiwXwK38438O7Pfw2vcBADeYAPVbTL43QG4HIu4NOKVRePElk3xhnOymy0gR067o04D4tP0_hGt65W7Tqw-YFHHngA57CXyNxwdNlOcXThmhsq27ky8qCJIWb5N7uKuJL8oh9Qz4/s320/girls-holding-hands-bw.jpg" width="207" /></a></div>İşte bunları düşündüğüm gecenin sabahında, Heybeliada'ya giden bir vapurda buldum kendimi. Beyaz köşk karşımdaydı ama kimseler oturmuyordu içinde. Kimseleri istemiyordu sanki, senden başka, sizden başka! Yoldan geçen yaşlı bir madama sizi sordum, "Andrea ölünce Yunanistan'a gittiler" dedi ve kucağındaki mimozalardan bir demet verdi bana. Öyle mutlu oldum ki, bana seni verdi sanki!<br />
<br />
En son Atina'da olduğunu duydum, bilmem orada mısın hala? Belki sen de özlüyorsundur adayı, beyaz köşkü, kameriyeyi, mimozaları, tekrar çocuk olmayı... Öyleyse sen de bir vapura atlayıp gel hadi! Adada buluşalım. Çok uzun zaman oldu biliyorum, konuşacak bir şey bulamayız belki. Olsun, eski çok eski bir arkadaşla sessizliği paylaşmak da az şey değildir hani!...<br />
<br />
<span style="color: #999999; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ / Miko Kültür Sanat-2004</b></span><br />
<span style="color: #999999; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span><br />
<b><span style="color: orange; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">NOT:</span></b> <span style="font-family: 'Helvetica Neue', Arial, Helvetica, sans-serif;">Yazının başında adı geçen film Yeşim Ustaoğlu'nun yönettiği 'Bulutları Beklerken'di... Tek başıma izlemiştim sinemada ve ağlayarak çıkmıştım filmden... Birçok şeyi anımsatmıştı bana...ve özletmişti... Anneannemi, çocukluğumu, adayı, Daisy'yi... Sonra oturup bu yazıyı yazmıştım yıllar önce...</span>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-20406438902615908612012-02-15T11:03:00.000-08:002012-02-15T11:03:49.244-08:00Bir Masal Değildi 12 Eylül<span style="color: red; font-size: x-large;"><b>Bu Kalp Sizi Unutmasın!</b></span><br />
<span style="font-size: x-large;"><br />
</span><br />
<b style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><span style="color: orange;">(Başlarken Not:</span> </b><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">Bu yazı Kasım 2009'da, Show tv'de yayınlanan ve kısa bir süre sonra yayından kaldırılan 'Bu Kalp Seni Unutur mu' adlı dizi vesilesiyle yazılmıştı... 12 Eylül darbe rejiminin kendini en vahşi haliyle somutlaştırdığı, 'Türkiye'nin Auschwitz'i olarak anılan bir cehennemde, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar ilk kez gelmişti ekranlara bu diziyle... Yaşananların belki de yüzde 10'u bile değildi anlatılanlar ama o kadarı bile yetmişti işte... Dizi yayından kaldırıldı... Hatırlamakta, hatırlatmakta fayda vardır belki...<span style="color: orange;">)</span></span><br />
<i><b><br />
</b></i><br />
<i><b>“Yıllar geçse de üstünden / bu kalp seni unutur mu / kader gibi istemeden / bu kalp seni unutur mu / bir hasretlik yüzün vardı / içinde bir hüzün vardı / söyleyecek sözün vardı / bu kalp seni unutur mu / anlamı yok tüm sözlerin / sensiz geçen gecelerin / yaşanacak senelerin / bu kalp seni unutur mu”</b></i><br />
<br />
Fikret Kızılok sevenler iyi bilirler bu şarkıyı. Sıkı parçadır. Damardır. Şimdilerde bir diziye adını verdi. İzliyorsunuzdur umarım, herkes izliyordur… <br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhOziiMZ_ztfFLXGwlYDrXwXUEVKx1dbcTEbUAe61Ia8TjJoPyfmcHaxfQQo7aLrnGt2ROn4iBRUI5NYvkYaS35R3hae78leBg8ayudux1liHOjfb9xkqF7fmKIUTUB0L-89lQTfEFXsm4/s1600/12-eylul-darbesi-nin-aci-bilancosu_51850_b.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="216" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhOziiMZ_ztfFLXGwlYDrXwXUEVKx1dbcTEbUAe61Ia8TjJoPyfmcHaxfQQo7aLrnGt2ROn4iBRUI5NYvkYaS35R3hae78leBg8ayudux1liHOjfb9xkqF7fmKIUTUB0L-89lQTfEFXsm4/s320/12-eylul-darbesi-nin-aci-bilancosu_51850_b.jpg" width="320" /></a></div>78 kuşağı dediğimiz, şu anda 50’li yaşlarını sürenlerin hikayesi aslında. Tek istediği daha insanca, daha özgürce yaşamak olan; 68’li abilerinin ablalarının izinden giderek, “Başka bir dünya mümkün” diyen o idealist ve romantik kuşağın hikayesi…<br />
<br />
40’lı yaşlarını sürenler; gözler hafif nemli, dudaklarının kenarında acı bir gülümseme ve derin iç çekişler eşliğinde izliyordur belki diziyi. 30’lu yaşlarını sürenler; hayal meyal hatırladıkları bir masalı dinler gibi… 20’li yaşları hiç saymıyorum… Onlar için bir çeşit bilim-kurgu bile olabilir!<br />
<br />
Bazı sahneleri izlerken, “Yok artık, bu kadarı da olur mu?” diyeceksiniz belki. Demeyin. Daha fazlası da oldu çünkü bu topraklarda. Çok daha fazlası… Olur da birazcık merak ederseniz eğer, o dönemle ilgili yazılmış nice roman, nice şiir, nice anı, nice araştırma kitapçı raflarında bekliyor sizi. Ama şimdi üşenirsiniz google’layıp da bulmaya… Biraz ipucu vereyim en iyisi: ‘12 Eylül’ yazınca epey bir şey çıkıyor…<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiipRcfCcAn2txENdlfIwTSepHMth2voTN25BavBNkiHb9AcKE4piMWsCnjlDmhKzE7s05Apv20uEaVVbb4d6M2leBBDQvFBPyRekcgz1OP2UJBygLaed3xVF_QPx-BDv_9Kvwc9TvWMqY/s1600/1315821555_37_12-eylul-fotograflari-25.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="161" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiipRcfCcAn2txENdlfIwTSepHMth2voTN25BavBNkiHb9AcKE4piMWsCnjlDmhKzE7s05Apv20uEaVVbb4d6M2leBBDQvFBPyRekcgz1OP2UJBygLaed3xVF_QPx-BDv_9Kvwc9TvWMqY/s320/1315821555_37_12-eylul-fotograflari-25.jpg" width="320" /></a></div>Bazılarına unuttuğu kelimeleri yeniden hatırlatacak bu dizi, hatta kokuları, renkleri, insanları… 80’li yılların sadece vatka, perma, walkman, havlu çorap, Dallas ve ‘Big in Japan’den ibaret olmadığını anımsatacak … Bazı evlerde dayanılmaz acılar yaşandığını, kavganın ve davanın aşktan önce geldiğini, korkunun bulaşıcı bir şey olduğunu… Köşebaşındaki simitçinin sadece bir simitçi olmadığını ya da… (şimdi her köşebaşında simitsarayları, simitköşkleri var neyse ki!)<br />
<br />
Siz çocukken, mahalledeki abilerin ablaların yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu fark ederek meraklandınız mı hiç? Örneğin size okumanız için ‘Küçük Prens’i ya da ‘Küçük Kara Balık’ı hediye eden, o yeşil parkalı abi nereye kayboldu diye sordunuz mu annenize? Ya da karşı apartmandaki uzun siyah saçlı, güzel abla. Hani bir gün saçınızı okşayıp, “Çabuk büyüme olur mu, çocukluğun tadını çıkar” diyen… İşte o abla da artık mahallede görünmez olmuştur bir gün… Sahi o güzel insanlar toplanıp nereye gittiler bilen var mı?<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglRHeUu4Ga4T1Dlxd12kSReCNBmTvWWpvMapSFbInAukEflRdOjTOlB_wgbO9_NW3cHxcvSALhqvz700Ys2qKoTN8ITvuac5lFYDFDG4JvNWxKETbFBDMlbUwFiNzpTMX-e0GZoq3S02E/s1600/eylul.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglRHeUu4Ga4T1Dlxd12kSReCNBmTvWWpvMapSFbInAukEflRdOjTOlB_wgbO9_NW3cHxcvSALhqvz700Ys2qKoTN8ITvuac5lFYDFDG4JvNWxKETbFBDMlbUwFiNzpTMX-e0GZoq3S02E/s1600/eylul.jpg" /></a></div>Peki bu genç insanlara bu kadar acıyı çektirenler kimdi? Onlar da bizim gibi insandı işte… Zavallı küçük insancıklar… Birisi çoktandır elde fırça, resim yapıyor… Belki işkencede ölen bir çocuğun da resmini yapmıştır gizli gizli, kim bilir? Ya da yaşını büyütüp, darağacına gönderdiği başka bir çocuğun… Ya diğerleri? Onca zulme, onca işkenceye ortak olanlar. Bu karanlık filmin yardımcı oyuncuları. Onlar hesaplaştılar mı kendileriyle dersiniz? ‘Ben nasıl bir insanım?’ sorusuna yürekli bir cevap verebildiler mi hiç? Mesela çocuklarının saçını okşarken, bir yumruk gelip dayandı mı hiç boğazlarına? Babasız bıraktıkları onca çocuğu, çocuksuz bıraktıkları onca babayı anımsayarak…<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>O karanlık günlerde, yurdun dört bir yanındaki karanlık odalarda yaşanan büyük acılar, işkenceler, ölümler… İntihar süsü verilen cinayetler… Vatan, millet, Sakarya nutukları… Biraz şanslı olup da o karanlık odalardan kurtulmayı başaranların, sonrasında yaşadıkları ağır travmalar… Bu kalp sizi unutur mu? Unutmasın, ne olur unutmasın… Hesap sormak için değil, ondan geçtik çoktandır; sadece aynı acıları bir daha yaşamamak için hiç olmazsa.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZKQJuLKqgmIubqlFbUp-gNaPy5lEo6-8ts4Uy1UyEOf1buVljXY6uxVYXznH_JTjmmKOzYlAMskwp7Y22d_ptPw9rn4fLuP1CxktezbswSN-nf9-NcEoGSjmHr0m6og8w3hGm5eUnKMk/s1600/erdal_eren.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="190" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZKQJuLKqgmIubqlFbUp-gNaPy5lEo6-8ts4Uy1UyEOf1buVljXY6uxVYXznH_JTjmmKOzYlAMskwp7Y22d_ptPw9rn4fLuP1CxktezbswSN-nf9-NcEoGSjmHr0m6og8w3hGm5eUnKMk/s200/erdal_eren.jpg" width="200" /></a></div>Bilirsiniz belki, Almanlar okullarda sürekli, Nazilerin Yahudilere yaptığı kıyımı anlatır dururlar öğrencilere… Niye peki, çok mu salak Almanlar? Sadece tarihlerinde bir kara leke gibi duran o vahşeti, yeni kuşaklara aktarıp, unutturmayıp, bir daha tekrarlanmasını engellemek istiyor olabilirler mi?<br />
<br />
‘Bu Kalp Seni Unutur mu’da anlatılanlar hiçbir tarih kitabında yok ne yazık ki! Sadece o günleri yaşayanların hatıralarında saklı… Kuşaktan kuşağa aktarılsın yaşananlar… Aktarılsın ki, kimse bu topraklarda öyle acılar çekmesin bir daha!<br />
<br />
Ve kimse bir yerlerde yaşayan, devlet korumasındaki ressamı, tonton bir dede olarak hatırlamasın…<br />
<br />
<span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ / Kasım 2009</b></span>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-73844199221047689792012-02-06T15:56:00.000-08:002012-02-06T16:03:39.187-08:00Büyükdere: Büyürken Anlayamadığım Büyüyünce Anlatamadığım Aşk<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3lP3TccmK162YGYndnCdKj4GWwCqHlLzBoFjOfA6Qk_YtF1-bfZunIX_2RZd5gW_NbAFFrssuOyX9scrFnCEtCz6wibj_z9uJApN1lxFNvYxEtFhnV6bZXL1xNrCew2S_QznzF-jWQTQ/s1600/2499-Fubaognrj0ckltowuixnri4.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg3lP3TccmK162YGYndnCdKj4GWwCqHlLzBoFjOfA6Qk_YtF1-bfZunIX_2RZd5gW_NbAFFrssuOyX9scrFnCEtCz6wibj_z9uJApN1lxFNvYxEtFhnV6bZXL1xNrCew2S_QznzF-jWQTQ/s320/2499-Fubaognrj0ckltowuixnri4.jpg" width="320" /></a></div>İlk misket oynadığın, dizini kanattığın ve bu yüzden ilk tokadını yediğin, ilk âşık olduğun, acı çektiğin, Katina Teyze'nin evinde ilk muz likörünü içtiğin, anneni atlatarak o meşhur Piyasa Caddesi'nde sevgilinle buluştuğun, okuldan kaçtığın, ilk balık tuttuğun, sandalda şarap içtiğin, yağmurda sırılsıklam ıslandığın, gerçek dostluğun ne demek olduğunu anladığın, ilk terk edildiğin ve sokaklarında büyürken yaşamı öğrendiğin bir yeri nasıl anlatırsın?<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPdNMGWJjM23x_ZHtKj68f6EXkOIecESttHXK352b_vXJlkY2UU0Jm8f1vqk0PJzPXlMXbh_OAnWDlwdXYMaTKtCyKQ5ZX_jRw-z14iX093Xf6bizCLE26OyEtGrGBqfRSpZM8stFvnV8/s1600/ii-abdulhamid-in-arsivinden-istanbul-ii-abdulhamid-istanbul-1237145.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="219" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPdNMGWJjM23x_ZHtKj68f6EXkOIecESttHXK352b_vXJlkY2UU0Jm8f1vqk0PJzPXlMXbh_OAnWDlwdXYMaTKtCyKQ5ZX_jRw-z14iX093Xf6bizCLE26OyEtGrGBqfRSpZM8stFvnV8/s320/ii-abdulhamid-in-arsivinden-istanbul-ii-abdulhamid-istanbul-1237145.jpg" width="320" /></a></div>Belki de şuradan başlamak lazım; yıllardır değişmeyen bir Büyükdere klasiğinden… Yaz akşamları, hava kararmaya yüz tuttu mu, delikanlılığa ve genç kızlığa ilk adım atanlar Piyasa Caddesi'nde şöyle bir salınarak yürürlerdi. Hani şu, 'konuştuğun biri var mı', 'kiminle çıkıyorsun' diye sorulan zamanlarda... Henüz mektupla haberleşmek "yok artık, daha neler" değilken... Kız arkadaşınla kol kola piyasa yaparken karşılaşırsın 'beğendiğin çocuk'la ve bir not tutuşturuverilir eline mesela. Sokak lambasının altındaki banka oturup kalbin deli gibi çarparken notu okumaya çalışırsın, ellerinin teri mürekkebi dağıtır, okuyamazsın...<br />
<br />
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2wM88v6zf5nhidjNwzF7_3CK2iEdEeN5W5gm8m3ZotKKLZ8Af1EyG4uAC1G7vTw2Qpql05pAumSn2E6iWiJLH7pSxDIFL_dXGSOpHdgODi9WpOsF98Drl6c9-sYBgF_zVfK2HkzPNakg/s1600/1228336731img3383-copy.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj2wM88v6zf5nhidjNwzF7_3CK2iEdEeN5W5gm8m3ZotKKLZ8Af1EyG4uAC1G7vTw2Qpql05pAumSn2E6iWiJLH7pSxDIFL_dXGSOpHdgODi9WpOsF98Drl6c9-sYBgF_zVfK2HkzPNakg/s320/1228336731img3383-copy.jpg" width="320" /></a></div>Yıllar önce bu akşam piyasalarının nasıl olduğunu da çocukluk ve gençlik yıllarını Büyükdere'de, Kocataş Yalısı'nda geçiren Yusuf Mardin şöyle anlatır:<i> "Piyasa Caddesi'nde akşam gezmesi için süslenmiş bayanların yürümesi çoğunlukla saat beş buçuk gibi başlar; Sarıyer iskelesinden Büyükdere iskelesine kadar gidilip dönülürdü. Ama bu gezintiye çıkmadan önce, bayanların ayna karşısında saatlerce süren bir özenle süslenmesi, hazırlanması gerekirdi.(...) Özellikle Beyaz Park adlı su üstünde yükselen gazino önünde mola verilir; bunun bitişiğindeki deniz hamamından suya balıklama atlayan genç vücutların bakır teni garıp bir özlemle seyredilir ve hamamın az açığında demirli ahşap duba üzerinde yatan gençlerin bacaklanndan süzülen suların denize akışı bile gözden kaçmazdı. (...) İnsan Piyasa Caddesi'ndeki gezici satıcıların "Taze fıstık", "Sıcak mısır", "Beykoz'un cevizi", "Helvam kıtır","Kavak inciri" gibi seslerini duymasa, batan güneşin gönle damlattığı derin hüzünle, daimi bir ayrılık türküsünün esiri olurdu. (...) Akşama doğru Posta'nın Büyükdere iskelesine yaklaşması, dönüşe geçme zamanının geldiğine işaretti". (...)</i><br />
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvGocqnxId0Zq7A6JpVcCLUy-5jz05gU2z9G1oDfKxyy2-Z54qAGOo5dPwFONVkuXOzGeqQehvx9eEa5A_b1JfODbsXjxt0z2Z5MNjWf3YmESYC1iTGC01DX9euC2twfivahkb9aRrbds/s1600/%C3%BC%C3%BC%C3%BC%C3%BC.bmp" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvGocqnxId0Zq7A6JpVcCLUy-5jz05gU2z9G1oDfKxyy2-Z54qAGOo5dPwFONVkuXOzGeqQehvx9eEa5A_b1JfODbsXjxt0z2Z5MNjWf3YmESYC1iTGC01DX9euC2twfivahkb9aRrbds/s320/%C3%BC%C3%BC%C3%BC%C3%BC.bmp" width="320" /></a></div>İskeleye doğru yürürsün düşüne düşüne... Denize inen merdivenli sokaklarda büyüyen çocukların neden hep deli deli olduğunu, neden hep düşler kurduğunu düşünürsün belki. Sen, sahilde Sadberk Hanım Müzesi'nin önünden geçerken, îlk gençlığin de senin önünden geçer salına salına... Biraz ileride okuduğun lise vardır. Denize bakan sınıflarında, hep cam kenarında oturup hayaller kuran; hep imkânsızı isteyen, hemen şimdi isteyen gri formalı o kız gelir gözünün önüne... Bir gün ilk kez âşık olur o kız esmer bir delikanlıya. Bir kış günü okuldan dönerlerken kulağına aşkını fısıldar delikanlı, sadece kendisinin bildiği büyük bir sırdan bahseder gibi. Tam o sırada Danişment sokağındaki Rum kilisesinin (Ayia Paraskevi) bahçesinden geçiyorlardır ve delikanlı usulca öpmüştür burnundan kızın. Kilisenin papazı görmüştür olanları uzaktan ve göz kırpmıştır delikanlıya gülümseyerek. Yıllar sonra aynı kilisede, bir arkadaşının çocuğunun vaftiz törenine katıldığında, aynı papazı görüp nasıl sevindiğini anımsarsın...<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div>Sonra biraz daha geriye gidersin, küçük bir kız çocuğunu anımsarsın bu defa, babasının elinden tutmuş Yaprak Açık Hava Sineması'na gidiyordur, küçük adımlarını babasınınkilere uydurmaya çalışarak. Cici Kızlar'ın filmini izliyordur, yıllar sonra o anları olanca netliğiyle anımsayacağını bilemeden... Bir eli babasının elinde, diğer elinde boş gazoz şişesi... Ama farkında değildir küçük kız, o sıralar ağabeyler, ablalar birbirini öldürmektedir sokaklarda. Daha güçlü olan başkaları ise hepsini. Babasının okuduğu gazetedeki ölüm fotoğrafları gölgeler çocuk mutluluğunu. Sorduğu tüm sorular yanıtsız kalır. Hiç Fruko içemeden mi ölür o ağabeyler, ablalar?<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEirx3MyYHDIBckBi1meLfREoXI3NURBgPy7MgCDpAlMyByKlS7ifv7l0t2RsLEqIYR1Ia23FzgfOTYdFb5wHQ8TECfwxzHrHjVupMz70sCATpPcFjcHfcRhyphenhyphen82bZPYohYaWtn8S5REdraI/s1600/1.bmp" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEirx3MyYHDIBckBi1meLfREoXI3NURBgPy7MgCDpAlMyByKlS7ifv7l0t2RsLEqIYR1Ia23FzgfOTYdFb5wHQ8TECfwxzHrHjVupMz70sCATpPcFjcHfcRhyphenhyphen82bZPYohYaWtn8S5REdraI/s320/1.bmp" width="320" /></a></div>Efkarlanırsın birden bunları hatırlayınca. Ama olsun balık pazarı şuracıktadır nasıl olsa, gider mevsimine göre balık alırsın, biraz da roka. Kurarsın çilingir sofrasını Boğaz'a karşı. Ya da olmadı binersin vapura, verir elini Anadolu Kavağı... Ancak Boğaz'da yaşayanlar bilir, her canın istediğinde vapura atlayıp karşı kıyıya geçebilmenin ne demek olduğunu. Vapur kıyıdan uzaklaşırken, güvertede lodosa karşı oturur, balıkçı teknelerinin üzerinden uçan martılara ve tam karşıda denize dokunarak batan güneşe bakarsın... İşte o anda üstünden geçen bulutlar gibi dağılır, geldiği gibi birden çeker gider efkarın; yerini, "Yaşamak güzel şeymiş be" cümlesine terk ederek...<br />
<br />
1929 yılında Şirketi Hayriye, İstanbul Rehberi'ne verdiği ilanda şu cümlelerle anlatır<i> </i>"Vapur Zevki"ni:<i> "Kimi iyi yemek yer, kimisi çok yemiş sever. Kimi de güzel giyinmış olmaktan hoşlanır. Bazı zevat da vapur hayatından, vapur yolculuğundan zevk alır. Şirketi Hayriye vapurlarından birine bindi mi keyiflenir". </i><br />
<br />
Evinde televizyon olanlarda toplanılıp diziden sonra yapılan tatlı sohbetler, her gelen kolayca girebilsin diye asla kilitlenmeyen kapılar, îskele dondurmacısında sıkılmadan beklenen uzun kuyruklar, açık hava sinemalarının tahta iskemlelerinde çekirdek çitleyerek izlenen filmler, Beyaz Park'ta seyrettiğin Beyaz Kelebekler, Urcan'da Zeki Müren... Şimdi bunları anımsıyorken böyle bir bir; sanki başka bir dünyadan, uzak bir diyardan, unutulmayan bir aşktan bahseder gibi... Acaba dersin, gazoz kapağı ve misket oynayan, meyveleri ağaçlardan toplayıp yiyen, hava kararmadan ve annesi on defa seslenmeden asla eve girmeyen, aşktan önce dostluğu öğrenen son çocuklar mıydık biz?<br />
<br />
<span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Cumhuriyet Dergi - 25 Nisan 2004</b></span><br />
<span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span><br />
<span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><span style="color: orange;"><b>NOT</b>:</span><b style="color: #666666;"> </b><i>Bu yazı tam 8 yıl önce yazılmış ve Cumhuriyet gazetesinin pazar ekinde yayınlanmıştı. Sanki yeterince anlatamamışım gibi, şimdi olsaydı çok daha başka anlatırmışım gibi... O zaman öyle anlatmışım... Belki, sonra da başka türlü anlatırım, kim bilir! Onu da beğenmem sonra bir daha anlatırım... Çünkü şunu biliyorum ki, Büyükdere'yi hep anlatacağım ve nereye gidersem hep özleyeceğim... </i></span>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-46558489595808034832012-01-29T06:54:00.000-08:002012-02-02T10:52:58.822-08:00Bana yeniden dizi izleten adamlara dair...<span style="color: red; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: x-large;"><b>Kadınlar da Behzat Ç sever!</b></span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Yeni bir fenomenimiz var: Bir Ankara polisiyesi Behzat Ç kendisi… </span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Her ne kadar bir erkek dizisi gibi görünse de aslında fanatiği pek çok kadın da var. Bu satırların yazarı da onlardan biri. (Ne Ankaralıyım ne de deniz olmayan yerde yaşayabilirim üstelik)</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Pazar akşamları kimselere randevu verilmiyor, dizi saati yaklaştıkça bünyeyi acayip bir sevinç ve heyecan dalgası sarıyor. Yaşamayan bilemez, fena yani… </span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Peki nedir bu diziyi bu kadar vazgeçilmez kılan?</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVCNe6MdGorQZALZjUURWndf7eB7hGfRcHtuYRgpyDJYBo_WbpeQT4y1He-uHJeFlBtiqxumPssi640Unv1saRs0vbqOV2saeykPyDwB14bh9yXUGiPpg2wBH9UfQK9twUfxH8vJmPFYM/s1600/Ads%C4%B1z.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="153" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgVCNe6MdGorQZALZjUURWndf7eB7hGfRcHtuYRgpyDJYBo_WbpeQT4y1He-uHJeFlBtiqxumPssi640Unv1saRs0vbqOV2saeykPyDwB14bh9yXUGiPpg2wBH9UfQK9twUfxH8vJmPFYM/s320/Ads%C4%B1z.png" width="320" /></a></div><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">İyi senaryo, başarılı yönetmen ve şahane oyunculuk şeklinde özetleyebiliriz kısaca belki. Ama yeter mi? Yetmez… Behzat Ç’ye yetmez.</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Biraz ortalama zekanın üstünde izleyici istiyor bu dizi. Göndermeleri anlamak, ince esprileri kavramak, verilen ipuçlarını havada kapmak gerekiyor. Sonra, ‘HES ne abi’, diye soran Harun’a yaptığı gibi, ‘Biraz gazete oku la’ diye azarlayabilir sizi de komiserim. </span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Kadına karşı şiddet, çocuk tacizleri, faili meçhuller, ırkçılık, derin devlet hepsi ince ince eleştiriliyor bu dizide. Ama öyle mesaj verir gibi değil, gayet doğal. Çaktırmadan. Anlayana.</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Diziden maksimum düzeyde zevk alabilmek için en azından Ercüment Çözer ve Muhsin Başkan karakterlerinin gerçek hayatta kimlere tekabül ettiğini anlaycak kadar siyaseti takip etmek, işlenen ırkçı cinayetle unuttuğumuz Festus Okey’in hatırlatıldığını kavramak gerek. Yakında Ergenekon’a da dokundururlarsa şaşmamak gerek.</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Geçtiği yerde travmalar bırakan komiser Behzat, mahallenin bitirim delikanlısı Harun, aynı gömleği ve yeleği aylarca giyebilen Hayalet, gizemli akbaba… ‘Keşke böyle bir abim olsaydı’ dedirten Şevket, her eve lazım Şule, dünyanın en cilveli savcısı Esra ve diğerleri… İnsan bu dizide figüranları bile seviyor yahu!</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Behzat Ç’yi seyrederken, onlarla oturup bira içerek geyik yapmak ve hayata sansürsüz küfretmek isteği sarıyor insanı. Bu topraklarda bolca yetişen ‘ergen erkek’ muhabbetine dahil olmak. Böyle adamların karısı, kızı, sevgilisi değil arkadaşı olmak eğlencelidir çünkü. Ötekisi çok yorucu ve hırpalayıcı olabilir şu üç günlük dünyada.</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhc_eav_6_zL3QkGVpPOp1MauAEraCQv0K-YT9LWF-RuHXDXe42WmiSGyM-ihz8P2N13aKkCvVx4lMJVSXvWedPWhNarSBiSq_363ToaxIObKmP7LtOvxpFQZ8OwBFksXmE-rBKIwyTVhg/s1600/Behzat-C.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhc_eav_6_zL3QkGVpPOp1MauAEraCQv0K-YT9LWF-RuHXDXe42WmiSGyM-ihz8P2N13aKkCvVx4lMJVSXvWedPWhNarSBiSq_363ToaxIObKmP7LtOvxpFQZ8OwBFksXmE-rBKIwyTVhg/s320/Behzat-C.jpg" width="213" /></a></div><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Telefonları ‘Ha’ diye açan, ‘İyi misin’ diyene ‘Saçma sapan konuşma la’ diyen bir adam Behzat Ç. Hem mağdur hem mağrur bir adam. Sevgisi hoyrat, öfkesi keskin, neşesi eksik… Ama yine de sevilesi bir adam. Nedenleri var çünkü, altı boş değil.</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Ondandır birbirine hiç benzemeyen üç kadının Behzat’a aşık olması. Solcu ve aktivist bir öğretmen, bir savcı ve bir pavyon şarkıcısı. Tek ortak noktaları Behzat. Kırılma noktaları belki de.</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Kadınlar böyledir, karmaşıktır, akıl almazdır. Gider olmayacak adamları severler, olmayacağını bile bile. Kimi zaman ‘Ben onu değiştiririm’ inadıyla, kimi zaman ‘Onun içindeki çocuğu sevdim’ duygusallığıyla. Bazıları da, yaralı adamları sever özellikle. Sanırlar ki, o yara kapanır çok severlerse, öpüp okşarlarsa. Ama kapanmayan yaralar da var işte hayatta, yarasını her gün yeniden kanatan Behzat gibi adamlar da var.</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Neyse uzun sözün kısası kadınlar da Behzat Ç sever. Hem de çok sever!</span><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<b><span style="color: #999999; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">BİRGÜL KOPUZ - Nisan 2011</span></b><br />
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"><br />
</span><br />
<span style="color: orange; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif; font-size: large;"><b>ÖNEMLİ NOT;</b></span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"> <i>Bu yazı yazıldıktan sonra Behzat Ç'de epey değişiklik oldu. Behzat'ın hayatındaki bazı kadınlar çıktı, yenileri girdi... Ama Behzat değişmedi... Hala sevdiği kadına 'Ben kimseyi aramam ki' diyecek kadar Behzat işte...12 Eylül'le hesaplaşacağız diyenlere küçük bir hatırlatma yapıldı... Cumartesi Anneleri'nin ellerinden öpüldü... "</i></span><i><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">Bandista diye bir grup varmış baba, ne güzelmiş" muhabbetlerine sebep olundu...B</span><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;">u ülkede anadili kürtçe olan ve sadece kürtçe konuşabilen insanlar olduğu hatırlatıldı... Mezarsız ölülerin, yerin altından çıkan insan kemiklerinin insan olmayan failleri tokatlandı... Travestilere yapılan zulüm unutulmadı... Demlenirken hep Neşet Ertaş dinlendi, Edip Cansever'in "derken karanfil elden ele"si dilden dile dolandırıldı... Ve evet yine bolca içildi, bolca küfredildi...Birileri de tuttu tüm bunlardan fena halde rahatsız oldu... Eh, fena mı oldu!</span></i><br />
<div><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-75813860643039079402012-01-23T12:38:00.000-08:002012-01-23T12:41:42.424-08:00Şizofreni<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><span style="font-size: x-large;">Kalabalığın ortasında tek başına</span></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Zihni insana oyunlar oynayabiliyor bazen… Şizofreni diyorlar buna… Üstelik hastalar sadece hastalıklarıyla değil, toplumsal önyargılarla da savaşmak zorunda kalıyorlar… İşte tanıkları, tanıklıkları ve bilinmeyenleriyle şizofreni dosyası<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh8WzLhttgIA3jFm6i7SfiD86AyYOZa5EA8J8CLFJZjfRutH9hqTrsMsENcZ38dhxuY7TFtqlOoVl1sOzNT2e0i0W51VfW8MlmlKlA38H98YiaJDwoLoBK4Mj3lO-pBCSzIYp0y3QbXTEE/s1600/kis-gunu-arkasi-donuk-yanliz-kadin-resmi.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="237" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh8WzLhttgIA3jFm6i7SfiD86AyYOZa5EA8J8CLFJZjfRutH9hqTrsMsENcZ38dhxuY7TFtqlOoVl1sOzNT2e0i0W51VfW8MlmlKlA38H98YiaJDwoLoBK4Mj3lO-pBCSzIYp0y3QbXTEE/s320/kis-gunu-arkasi-donuk-yanliz-kadin-resmi.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><b><i><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Mezardaki bir ölü gibi, bitkisel hayattaki biri gibi korkunç yalnız hissedebiliyorsunuz kendinizi. Çok özlem çekiyorsunuz, denize, güneşe, iyi bir hayata…”</span></i></b><span style="font-family: Arial, sans-serif;"> diyor birisi. <b><i>“Sadece evsizlerin, kedi köpeklerin ortaya çıktığı saatlerde, karanlıkta sürekli yürüyordum. Geceye ait şeylerle arkadaş gibiydim: Yıldızlarla, ay’la… Onların iyi olduğunu, beni koruduğunu düşünüyordum. Çünkü güvenebileceğim hiç kimse yoktu”</i></b> diyor ötekisi. Bir diğeri ise <b><i>“Bu dünyada cenneti de cehennemi de yaşadım. Her şey gerçek dışı, fakat şizofreni gerçek”</i></b> sözleriyle anlatıyor zaman zaman onları içine çeken sonsuz karanlığı, kalabalıklar içindeki yalnızlığı, o uzak bilinmeyen ülkeye yapılan ve hep yorgun dönülen uzun yolculukları… Onlar şizofreni hastaları… Toplum tarafından çoğunlukla “deli” diye damgalanan, uzak durulan, korkulan… </span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ama eğer içlerinden biriyle, sadece biriyle konuşabilseydiniz, siz de fark ederdiniz onların da tıpkı bizim gibi korkuları, sevinçleri, üzüntüleri olduğunu… Tıpkı bizim gibi umutlar beslediklerini görürdünüz gelecek güzel günlere dair… Ve insanca yaşamak gibi, sevmek-sevilmek gibi, bir iş bulup çalışmak gibi, evlenip çoluk çocuğa karışmak gibi yani çoğumuzun hayalleri gibi hayaller kurduklarını anlardınız… Basit, insanca, anlaşılır hayaller…</span><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><o:p> </o:p></span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Biz Siz Onlar” adlı bir belgesel izledik önce. Bu belgesel sayesinde tanıştık Yasemin’le, Erkan’la, Orhan Bey’le ve diğerleriyle… Ve onları siz de tanıyın istedik. Deli deyip geçtiğimiz, saldırgan deyip korktuğumuz, iş vermediğimiz, dışladığımız bu insanların bu toplumda var olma ve insanca yaşama mücadelelerine siz de tanık olun biraz…</span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Bizim görmediğimiz şeyleri görüyor, duymadığımız sesleri duyuyorlar<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şizofreni (Schizophrenia)’nin kelime anlamı akıl bölünmesi. Hastalığın sebebi tam olarak bilinmese de, uzmanlar beynin işleyişindeki bir takım bozukluklardan kaynaklandığını belirtiyorlar. Hastalıkta genetik faktörler oldukça önemli. Özellikle biyolojik bir yatkınlık varsa, koşullar bu yatkınlığın su üzerine çıkmasına neden olabiliyor. Burada koşullardan kasıt, ailenin tutumu, kişinin yaşadığı güçlükler, hayatta karşılaştığı sarsıntılar, travmalar… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şu anda Türkiye’de üç yüz elli bin civarında şizofreni hastası olduğunu öğreniyoruz, konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz, Prof. Dr. Alp Üçok’tan. Hastalıkla ilgili bakın neler anlatıyor bize Üçok: “Bütün kronik hastalıklar gibi, yani yüksek tansiyon, şeker hastalığı, kalp yetmezliği, astım gibi, tedaviyle kontrol altına alınabilen bir hastalıktır şizofreni. Yine bütün kronik hastalıklarda olduğu gibi hastalığın alevlenme ve yatışma dönemleri oluyor. Şizofreninin alevlenme dönemlerinde özellikle düşünce ve algı bozuklukları görülüyor. Hastalar olup biteni doğru algılamakta zorlanıyor, halisünasyonlar olabiliyor.” Yani bizim görmediğimiz şeyleri görüyor, bizim duymadığımız sesleri duyuyorlar. Aslında hiç var olmayan görüntüleri ve sesleri… Bu alevlenme dönemlerinde bazı hastaların hastanede yatmaları gerektiğini öğreniyoruz Prof. Dr. Alp Üçok’tan. Tedavi edilirse bir gün de sürebiliyormuş bu dönem, bir hafta da… Ama alevlenme döneminin ardından gelen yatışma döneminde hastalar yaptıklarının yani bize garip gelen davranışlarının bir hastalık belirtisi olduğunu kabul ediyorlar yani Üçok’un deyimiyle, “Bu konuda bir iç görü kazanıyorlar”. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Genetik yatkınlık<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSo4VpxFyCCWtf5t-pjEw6BASVZVquh6yuSbZBrwHtRNyhA-FJwTdT-xWlvxoh0vIGEeLhrHZYLczAdzkOMxwdIV7FZm5-m4MjD5cPEh599Dq5VdXzwuTjw2L6cm983xxCDsdgtGWD7v8/s1600/bankta-oturan-denize-bakan-yalniz-kadin-resmi-300x235.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="250" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSo4VpxFyCCWtf5t-pjEw6BASVZVquh6yuSbZBrwHtRNyhA-FJwTdT-xWlvxoh0vIGEeLhrHZYLczAdzkOMxwdIV7FZm5-m4MjD5cPEh599Dq5VdXzwuTjw2L6cm983xxCDsdgtGWD7v8/s320/bankta-oturan-denize-bakan-yalniz-kadin-resmi-300x235.jpg" width="320" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şizofrenide ailevi yükün etkisi olduğunun altını çiziyor uzmanlar. Yani annede, babada şizofreni varsa çocuğun hastalığa yakalanma riski, toplum ortalamasına göre 10-12 kat artıyor. Kardeşlerden birinde varsa, diğer kardeşte görülme olasılığı olmayanlara göre sekiz kat daha fazla. “Bunlar ciddi rakamlar” diyor Prof. Dr. Üçok ve ekliyor: “Bir de anne karnında yaşanan bazı talihsizliklerin etkisi oluyor. Örneğin ağır bir beslenme bozukluğu, annenin bazı enfeksiyon hastalıklarına yakalanması gibi. Tüm bunlar ileride mesela otuz sene sonra o çocuğu şizofreni hastalığına daha yatkın hale getirebiliyor.” Bir de bu biyolojik yatkınlığın üzerine sevdiklerini kaybetmek, işten atılmak, göç etmek, madde kullanmak gibi ek bir takım faktörler de eklenirse bunlar hastalığı tetikleyebiliyor. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Şizofreniyle yaşamak<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Peki şizofreninin tam olarak tedavisi mümkün mü? Tedavi olan hastaların ne kadarı iyileşebiliyor, normal hayatını devam ettirebiliyor. Yine söz Üçok’un: “Kabaca hastaların üçte birinin tam iyilik haline yakın bir hayat sürdüğünü, üçte birinin orta derecede kayıp yaşadığını söyleyebiliriz. Kayıp derken, mesela polis ya da öğretmense eğer hasta, işini yapamıyor ama başka bir işte çalışabiliyor. Hastaların yüzde kırk kadarı ise kendi işini kendi yapamayacak kadar kayıp yaşıyor. Ama çok iyi öğretmenlik yapan, doktorluk yapan, avukatlık yapan hastalarımız da var. İşin tuhafı iyi durumda olup çalışan insanlar ne yazık ki hastalıklarını saklamak zorunda kalıyorlar. Çünkü rahatsız oldukları bilinirse işini kaybetme, çevreden dışlanma gibi riskler olabiliyor.” Yani şizofreni tedavi edilebilen bir hastalık fakat tamamen iyileşme söz konusu değil. Onunla yaşamayı öğreniyorsunuz, tıpkı şeker hastalığıyla, yüksek tansiyonla yaşamayı öğrendiğiniz gibi. Ancak düzenli ilaç tedavisi ve terapiyle hastalığın belirtileri minimuma indirilebiliyor. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Duvarların önünde<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh26z13tHWOWK6isKc5PT8uDjc_wR1vnvy5gax5lhs5kc5SiBEGZVDCxSMWcJj0TWFA4Dyo_ibS4vZEQ0gRl3XF2CiH1K02wKpvE0-effyP27kYR55DzkqRoydMtn-NJGNeFWf-d8S0H10/s1600/%25C5%259Fizo.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh26z13tHWOWK6isKc5PT8uDjc_wR1vnvy5gax5lhs5kc5SiBEGZVDCxSMWcJj0TWFA4Dyo_ibS4vZEQ0gRl3XF2CiH1K02wKpvE0-effyP27kYR55DzkqRoydMtn-NJGNeFWf-d8S0H10/s200/%25C5%259Fizo.png" width="154" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ne yazık ki, şizofreni hastaları düzelseler de toplumdaki ön yargılar yüzünden kimse onlara iş vermeye, onlarla dostluk kurmaya yanaşmıyor. Çünkü yüzyıllardır süregelen bir takım varsayımlar, önyargılar, efsaneler geçerli hala… “Şizofreni hastaları iyileşmez, çalışamaz, tehlikelidir” gibi… Belgesel sayesinde tanıdığımız Erkan da bu önyargıların kurbanı olanlardan. Çalışma isteğinin önündeki en büyük engel hastalığı Erkan için… O güne kadar edindiğiniz tüm bilgi ve beceriye, eğitiminize, birikiminize, deneyiminize rağmen bu hastalığın adı size bütün kapıları kapatıyor tek tek. İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun kapısını aşındırıyor Erkan yıllardır, tam 4 senedir iş arıyor. Ama hastalığını öğrenen kimse ona iş vermeye yanaşmıyor ne yazık ki. “Almışım elime bir balyoz vurdukça vuruyorum, vurdukça vuruyorum ama o duvarları yıkmak o kadar kolay değil” diyerek açıklıyor duygularını… O duvarları biz ördüysek eğer, yine bizim yıkmamız gerekmiyor mu?<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Saldırgan değiller, korkuyorlar<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şu saldırganlık meselesine gelince… “Saldırgan değiller” diyor Prof, Dr. Haldun Soygür, “Sadece korkuyorlar, ürküyorlar”. Ve bir hastasının sözlerini aktarıyor toplumdaki olumsuz düşünce ve davranışların, şizofreni hastalarını nasıl bir yalnızlığa ittiğini anlatmak için: “Yalnız başına bırakılmış kırılgan bir benlik, kırılgan olarak kalır… Sadece ilaç tedavisi ve yüzeysel destek, bir başka insan tarafından anlaşılma duygusunun yerini asla tutamaz”… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ve son söz yine Prof. Dr. Haldun Soygür’den: “Evet, şizofreninin görülme olasılığı yüzde bir ama kimin ne zaman, nerede böyle bir hastalığa yakalanacağı, piyangonun kime çıkacağı hiç belli olmaz.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şimdi gelin, şizofreni denilen o uzak ülkede yaşayanları biraz daha yakından tanıyalım… Tanıyalım ki; “İnsanlar bizden korkuyorlar ama bilmiyorlar ki, asıl biz onlardan korkuyoruz” diyen sesleri boşlukta yankılanıp kaybolmasın…<o:p></o:p></span><br />
<span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span><br />
<br />
<div class="MsoNormal"><b style="font-family: Arial, sans-serif;">Yasemin Şenyurt</b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">"Ben gittim, orada yaşadım ama şimdi buradayım"<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBrnhuuVPtGVJcIXVBGEopxj-_E5HqFsIiJjMiRD9O2x8EV4aYSHqBFYl_DZGLc0N7CISS4L-JLfY3R81dbKXPlNmWXuxBBbIyzu7-l7y5qWgPkry1T_-yI5POySiO4la0AfaAR-NKO6g/s1600/yaso4.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhBrnhuuVPtGVJcIXVBGEopxj-_E5HqFsIiJjMiRD9O2x8EV4aYSHqBFYl_DZGLc0N7CISS4L-JLfY3R81dbKXPlNmWXuxBBbIyzu7-l7y5qWgPkry1T_-yI5POySiO4la0AfaAR-NKO6g/s320/yaso4.png" width="200" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Yasemin Şenyurt 27 yaşında. Ankara Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun olmuş, ardından da ODTÜ’de felsefe mastırı yapmış. Üniversite son sınıfta okurken tanışmış şizofreniyle Yasemin. 14 yaşına kadar İstanbul’da, lise döneminde Alanya’da yaşayan Yasemin, üniversiteyi kazanınca Ankara’ya yerleşmiş. Okulun ilk yıllarında biraz içine kapanmaya başlamış ama ilk ataklar dördüncü sınıfta ortaya çıkmış. Bakın o günlerde neler yaşamış Yasemin…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Maskeli yüzler<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">İnsanların yüzlerinde maskeler görmeye başlamış önce, hatta annesinin yüzünde bile… Öyle ki annesinin yüzünü çekiştiriyormuş ikide bir. Annesi, kızının onu okşadığını, sevdiğini zannediyormuş ama Yasemin’in istediği annesinin yüzündeki maskeyi çıkarabilmekmiş sadece. Hemen ailesiyle birlikte doktorda almışlar soluğu. İlaç tedavisi, psikoterapiler derken tedavi başlamış… O dönem okul kaydını da dondurmuş, bir dönem dinlendikten sonra tekrar devam etmiş okuluna. “Büyük bir yalnızlık yaşıyordum. Çünkü olup biteni toparlayıp anlatamıyordum kimseye. Beynimin içinden o kadar çok düşünce geçiyordu ki! An be an değişen düşünceler… Ben gittim, orada yaşadım ve şimdi buradayım” diye anlatıyor Yasemin o günleri…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Peki arkadaşlarından nasıl tepkiler almış acaba o günlerde: “Arkadaşlarım sorular soruyordu, “Neredeydin, ne yaptın?” diye. Bazılarına açıklıyordum, bazılarına bir şey söylemiyordum. Ama şu anda herkese açıklayabilirim mesela. Çünkü şunu öğrendim: Evet şizofreni hastasıyım ama bu benim yaşamama, üretmeme, mutlu olmama engel değil. İlaçları düzenli kullandıkça, tedaviye devam ettikçe, derneklerin de desteğiyle her şey yolunda gidiyor.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Yazarak özgürleşiyor<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiuZs-Wq4nwgBUw67O98Rg8QgjIYLnUQH7GbUR_22GRZFclw0THvOn8rrmSz_qZ1wSxt9akaZh4hunXiASgilsl7e79tmwduJwVUa6P9GN0hIH9EHA6Dk7qAfFX0yx1OvTJ8-M28r32gV8/s1600/yaso.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiuZs-Wq4nwgBUw67O98Rg8QgjIYLnUQH7GbUR_22GRZFclw0THvOn8rrmSz_qZ1wSxt9akaZh4hunXiASgilsl7e79tmwduJwVUa6P9GN0hIH9EHA6Dk7qAfFX0yx1OvTJ8-M28r32gV8/s1600/yaso.png" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Dernekler deyince Yasemin Ankara’daki Şizofreni Dernekleri Federasyonu’na gidip geliyor sürekli. Zaten annesi Nilüfer Hanım da, Yasemin’in hastalığından bu yana dernekte çalışıyor. Yasemin dernekteki pek çok faaliyete katılıyor. Resim yapıyor örneğin, tiyatro oyunları yazıyor ve oynuyor… “Burada bulunmak bana büyük bir mutluluk veriyor” diyor gülümseyerek ve ekliyor, “Arkadaşlarımla bu hastalığı paylaşıyoruz, birlikte çalışıyoruz, bir şeyler üretiyoruz. Bunlar bana çok iyi geliyor.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Yasemin’in asıl tutkusu yazmak aslında. Hastalığından önce de yazıyormuş şimdi de yazıyor. Hatta belgeselde güzel bir espri yapıyor bununla ilgili: “Sait Faik yazmazsam çıldıracaktım demişti ya hani, işte ben çıldırdım hala yazıyorum”… Böylesine kendisiyle, hastalığıyla ve yaşamla barışık işte!<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Yasemin şu günlerde kitap çıkarma telaşında. Daha önce yazdıklarıyla, son dönemde yazdıklarını kendi deyimiyle “şiirsel düz yazılar”ını bir kitapta toplamış ve siz bu satırları okuduğunuz sırada muhtemelen kitapçı raflarında olacak, “Mavi Çimenlerde Nefes Al” adlı kitabı. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Bitmeyen aşk<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Onu ayakta tutan, güçlü kılan, yaşama bağlanmasını ve gülümsemesini sağlayan şeylerin başında yazı geliyor… Bir de ailesi, arkadaşları ve aşkı… Büyük aşkı, Şervan… Ne bu beklenmedik anda çıkıp gelen hastalık ayırabilmiş onları ne de ayrı şehirlerde yaşamak. Yasemin ve Şervan tam 9 yıldır hiç kopmamışlar birbirlerinden. Her şeye rağmen bu zorlu yolda birbirlerine tutunarak ilerliyorlar. “Hayata katılmamda Şervan’ın, çok büyük emeği var” diyor gözleri parlayarak. Bir de hayallerinden bahsederken parlıyor güzel gözleri: “Ben çocukken hiç ağaca tırmanmadım mesela, ağaca tırmanmak istiyorum. Dalmak istiyorum, denizin altını görmek istiyorum. Bir de yazı yazmayı çok seviyorum. Yazı beni özgürleştiriyor.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Yasemin’in kaleminden<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><b><i><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Acımı çıkar<o:p></o:p></span></i></b></div><div class="MsoNormal" style="line-height: 150%;"><i><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Daha önce yaşandı, aşındı, aşıldı. O sebepsiz yere başka mevsime taşındı. Sandaletlerime biraz su koydum biraz... Biraz ne? Bu yaz genzimde. Heyecanını yitireceğine poliçeni yitir. Delir, delir aya bula kendini, ateşte pişir... Yeme kendini. Yeme ellerini. Seviş delirmeden son defa. Seviş, değiş... Bu şehre deniz taşırken yorulursan sana damacana getireceğim. Benimle oynama. Dama oynama. Zarı yutmuş gibi yap. Aç gözlerini yum avucunu, diren... Sen tüm aşılarını kendi kendine yapan terzi gibi, söküğümü dik, söküğünü dik gecenin. Dik başına iç ruhumu. Sarhoş etmezse seni, bana da içir. Acımı çıkar, yüreğimi sıvazla..”.</span></i><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal" style="line-height: 150%;"><i><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></i></div><div class="MsoNormal" style="line-height: 150%;"></div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><b>Nilüfer Girgin (Yasemin’in annesi)</b><span style="color: red;"><o:p></o:p></span></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“En büyük sorunumuz ‘damga’yla mücadele”<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Kızına şizofreni teşhisi konulduğundan beri, onunla birlikte mücadele ediyor bu hastalıkla Nilüfer Girgin. Hep kızının yanında… Koşulsuz sevgisiyle, desteğiyle, varlığıyla… Bütün anneler gibi. Yasemin’in hastalığıyla birlikte kızının yanına Ankara’ya yerleşmiş Nilüfer Hanım her şeyi bırakıp. O gün bugündür de Ankara’daki Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nda idari sekreter olarak çalışıyor.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Artık tedaviler çok başarılı<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3AH907evZFfw0Z2lGH7ZZ1nqoqG9Q6HhkVzIYDWXVH-JXxxSp7Cq4lUoeWDzM6ahTITdBIcrEv6ZCRoyVuxmKze5PpFMnsAjcPSaJ2FqoOSDq1lYe-KsPNw5vHQYLF6UZrY9Nw4WQ9tI/s1600/yaso2.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3AH907evZFfw0Z2lGH7ZZ1nqoqG9Q6HhkVzIYDWXVH-JXxxSp7Cq4lUoeWDzM6ahTITdBIcrEv6ZCRoyVuxmKze5PpFMnsAjcPSaJ2FqoOSDq1lYe-KsPNw5vHQYLF6UZrY9Nw4WQ9tI/s400/yaso2.png" width="221" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Aslında çok da yabancı değildim bu hastalığa. Ağabeyim de şizofreni hastasıydı. Dolayısıyla bu hastalıkla yeni tanışan diğer hasta yakınlarına göre biraz daha soğukkanlı yaklaştım, biraz daha çözüm arayıcı oldum. Ama tabii ki yine de üzücüydü. Şunu düşündüm, teknolojiyle beraber tıpta da bir sürü gelişmeler var. Ağabeyimin tedavi olduğu dönemle şimdiki dönem arasında fark olacağını biliyordum. Hakikaten de öyle oldu. Çok iyi ilaçlar var şimdiki tedavilerde. Yasemin de, böyle doğru bir doktorla, doğru bir ilaçla tedaviye başladı. Ben çok şey yaptım diyemem aslında. Sadece Yasemin’e destek oldum, onu anlamaya onun yanında olmaya çalıştım. Ve bu yolda beraberce mücadele etmeye başladık.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Cesaret ama nasıl?<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Hastalıkla mücadele ederken en büyük sorunlarının “damgalanma” olduğunu söylüyor Girgin. “Zaman zaman kendi yakın çevrenizden bile olumsuz tepkiler görüyorsunuz. Anlatmaya çalıştık hala da çalışıyoruz. ‘Deli’ kelimesi ağzımıza sakız yaptığımız bir kelime. Bence sözlükten bile çıkarılmalı, çok yerli yersiz kullanılıyor çünkü. Biz damgayla mücadele ediyoruz evet, ama bir anda bütün olumsuzlukları silmememiz mümkün değil elbette. Öncelikle insanların bu hastalığı tanımasını sağlamalıyız, topluma anlatmalıyız şizofreniyi.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">İşte tam da bu damgalanma korkusu yüzünden pek çok hasta ve hasta yakını, hastalığı gizleme yoluna giderken, gerek Yasemin gerekse annesi Nilüfer Hanım, korkmadan, cesurca ortaya çıkabildiler. Biz öncelikle bu cesaretlerinden dolayı kutluyoruz tabii onları ve soruyoruz Nilüfer Hanım’a “Hiç korkmadınız mı olumsuz şeyler yaşamaktan” diye. “Birçok hasta yakını en yakın arkadaş çevrelerinin, bu hastalıktan dolayı onları dışladığını söylüyor. Bu da şizofreninin yeterince bilinmemesinden, insanların kafasındaki kötü imajdan kaynaklanıyor. Cesaret gerekmiyor mu, gerekiyor tabii. Ama nasıl bir cesaret? Ben çok cesurum şunu yaptım bunu yaptım demiyorum ama evladını seven biri zaten o cesareti onu dünyaya getirirken göstermiştir. Hele böyle bir hastalıktan sonra daha büyük bir cesaret göstermesi gerekiyor ailelerin. Yılmamaları gerekiyor.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ocak 2008</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><b><span style="color: orange;">RÖPORTAJ NOTU:</span></b> <i>Bu röportajı Ocak 2008'de yapmıştım... Doğan Dergi grubundaydım, hayatımda her şey kötü gidiyordu ve o ay 'en iyi röportaj' seçilmişti, 'Kalabalığın Ortasında Tek Başına'... İyi gelmişti, o kadar karanlıktan sonra...Derken bir telefon geldi Yasemin'den, "Kitabım çıktı" diyordu... Daha da iyi gelmişti, "Delirdim hala yazıyorum" diyen sesi hala kulaklarımda... </i></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-21109949424259383842012-01-17T12:39:00.000-08:002012-01-17T13:02:40.013-08:00Rutkay Aziz<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">“Hiçbir zaman rahat bir yaşam seçmedim kendime”</span></b><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgAH_D5PKkGfhf3ka-Q7l_n4t4X8ziSBZUqMGGLZRSQZkfDDuz1u8h6PwUn8hG6gC8gOl20It215vinVmif6ghcprKHGxenk-xVufEXzcanhoJ9lv0BJbQ3tcrkBmB3cIdWY1Y0Eu869TY/s1600/Ads%25C4%25B1z.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgAH_D5PKkGfhf3ka-Q7l_n4t4X8ziSBZUqMGGLZRSQZkfDDuz1u8h6PwUn8hG6gC8gOl20It215vinVmif6ghcprKHGxenk-xVufEXzcanhoJ9lv0BJbQ3tcrkBmB3cIdWY1Y0Eu869TY/s200/Ads%25C4%25B1z.png" width="160" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Kimisine göre Avrupa Yakası’nın çapkın Bülent’i, kimisi için hala Yer Demir Gök Bakır’ın Taşbaş’ı, Piano Piano Bacaksız’ın Kerim’i... Ya da unutulmaz televizyon dizisi Geçmiş Bahar Mimozaları’ndaki o eski zamanların, incelikli aşkların kahramanı… Belki de sadece; Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinde, Nazım Hikmet’in <i>“Memleketimden İnsan Manzaraları’</i>ndan dizeler okuyan adam: Rutkay Aziz…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">“Tüh Allah kahretsin”le başlayan oyunculuk<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Rutkay Aziz İstanbullu. Çocukluğu ve ilk gençliği önce Şişli’de sonra Bakırköy’de geçmiş. Tiyatroya düşkün bir ailede yetişmiş. Ne yapar eder her Pazar mutlaka tiyatroya giderlermiş ailece. Ama o zamanlar henüz tiyatrocu olmak gibi bir düşü yokmuş Rutkay Aziz’in. İlgisini çeken tek şey siyasetmiş o yıllarda. Ta ki lisedeki felsefe öğretmeni kanına girene kadar… “Bakırköy Lisesi’ndeki felsefe hocam benim kaderimi değiştirdi diyebilirim. Bana yeni bir sayfa açtı. O sayfa da tiyatro oldu. Tiyatroya büyük bir tutkusu vardı ve beni de bir oyunda oynatmak istedi. Hiç öyle bir isteğim yoktu ama öyle bir korkuttu ki beni! ‘O zaman ben de seni felsefeden, psikolojiden ve sosyolojiden sınıfta bırakırım’ dedi. Ben de ‘Neyse verin de oynayayım hocam’ dedim.” Göç adlı bir oyunda büyükbabayı oynamış Rutkay Aziz. Tek bir repliği olan küçücük bir rolmüş. “Sadece ‘Tüh Allah kahretsin’ dediğim bir roldü. Ben de ‘Tüh Allah kahretsin’ diyerek kabul ettim rolü korkudan.” Ama o kadarla kalmamış. Başrol oyuncusu vazgeçince o rol Rutkay Aziz’e kalmış. Derken oyun liseler arası tiyatro yarışmasında ödül almış ve Rutkay Aziz için tiyatro büyük bir tutkuya dönüşmeye başlamış. “O anlamda felsefe hocamı her zaman sevgiyle anarım” diyor. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Ankara Sanat Tiyatrosu<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhB361lbZFg_FdCQevJ8dKKExGB9ICGXyjfTq3X5Cwa4LPaookOtufX2yHsmcg8-fqIWMtpQN92Et2VAxr2S0-8Pn1dw71kpuXnPgnLl998FczYkmRIIGnKR5D8r1ozlu9PohHhtERh-CM/s1600/Ads%25C4%25B1z2.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="271" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhB361lbZFg_FdCQevJ8dKKExGB9ICGXyjfTq3X5Cwa4LPaookOtufX2yHsmcg8-fqIWMtpQN92Et2VAxr2S0-8Pn1dw71kpuXnPgnLl998FczYkmRIIGnKR5D8r1ozlu9PohHhtERh-CM/s320/Ads%25C4%25B1z2.png" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Muhsin Ertuğrul’la, Beklan ve Ayla Algan’la tanışmak hayatını değiştirmiş, Arthur Miller’in “Satıcının Ölümü” adlı oyunundaki rolüyle aldığı ödül artık Rutkay Aziz’i tamamen tiyatroya bağlamış. “Tiyatro tutkusu giderek hayata daha bir demokrat, daha bir özgürlükçü, daha bir barışçıl bakmamı sağladı.” diyerek vurguluyor tiyatronun yaşamındaki önemini. Bu arada 1971 yılının eylül ayında AST’a (Ankara Sanat Tiyatrosu) geçmiş. AST’ın onun hayatındaki yeri tartışmasız çok büyük. “AST devrimci ve ilerici bir tiyatroydu ve ben orada siyasetimi de yaptım. O günden beri de yapıyorum. AST yalnız bizim için değil seyirci için de okullaşan bir tiyatro olma özelliğini gösterdi.” Geçtiğimiz 6 Aralıkta 44. yılını kutlayan AST üç defa kapatılmış, pek çok sorgulamadan geçmiş, oyuncular atılmış. Ama demokrasi kültürünün oluşması adına çok önemli bir sanat kalesi olduğunu düşünüyor Rutkay Aziz Ankara Sanat Tiyatrosu’nun. AST’a girdiği günden bu yana orayla bağını hiç kopartmamış. “Kopartamam da” diyor ve ekliyor “Çünkü böyle bir hakkı görmüyorum kendimde. Tiyatro oyunculuğu biraz çıplak bir oyunculuk… Karşı karşıyasınız seyirciyle. Sinemada sizi başkası konuşabiliyor mesela. Dünyada bunun örnekleri çok az ama maalesef Türk sineması bunun üzerine kurulmuş. Burada trajik bir durum var aslında. Senin sesin bir kişiliktir. Başkası konuşunca olmuyor, olamıyor.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Bizimkiler fenomeni…<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjN6Ezt6KbFT7T_MK28tmPNjTmrPKRuZso1M2-uOeuyvW94srGoqxP7y_RJCDsgSSj5bl0A5tBXOqO3d7NKta8Q2AL2F0uxHFzMwt-luWyZcoFpXVUchWLqGqww64qppg8dPasvl643R8E/s1600/RUTKAY+AZIZ-OCAK-07..jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="160" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjN6Ezt6KbFT7T_MK28tmPNjTmrPKRuZso1M2-uOeuyvW94srGoqxP7y_RJCDsgSSj5bl0A5tBXOqO3d7NKta8Q2AL2F0uxHFzMwt-luWyZcoFpXVUchWLqGqww64qppg8dPasvl643R8E/s200/RUTKAY+AZIZ-OCAK-07..jpg" width="200" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Yer Demir Gök Bakır, Sis, Ada, Ölü Bir Deniz, Gizli Yüz, Piano Piano Bacaksız, Cumhuriyet, Kurtuluş… Bunlar oynadığı sinema filmlerinden bazıları. Sinemayla geç tanıştığını daha doğrusu sinemaya geç başladığını itiraf ediyor. “Sinemayla ilk buluşmam neredeyse 90’lı yıllarda, Zülfü Livaneli’nin Yer Demir Gök Bakır filmiyle oldu. Çok sevdim. İlk dizimiz de TRT’de yayınlanan Cahide’ydi. Ama çok çok tanınmam Bizimkiler dizisiyle oldu evet. 14 yıl boyunca devam eden ve çok izlenen bir diziydi Bizimkiler. Hani şimdi reyting mi diyorlar? Neyse o reyting sistemini hala çözmüş değilim.” <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Onlarca sinema filmi, oyun, televizyon dizisi… Bunların içinden onun için çok özel olan, apayrı bir yere koyduğu bir tanesi var mı merak ediyoruz. Evet, zor bir soru ama yanıtı hazır. “Bir kere AST’ı ayırmak zorundayım her şeyden önce. Sonra da Ziya Öztan’la çektiğimiz Cumhuriyet filmini. Mustafa Kemal rolünün benim hayatımda çok ayrı bir yeri var. Ziya o teklifi bana getirdiğinde karşılıklı titredik ‘Ne yapacağız’ diye. Korktuk. Ben ona hiçbir zaman sadece bir rol olarak bakmadım, büyük bir sorumluluktu çünkü. Gerçekten çok heyecanlandım, çok ürktüm. ‘Tamam, saçı boyayacağız, bıyığı form vereceğiz, lens takacağız ama bütün bunları yapalım bir görelim. Eğer içimize siniyorsa yola çıkalım, sinmiyorsa bitirelim. Sen hemen başka bir şey düşün dedim. Fotoğraflar çok önemliydi. Sigara içişi, kahve fincanını tutuşu, bakışı, duruşu… Emrederken bile teşekkür eden bir karakter.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Aşka ve kadınlara dair…<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEja_leKdeXcqMQ27avQkoiopK4U6kKWGuGLqs0Rk1kdlE0M9ILubKt931F1FigLRw-UdDnuhqTHFlM6lgDMY4RXCVh5rVJLpQIzD5RB-ZQdjZ7oqEIXaZgZll-KtyLc_1bSOm-LCSMXBmU/s1600/Ads%25C4%25B1z5.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEja_leKdeXcqMQ27avQkoiopK4U6kKWGuGLqs0Rk1kdlE0M9ILubKt931F1FigLRw-UdDnuhqTHFlM6lgDMY4RXCVh5rVJLpQIzD5RB-ZQdjZ7oqEIXaZgZll-KtyLc_1bSOm-LCSMXBmU/s320/Ads%25C4%25B1z5.png" width="161" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Tiyatro, sinema, televizyon… Hepsi iyi hoş da, oyunculuğu geçip biraz şöyle hayata dair konuşsak…Mesela aşk, kadınlar… Pek konuşmak istediği konular değil bunlar ama birazcık şansımızı zorlasak ne çıkar! “Öyle sık sık aşık olanlara hayranım. Bende hiç öyle bir yetenek olmadı. Aşık oldum tabii ama çok ender oldu demek istiyorum. Şöyle bir baktığımda yaşamıma, sayısı çok azdır.”</span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Duvarları olan ve o duvarlardan başkalarının sızmasına izin vermeyen erkeklerden sanki. Bütün kibarlığına ve zarafetine rağmen hep biraz mesafeli durmanız gereken, hep biraz uzaktan sevmek ve sevilmek isteyen erkeklerden… Bu yoruma pek itiraz etmiyor aslında. “Evet, olabilir. Belki zaman zaman düşüncelerimiz bize o duvarları ördürüyordur. Hiçbir zaman çok rahat bir yaşam seçmedim kendime, hep sorumluluk duygusu vardı. Örneğin ben tiyatroya oyuncu olarak başladım ama daha 24-25 yaşlarında bir tiyatronun sorumluluğu bendeydi. 12 Mart darbesi olmuş, insanlar asılıyor ve AST ayakta durmak zorunda. Kendi oyunculuğumu düşünme hakkına sahip değildim. AST’ın sanat politikasını düşünerek oyun seçmek zorundaydım ama tüm bunları bir şikayet olarak söylemiyorum yanlış anlaşılmasın.”</span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Erkekler ağlamaz mı?<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Aşktan, kadınlardan bahsederken bile konuyu yine ustalıkla tiyatroya getiriyor gördüğünüz gibi. Ama pes etmiyoruz kolay kolay. Biraz daha özel bir soruyla, bir adım daha ileri gidiyoruz hatta; “Hiç gözyaşı döktünüz mü aşk için?” diye sorarak…“Ha, yok ağlamam öyle” diyor önce. Sonra bir an durup düşünüyor ve değiştiriyor fikrini. Sanki bir şey anımsamış gibi. “Ama niye ağlamayayım ağladığım da oldu. Kendime kızdığımdan ağlamışımdır belki de. Erkekler ağlamaz derler ama ne ilgisi var. Bal gibi ağlar. İnsana dair hiçbir duygu, hiçbir durum yabancı değil bu hayatta.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bir de şu hayranlık müessesi var malum… Onun payına neler düşmüş bakın; “Hayranlık diyorsunuz ya, bence kadınlar bunu hak edip etmediğinizi hemen anlıyorlar. Ola ki onun dünyasını yıkmışsanız, kepenklerini hemen kapatıyorlar. Eğer kadınları kazanamazsanız, hayatta hiçbir şey kazanamazsınız. Yaşamımda en büyük iltifatı nerede aldım biliyor musunuz? İzmir Kordon’da oturuyorduk arkadaşlarla. Hoş bir çift geldi yanıma. ‘Biz size hayran değiliz, sizi beğenmiyoruz, bırakalım bu lafları. Biz sizi ayrı bir yere koyuyoruz, iyi ki varsınız’ deyip gittiler. Hayatımda böyle bir iltifat almadım. Hayranlık bunu yanında o kadar boş kalıyor ki! Ama eğer sizi beğenen insanlar varsa daha bir ürkek, daha bir sorumlu olarak yaşamaya başlıyorsunuz, daha hatasız olmak istiyorsunuz.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ / Seninle Dergisi - Ocak 2007</b></span><br />
<span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span><br />
<span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><span style="color: orange;">RÖPORTAJ NOTU: </span></b>Bu röportaj, Çiçek Bar'da yapılmıştı... Çiçek Bar henüz Çiçek Arif'inken... Rutkay Aziz, ille de orada yapalım röportajı diye tutturmuşken... Öğleden sonra saat 3'te, 3 kahveyle güne başlamışken... </span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-64335515463180628812012-01-16T14:26:00.000-08:002012-01-16T14:26:18.587-08:00Küçükkuyu'dan Adatepe'ye<div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-size: x-large;">Islık çalan zeytin ağaçları...</span></div><div class="MsoNormal"><b><br />
</b></div><div class="MsoNormal">Kuzey Ege'ye doğru yolculuk vakti şimdi... Küçükkuyu'dan Adatepe'ye... Zeytin ağaçlarının arasından bir görünüp bir kaybolan denizi, "Önde zeytin ağaçları arkasında yar" diyen şairi ve İda dağında oturan eski tanrıları selamlayarak yollara düşme vakti...</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-H48jyytSx8G9HMNSfQ8aPZk6PH3JBC0ra53La8kG5rikFB4B_6A9GI6H5RDVRvwYb4HjucWmkihT539QKM5mIbMLco1z-ENPj50qh8GetOQk4E_kvom4Vpjs_B9g_9_rud9PkhpegFA/s1600/adatepe+koyu+%2528103%2529.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-H48jyytSx8G9HMNSfQ8aPZk6PH3JBC0ra53La8kG5rikFB4B_6A9GI6H5RDVRvwYb4HjucWmkihT539QKM5mIbMLco1z-ENPj50qh8GetOQk4E_kvom4Vpjs_B9g_9_rud9PkhpegFA/s320/adatepe+koyu+%2528103%2529.JPG" width="320" /></a></div>Mitolojide güzellik tanrıçası olarak bilinen Afrodit’in Hermes’le aşk yaşadığı, yine mitolojik kahraman Paris’in güzeller güzeli Helena’ya aşkını sunduğu İda (Kaz) Dağı’nın eteklerindeki küçük, şirin bir kıyı kasabasındayız, Küçükkuyu’da…“Balık denizde doğar, Küçükkuyu’da ölmek ister” miş… Böyle diyorlar buralarda. </div><div class="MsoNormal">Küçükkuyu Çanakkale’ye bağlı; denizi, balığı, temiz havası, şifalı suları, taş binaları ve bir de zeytinyağıyla ünlü şirin mi şirin bir yer… Zeytinyağı demişken; dünyanın en nefis, düşük asitli ve kendine has güzel kokulu zeytinyağının bu bölgede yetişen zeytin ağaçlarından çıktığını da hatırlatalım hemen. </div><div class="MsoNormal">Deniz kenarındaki küçük, sevimli pansiyona çantaları bırakıp etrafı dolaşmaya çıkalım diyoruz. Pansiyonun sahibi İstanbul'dan kaçıp buralara gelmiş ama bir sorunu var; çok canı sıkılıyor... "Kim bilir ne güzeldir buralarda yaşamak" diyoruz, "Ama çok sıkıcı" diyor... "Kışın da bir başkadır, değil mi" diyoruz, cevap gülüşümüzü donduruyor: "Herkes gidiyor, çok sıkıcı, in cin top oynuyor" Canı sıkılan adamı kaderiyle baş başa bırakarak sokaklara vuruyoruz kendimizi...</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red;">Adatepe Zeytinyağı Müzesi<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_kZVUuOrAiMLa0-4iQ11nTectX5mAx5ZyJUwKal4jfkUDNLtUQYETzxa-NSHpGLpCt389PAhuExozMFoss1hXoqgohDq3B81lihJateix0MTylG3PQW1IEfJsScE-a1JUeKGKhOHTsAo/s1600/zeytindali.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_kZVUuOrAiMLa0-4iQ11nTectX5mAx5ZyJUwKal4jfkUDNLtUQYETzxa-NSHpGLpCt389PAhuExozMFoss1hXoqgohDq3B81lihJateix0MTylG3PQW1IEfJsScE-a1JUeKGKhOHTsAo/s200/zeytindali.jpg" width="150" /></a></div>İlk durağımız “Adatepe Zeytinyağı Müzesi”. Türkiye’deki zengin zeytincilik kültürünü yaşatıp gelecek nesillere aktarmak amacıyla kurulan özel bir müze burası. Doğa tutkunu üç arkadaş önce Adatepe köyüne yerleşmeye sonra da eski bir fabrikayı restore ederek müze haline getirmeye karar vermişler. Müzede, eski zeytinyağı presleri, zeytin toplama gereçleri, çeşitli taşıma ve saklama kaplarının yanı sıra, zeytin tanesinin ağaçtan soframıza geliş serüveni tarihsel süreç içerisinde sergileniyor. Ayrıca geleneksel usulde zeytinyağlı sabun yapım tekniği de anlatılıyor. Kısacası yaşayan bir müze burası… Müzenin bahçesinde küçük bir dükkan çekiyor hemen dikkatimizi. Bu sevimli dükkanda yörede üretilen zeytinyağları özel şişe, kutu ve ambalajlarda satılıyor. Ayrıca dükkandan el yapımı zeytinyağlı sabunlardan ve size Adatepe’yi anımsatacak çeşitli hediyelik eşyalardan da satın alabiliyorsunuz. Müzenin girişinde ve dükkanda satılan hediyelik eşyaların çoğununun üzerinde güzel bir eski zaman kadınının resmi var. Adatepe’nin sembolü olmuş neredeyse bu güzel kadın. Adı Refika.... </div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red;">Refika’nın hikayesi<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3kHan18Zq2al-abmWns1lvOTHjmDHR61V-i6FMq7Vq0fYOZVr_aqOSqjWn-uRgjYW-AfEGwJ1d62DCEFxqNLpayK4nR93gUWLnHF9fXc60WZmnf5XGMhG467Z2ayVhylzXEA1fntPgNM/s1600/rekika+kart+001-1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3kHan18Zq2al-abmWns1lvOTHjmDHR61V-i6FMq7Vq0fYOZVr_aqOSqjWn-uRgjYW-AfEGwJ1d62DCEFxqNLpayK4nR93gUWLnHF9fXc60WZmnf5XGMhG467Z2ayVhylzXEA1fntPgNM/s320/rekika+kart+001-1.jpg" width="320" /></a></div>Adatepe Köyü’nde 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başında Refika takma adıyla bir Rum güzeli yaşarmış. Köyün Rum ve Türk cemaati arasında çok sevilen Refika, hem güzel hem de çok neşeli bir kızmış. Düğünlerde şarkılar söyler, çok da güzel dans edermiş. Refika’nın güzelliği ve iyilikseverliği Adatepe Köyü’nün yanı sıra çevre köylerde de dillere destanmış. Özellikle zeytin zamanı Refika’nın çalıştığı tarlalarda köylüler hem zeytin toplar hem de Refika’nın şarkılarını dinlermiş. 1.Dünya Savaşı’na kadar iki cemaat Adatepe Köyü’nde barış içinde birlikte yaşamış ama savaş tüm Anadolu’da olduğu gibi Adatepe Köyü’ne de felaketler getirmiş. Savaşla birlikte köyün Rum ve Türk cemaatleri arasında önceleri soğukluk daha sonra da karılıklı çatışmalar baş göstermiş. Tüm bu kargaşaya rağmen Refika yine de Türkler arasında sevilmeye devam etmiş ancak, ne var ki savaş sonunda Türk ve Yunan hükümetleri arasındaki anlaşma sonucunda Refika da diğer Rumlarla birlikte köyü terk edip, Yunanistan’a yerleşmek zorunda kalmış. Refika’nın köyden ayrılışı Türkler arasında büyük bir üzüntüye yol açmış. O gittikten sonra bile onun adına türküler yakılmış ve her fırsatta, özellikle düğünlerde onun türküsü okunup, onun adına danslar edilmiş. Bu gelenek Adatepe Köyü’nde hala devam etmekte.</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red;">Adatepe Köyü<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal">Artık kıyıdan ayrılıp yavaş yavaş yukarıya, Adatepe Köyü’ne doğru yola çıkalım diyoruz. Şakacı Nisan da peşimizde... Çekingen bir yağmur, ardından güneş, sonra yine yağmur...Öylece hep birlikte dolanıp duruyoruz sokaklarda işte! Adatepe, Küçükkuyu’dan arabayla beş dakikalık mesafede. Çınar ağacının altındaki köy kahvesinde biraz soluklanıyoruz önce... Sokakta pek insan yok... Hayalet şehir sanki. Kediler, köpekler, tavuklar... Böylesi daha güzel mi ne! Yukarıya doğru yürürken sol tarafımızda kalıyor Hurmalı Kahve... Tahta tabelada silinmeye yüz tutmuş 'sıcak şarap bulunur' yazısı... Kapının önünde unutulmuş ya da terk edilmiş bir tahta sandalye... Ve tuhaf bir sessizlik... İnsanda ıslık çalma isteği uyandıran bir sessizlik...</div><div class="MsoNormal">Köy, SİT alanı ilan edildiği için, evler de koruma altında. Bu yüzden de evler eski haline sadık kalınarak restore edilebiliyor. Köyde yöre halkından çok, özellikle İstanbul ve diğer büyük şehirlerden yerleşen insanlar yaşıyor. </div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCeM00T8Gspbmgi2n4L1mu94h7-1UwE7V39FGeQxphJCOctuZDvzRhGTH4WS1DLJmLXzgfR3A0HjVfaB80dPj3KVKSJnNDNktno2EvSna_LDJIIo6IfP5URXOgAt0Lq6uWR1fGfUSLizk/s1600/AD31.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="211" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCeM00T8Gspbmgi2n4L1mu94h7-1UwE7V39FGeQxphJCOctuZDvzRhGTH4WS1DLJmLXzgfR3A0HjVfaB80dPj3KVKSJnNDNktno2EvSna_LDJIIo6IfP5URXOgAt0Lq6uWR1fGfUSLizk/s320/AD31.jpg" width="320" /></a></div>Aylaklık yapa yapa akşamı ettik işte! Artık güneş batmak üzere… Edremit Körfezi’ni seyrederken tepeden, anlıyoruz neden eski tanrıların buraları mekan seçtiğini… Bu gece biz de buradayız, orası anlaşıldı çoktan. Ama önce şu güneşi bir batıralım... Sıcak şarap da vardı değil mi nasıl olsa! Muhabbet edecek güzel insanlar... Bir de uzaktan gelen tanıdık bir ıslık sesi...</div><div class="MsoNormal">Sahildeki pansiyonda kaldı eşyalar... Varsın kalsın, arada bir iyidir böyle küçük haytalıklar... Eşyaların başka yerde, sen başka yerde kalırsın... Eşyalara bağlanmamayı öğrenirsin belki biraz... Hayatı basitleştirmeyi... Ama kafandan o soruyu atamazsın bir türlü; pansiyondaki adamın canı sıkılıyor mudur hala? </div><div class="MsoNormal">Buralara bir daha gelmek lazım... Sonra bir daha... Küçükkuyu'dan Adatepe'ye doğru tekrar yürümek yürümek... Islık çalarak, ıslık çalan zeytin ağaçlarını dinleyerek...<br />
<br />
<span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Mayıs 2007</b></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-48709723948974050792012-01-13T11:09:00.000-08:002012-01-13T11:09:39.348-08:00Deniz Çakır<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><span style="font-size: large;">“Hayatın içinde Deniz, anladı ki sözler çok gereksiz!”</span><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh5wlBPQHLiHKh1RZItGSiZ0YkCY6R4ro7m7yHuCAc6TQL8M_bt6-vukQUeyv7dSlr3jUwF_Z3tnbHz4gcHXE0NZXCcBL9K3i4DVuLEKvxpH59c2RmJGx-MREVd40xOG2duiKTwAMDkpSY/s1600/deniz.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh5wlBPQHLiHKh1RZItGSiZ0YkCY6R4ro7m7yHuCAc6TQL8M_bt6-vukQUeyv7dSlr3jUwF_Z3tnbHz4gcHXE0NZXCcBL9K3i4DVuLEKvxpH59c2RmJGx-MREVd40xOG2duiKTwAMDkpSY/s200/deniz.png" width="161" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Sevilen dizi “Yaprak Dökümü”nde Ferhunde olarak izliyoruz onu… Şeytani bir zekaya sahip, güzel bir kadın. O şeytani zekasını kimi zaman başkalarının kuyusunu kazmak için kullansa da, bazen kendisine de zarar verebiliyor. Ama her şeye rağmen sevilen, beğenilen “kötü”lerden o... Belki “Hiçbir kötülük sebepsiz değildir” sözünü hatırlattığından, belki de yeri geldiğinde pişmanlık da yaşayabilen, erdemli de davranabilen bir “kötü” olduğundan… Ferhunde’ye hayat veren Deniz Çakır’<st1:personname productid="la Ferhunde" w:st="on">la Ferhunde</st1:personname>’yi, şu “iyilik-kötülük” kavramlarını, oyunculuk serüvenini, yaşamı ve aşkı konuştuk…<span style="color: red;"><o:p></o:p></span></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Zeynep’lerin uğuru<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">31 Aralık 1981’de Ankara’da doğmuş Deniz Çakır. Çocukluk yılları ve öğrencilik hayatı Ankara’da geçmiş. Ayrancı Süper Lisesi’nde okurken bir gün bir tiyatro oyununa gitmiş ve hayatının akışı bambaşka bir yönde değişmiş o günden sonra. Gelin şimdi o günlere götürsün bizi Deniz Çakır: “Tiyatroyu çok severdim, tek başıma oyunlara giderdim. Bir gün yine bir oyunda Zeynep Eronat’ı izledim sahnede. Öyle etkilendim ki, oyundan sonra yerimden kalkamadım. Kendimi sahnede onun yerine koyarak izlemiştim oyunu ve inanılmaz heyecanlanmıştım. İşte o an ‘ben sahnenin öbür tarafındaki insan olmalıyım’ dedim kendi kendime.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Önceleri imkansız gibi gelmiş ona tiyatrocu olmak. Çünkü onun gözünde tiyatro sanatçıları o kadar yüksek bir mertebedeymiş ki! Ama kafasına koymuş bir kere ve başlamış sınavlara hazırlanmaya. Kurslar, dersler derken o dönem bir başka Zeynep girmiş hayatına. “Çok enteresandır, benim tiyatro konusunda bir Zeynep serüvenim var… Bana tiyatrocu olacağım dedirten Zeynep Eronat’tır, beni konservatuvar sınavlarına hazırlayan hocam Zeynep Aytek’tir. Ve ben konservatuvardan mezun olurken, hazırlayıp sınava soktuğum öğrencim de Zeynep Yalçın’dır.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Ver elini İstanbul<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp_3LPNZbx1gx07wCr4TGD29f-pC3wWK_Dzm3q6iXSKIsLB6qVRZ6M9zyYM9yNwrH_GvqEflL3-v8mHWddD6W9HX-YqSuUNBoLM0NjonPLdyN5wH453aTFU0xKpCZlvLViWjuO56YigTM/s1600/6958775.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp_3LPNZbx1gx07wCr4TGD29f-pC3wWK_Dzm3q6iXSKIsLB6qVRZ6M9zyYM9yNwrH_GvqEflL3-v8mHWddD6W9HX-YqSuUNBoLM0NjonPLdyN5wH453aTFU0xKpCZlvLViWjuO56YigTM/s1600/6958775.jpg" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Kendine çok güvensiz olarak girdiği konservatuvar sınavını kazanmış Deniz Çakır. “Kendi içimde öyle büyük bir savaş veriyordum ki! Yaprak gibiydim ama onlar bana ağaç gibiydin dediler. İlk rüyam gerçek oldu böylece.” Konservatuvarda okurken İstanbul’a gelmek, hele de dizilerde oynamak gibi bir düşüncesi hiç yokmuş başarılı oyuncunun. Tek derdi tiyatroymuş, Ankara’da tiyatro yapmak… Ama sonra seçeneklerin azlığı karşısında fikri değişmeye başlamış yavaş yavaş… “Oyunculuk çok sınırsız bir serüven, bunun sineması var, televizyonu var, pek çok alanı var. Eğer mezun olur olmaz İstanbul’a gitmeyi göze alamazsam bir daha alamazdım biliyordum, kapıların üzerime kapanmasını. Çünkü tanıdığım hiç kimse yoktu İstanbul’ da.” Her ne kadar çevresindekiler, “Orası büyük deniz, boğulursun, kurtlar sofrası”, gibi şeyler söyleseler de Deniz Çakır, “Büyük riskler almadan büyük başarılar kazanılmaz” diye düşünerek ve “Gittiğin yolda çok fazla engel yoksa o yol seni bir yere götürmez” sözüne inanarak İstanbul’da yeni bir yaşama başlamaya karar vermiş.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Reddedilmesi imkansız teklif<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Ve bakın İstanbul’u nasıl yaşamış, İstanbul’da neler yaşamış… “Adımımı attığım ilk günden itibaren çok iştahlandırdı bu şehir beni… Sanatın her dalında çok fazla iştah kabartan bir şehir burası, bir Açıkhava müzesi… İnanılmaz bir cazibesi, kişiliği, tarzı olan bir şehir... Bu şehirde duvarların tarihi var. Bambaşka bir dili var İstanbul’un ve o dil seninle örtüşünce hikayeni daha rahat anlatabilmek için sana bir yol sunuyor. Çünkü ben çok değişkenim ve deli bir tarafım var.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">İstanbul’un diliyle, Deniz’in dili örtüşünce, bu çılgın şehir, bu deli kızı çok sevince yani masal da başlamış işte… Konservatuvardan hocası olan Cihan Ünal vasıtasıyla “Kadın İsterse” dizisine CV’sini göndermiş ve bingo! “Bana reddedilmesi imkansız bir şey teklif ettiler. Kadro süper, bir sitcom yani sesli çekim olacak ve tiyatro mantığıyla çekilecek. Öte yandan İstanbul’daki ilk işim ve ben ana kadrodayım. Şahane yani! Hayatımdaki en büyük şanslardan biridir bu başlangıç.”<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjliu5g-CPkqpu0X7Cahb7z0JvSn8hlYJB8JZMY8eaIpMA-a0WJV-c5bSS4on2Q8n5hTYLQq9ATw2A7p82lKjssZNhctA_ETKt5XL60lv5-rxRlVoMcbLLetIcEo5fzWAv29tlvYtDyIKI/s1600/deniz_cakir4.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjliu5g-CPkqpu0X7Cahb7z0JvSn8hlYJB8JZMY8eaIpMA-a0WJV-c5bSS4on2Q8n5hTYLQq9ATw2A7p82lKjssZNhctA_ETKt5XL60lv5-rxRlVoMcbLLetIcEo5fzWAv29tlvYtDyIKI/s1600/deniz_cakir4.jpg" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">İlk günler karmakarışıkmış, sudan çıkmış balık gibiymiş Deniz Çakır. Hülya Avşar’la aynı dizide oynamayı, medyayla iç içe olmayı falan biraz yadırgamış başlangıçta, ne de olsa serde Ankaralılık var. Bu şehir yabancı ona, şehir ve içindeki her şey… “O yıllar yani 2004-2005 sezonu benim için hayatımda her şeyin yeni olduğu çok özel bir dönemdir. Çok muhteşem geçmedi ama özeldi. Çünkü şehir yeniydi, iş yeniydi, ben yeniydim… İlk kez ayaklarım yere bastı, ilk kez para kazandım. Ve “Kadın İsterse” bana çok uğurlu geldi.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Duyarsız bir kadın olsaydı, kötü olmazdı<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">“Kadın İsterse” den sonra “İki Arada Aşk” ve “İşte Benim” adlı dizilerde de oynadı Deniz Çakır ama ona asıl şöhreti getiren “Yaprak Dökümü” dizisindeki Ferhunde rolü oldu kuşkusuz. “Kötüyü oynuyorum diye oynamıyorum. Yazılanı kafamda analiz ederek; artılarını, eksilerini, nedenlerini, olurlarını bularak oynamaya çalışıyorum. Bütün o eski dizilerdeki, filmlerdeki eski kötülere baktığınızda hep kötülük yapmışlar, hiç pişmanlık yaşamamışlar. Kötülerin gerçekçi olabilmesi için pişmanlık da yaşaması gerekir çünkü en insani duygudur pişmanlık. Kimisi çaktırır bunu kimisi çaktırmaz, ama yaşar. Bizim dizimizde kötüler pişmanlık yaşıyor, iyiler de kötülük yapabiliyor. En iyi görünen karakterin bile yanlışları, hataları oluyor, en kötü görünen karakter bile erdemli davranabiliyor.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";"> “Ferhunde karmaşık bir kadın, bugün iyi o zaman iyi olacak gibi bir kadın değil, enteresan bir kadın o. İnsanların onu bu kadar kolay eleştirmeleri üzüyor bazen beni. Çünkü bir geçmişi var, bir hikayesi var. Nedensiz değil yaptığı kötülükler. Çok kadınsı şeyler, kadınsı kıskançlıklar, çocukluğunda annesiyle babasının arasındaki şeyler… Duyarsız bir kadın olsaydı bu kadar kötü olmazdı çünkü boş verirdi hayata ama öyle değil.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Oyunculukta an’ları severim…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Deniz ile Ferhunde’nin ortak yönlerini ise şöyle anlatıyor başarılı oyuncu: “İkisi de matrak. Kendinden ne kattın role dersen, o kötülüğün baskınlığını biraz azaltmak için matraklık katıyorum Ferhunde’ye. Çünkü kötülük zeka işidir, komiklik de zeka işidir. Ben mizahı ve o şeytani zekayı Ferhunde’de buluyorum. Matrak bir kadın… Zeki olduğu için komik, zeki olduğu için kötü. Bence Ferhunde’nin en belirgin özelliği kötülüğü değil, zekası. O yüzden kötülüğü bu kadar dikkat çekiyor.” <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2JrLnY0i2KjNvjIA_0XtBXuJ0-5Jy-S6V_w_N04SoYGtfitikK_iAnfnQBVN1tmxafGw_HAn67vYHQxdfbCDjs-I0YuBgX0D-5hZEux1Nn_iVmoSo-r1EvM94ZDQlUbCJBsbx4ubjCnA/s1600/ndndn.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="303" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2JrLnY0i2KjNvjIA_0XtBXuJ0-5Jy-S6V_w_N04SoYGtfitikK_iAnfnQBVN1tmxafGw_HAn67vYHQxdfbCDjs-I0YuBgX0D-5hZEux1Nn_iVmoSo-r1EvM94ZDQlUbCJBsbx4ubjCnA/s320/ndndn.png" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Eğer “Yaprak Dökümü”nde Ferhunde’yi oynamasaymış Fikret’i ya da Sedef’i oynamak istermiş güzel sanatçı. Nedenine gelince… “Ben genel olarak hep baskın karakterleri oynadım, fiziğimle alakalı belki. Kötü demiyorum ama baskın, güçlü, eylemini konuşarak ifade eden, dilini iyi kullanabilen kadınları… Ama hayat içinde Deniz anladı ki, sözler çok gereksiz… O yüzden Deniz fotoğraf çekiyor, dans ediyor normal hayatında. Sözsüz ne kadar ifade yöntemi varsa onları kullanmaya çalışıyor çünkü sözler o kadar da gerekli değilmiş aslında, anladı Deniz. O yüzden Ferhunde’nin mimikleriyle ilgili iyi eleştiri aldığımda çok mutlu oluyorum. Sessiz izlediğimde bir diziyi, o kişinin oyunculuğundan bir şey algılayabiliyorsam eğer, o kişi benim için iyi oyuncudur. Ben oyunculukta ‘an’ları severim. “Yaprak Dökümü” anlarla dolu, sessiz de izleyebileceğiniz bir dizi. Bu da beni çok doyuruyor.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">“Tanıdığım en arızalı insanım”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Oyunculuk dışında fotoğraf çekiyor, dans ediyor. Ama bunlar bugün için geçerli, üç gün sonra ne olur bilinmez. Çünkü “Çok çabuk bir şeyler beni tahrik edebiliyor hayata karşı” diyor. Çok fazla yarına dair cümleler kurmayı sevmiyor, yarın ne yapacağını düşünürken bugünü kaçırmak istemiyor. Tiyatroya devam ama sinema hayali de var. En çok da bir Ferzan Özpetek filminde oynamayı istiyor. Dans dedik ama adını da koyalım, tutkusu flamenkoymuş ve “tam benim dansımmış” dediği flamenkoyla tiyatroyu birleştirecek bir proje hayali var. Hayatından sıkılan ve bundan şikayet eden insanlardan olmamaya kararlı. Hayatından sıkıldığı zaman yapabileceği pek çok şey olduğunun farkında çünkü… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Sonradan geldiği ve büyükü bir tutkuyla bağlandığı bu şehrin, İstanbul’un hayal gücüne sunduğu sınırsız olanakların da farkında… “Eskiden daha çok duvarları, tabuları olan bir insandım. Çok ‘hayır’larım vardı, ‘asla’larım vardı. Şimdi hiç aslam yok” diye anlatıyor eski Deniz’le şimdiki Deniz arasındaki farkı. Değişime, dönüşüme geliyor söz… “Ben tanıdığım en arızalı insanım” diye bir itirafla başlıyor söze ve devam ediyor, “çok fazla kusurlarım var ama elimden geldiği kadar kendimi değiştirmeye çalışıyorum. Bir şeyi değiştirirken başka bir şeyi de yıkıyor olabilirim ama en azından bu çaba bile bana yaşadığımı hissettiriyor.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Aşkın ayrılık haline de severim…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Aşkın getirdiği değişimi de seven bir kadın o. İlişkiyi değil aşkı seven bir kadın… Aşk lafı geçtiğinde kelimeleri çoğalıyor… “Aşk beni tepeden tırnağa değiştirir. Aşk dünyanın en güzel şeyi, saklamaya da çalışmam. İlle bir ilişki yaşamaktan bahsetmiyorum. Bir ilişki yaşamasam da birine karşı bir heyecan duyuyorsam ne mutlu bana. Aşk beni olumlu yönde harekete geçiriyor, her konuda ‘nasıl üretebilirim’ e götürüyor.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Peki ya aşkın ayrılık hali? “Ben aşkın ayrılık halini de seviyorum, o da çok güzel. Aşk varken bittiyse ilişki, o gözyaşları da çok güzel, sana yaşadığını hatırlatıyor. Aşk acısı yaşamayı da severim. Ama öyle melankolik olmam aşk acısı çekerken. Okuduğum kitapların türü değişir belki, şiir okurum mesela. Ama o da bana başka bir şey katar”. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ / Seninle Dergisi - Mart 2008</b></span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-92154287180695701812012-01-13T10:20:00.000-08:002012-01-13T10:20:55.858-08:00Tardu Flordun<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><span style="font-size: x-large;">“Beni seveceklerse böyle sevsinler!”</span><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiL7rcPD4tWq9AwLjRDhL76BsqsemstsBjeBlfPYeH6OU-m-mYkv2nfNdXO9kxyLY9H6KhK4aOE-uDMjrjchq5UoeprWccoTNJ2hhw-nJ3DhfBLGaW3iKSq4hP2Wkm-tTyxRyE0Vvrku1U/s1600/dd.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="127" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiL7rcPD4tWq9AwLjRDhL76BsqsemstsBjeBlfPYeH6OU-m-mYkv2nfNdXO9kxyLY9H6KhK4aOE-uDMjrjchq5UoeprWccoTNJ2hhw-nJ3DhfBLGaW3iKSq4hP2Wkm-tTyxRyE0Vvrku1U/s200/dd.png" width="200" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Kimisi çok seviyor onu, kimisi “gıcık” oluyor… Sırf ‘Binbir Gece’deki rolü ve basında hakkında çıkan haberlerden dolayı çok agresif ve kavgacı bir insan olduğunu düşünenler var. Bir dönem yaşadığı bazı tatsızlıkların abartılarak, farklı şekillerde yansıtılmasından dolayı bu “kötü çocuk” imajı yapışıp kalmış üzerine. Bu yüzden de tek istediği doğru anlaşılmak, olduğundan farklı yansıtılmamak… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Öncelikle adından ve soyadından dolayı onu hala yabancı sananlar varsa küçük bir açıklama yaparak başlayalım: Tardu, eski Türkçede “karanlıktan gelen ışık” anlamına geliyor. Flordun’a gelince… Dedesi Balkanlar’dan gelmiş ve Flordun orada bir kasabanın adıymış. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Babasının izinde<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">25 Mayıs 1972’de Ankara’da doğmuş Tardu Flordun. Bir dönemin efsanevi tiyatro ve sinema oyuncusu olan babası Macit Flordun’un kucağında üç yaşından itibaren turnelere çıkmaya başlamış, Türkiye’nin pek çok yerini dolaşmış babasıyla. “Bir şekilde sahne tozu bulaştı yani bana” diyor. Ama 16 yaşına gelene kadar tiyatrocu olmak gibi bir niyeti yokmuş aslında. “İdealimde diş doktoru olmak vardı aslında. Ama zaman geçti ve ben 16-17 yaşlarına gelince birden ‘Oyuncu olabilir miyim acaba’ dedim kendi kendime. Şimdiye kadar izlediğim insanların yerinde olmak nasıl bir duygu merak ettim. Hatta rahmetli babamla bunu konuştuğumda bana: ‘Okulunu okursan iyi bir oyuncu olursun tabii. Ama bunun çok büyük zorlukları var, bunlara da katlanmak zorunda kalırsın, ona göre kararını ver’ demişti.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Kararını vermiş, sınavlara girmiş ve Ankara Hacettepe Üniversitesi tiyatro bölümünü kazanmış. Oyunculuğa başladığı günden bu yana da oyunculukta bir stili olsun istemiş ve kendi tarzını yaratmaya yönelmiş Flordun. Herkesin başvurduğu klişelere başvurmamak için… Hala da bu anlamda kendini geliştirmeye devam ettiğini söylüyor. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Kerem’in kerameti<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Tiyatroya devam ederken1998 yılında, Yetkin Dikinciler ve Devrim Nas’la başrollerini paylaştığı ve ilk sinema filmi olan “Leoparın Kuyruğu”nda rol alıyor. Ardından da televizyon macerası başlıyor Flordun’un. Berna Laçin’le birlikte oynadıkları “Evdeki Yabancı” adlı komedi dizisi televizyon için yaptığı ilk iş. Yıl 2000 ve bu diziyle insanların sempatisini ve beğenisini toplamayı başarıyor Flordun. “Bir Tatlı Huzur”, “İki Oda Bir Sinan”, “Camdan Pabuçlar”, “Davetsiz Misafir”… Televizyon için yaptığı işlerin listesi böyle uzayıp gidiyor… Ta ki 2006 yılında “Binbir Gece”nin kadrosuna dahil olana kadar. İzlenme rekorları kıran “Binbir Gece” adlı dizide canlandırdığı Kerem karakteriyle, Tardu Flordun deyim yerindeyse yeniden “patlıyor”… <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhs_DkY-wkfp4gYohUWJsQSq6qrQz9yfa7seIVNQ5fykyi-z7am4GuK7f3QLRzlhn1nU4WuG1sIfsWPJsdYDkJB23AbLBG6nu24Z-2qRM8NJzqGApUGl4U0Z-JgeU6_MVIJx1TcGixMPDU/s1600/tardu-flordun.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhs_DkY-wkfp4gYohUWJsQSq6qrQz9yfa7seIVNQ5fykyi-z7am4GuK7f3QLRzlhn1nU4WuG1sIfsWPJsdYDkJB23AbLBG6nu24Z-2qRM8NJzqGApUGl4U0Z-JgeU6_MVIJx1TcGixMPDU/s1600/tardu-flordun.jpg" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Kimisi çok seviyor Kerem’i kimisi nefret ediyor. Kimisi çok anlaşılır bulurken Kerem’in tuhaf, tutkulu, tehlikeli aşkını; kimisi de öfke duyuyor ona sevenleri ayırmaya çalıştığı için. Bakalım o neler söyleyecek bu konuda... <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Aşk deyince…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">“Ben Kerem'i sevdim hatta ikinci sezon kötü adam olduktan sonra da seviyorum. Bu, senaryonun gelişimi adına gerekli bir durumdu. Bu anlamda senaristler beni ikna ettiler. Ama bizim halkımızda bir duygusallık ve empati kurma durumu var. O yüzden geçen sezon beni bir sürü insan severken, pohpohlarken bu sezonun başından beri maalesef her an dayak yiyebilirim korkusuyla yaşıyorum” diyor gülerek. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Peki, Kerem’in yaşadığı ve onu kötü bir insan haline getiren bu saplantılı, hastalıklı aşkı anlayabiliyor mu acaba? Yanıtı “Evet” oluyor yine ve “siz de anlayacaksınız” diye ekliyor… Kötü adam sıfatından biraz olsun kurtulacakmış Kerem. Neyse artık Kerem’i de “Binbir Gece”yi de bir kenara bırakalım ve biraz daha laflayalım şu aşk denen tuhaf duygu hakkında. Söz Flordun’un: “Aşkın tepkileri herkeste değişebiliyor. Kimi diyor ki ‘Ben yemeden içmeden kesiliyorum, gözüm başka bir şey görmüyor, hayatı unutuyorum, sadece onu düşünüyorum’. Ben böyle bir durum yaşamadım açıkçası hayatımda. Tabii ki benim de uzun süreli birlikteliklerim oldu, çok keyifli vakit geçirdiğim anlar oldu. Ama hayatla bağlarımı koparmadım, gözüm kararmadı hiçbir zaman. O, biraz daha rahatsız, biraz daha hastalıklı bir durum galiba. Ya da ne bileyim kendimi içkiye vurup daima onu düşünmedim mesela. Yaptığım işten dolayı da öyle bir şansım olmadı zaten, eğer öyle davransaydım işimi kaybedebilirdim. Ayırt etmeyi becerememiş olsaydım, yani tamamen duygularıma yenik düşseydim, mesleğime zarar vermiş olurdum. O yüzden ben aşkla beraber biraz da mantığın paralel gitmesini tercih ediyorum.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Herkese gülücük dağıtamam <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Şimdi tam da böyle güzel güzel aşktan filan bahsederken yeri değil belki ama bir de şu agresiflik meselesini soralım diyoruz ünlü oyuncuya. Tardu Flordun nedense hep sinirli, kavgacı bir insan olarak biliniyor. Bunda basında çıkan haberlerin payı büyük kuşkusuz… “Artık senelerdir söyleniyor bu ve beni çok da enterese etmiyor. Kendimi kapattığım için herhalde, dışarıdan soğuk görünüyorum. İnsanlar beni tanıyınca öyle olmadığımı anlıyorlar ama. Zaten magazin basının yazdığına baksaydık eğer, benim şu ana kadar birçok televizyon kanalının kara listesinde olmam, hiçbir iş yapamamam hatta hapiste olmam gerekirdi. Ama gerçek bu değil, insanlara aktarılandan daha farklı. Biraz da onlara (magazin basınına) karşı nasıl bir tavır aldığınızla ilgili bir şey bu… <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHofX0oe0-OU6k6meS5-9CcF3g3nDYlQUsMYX4kZJLtFRunMwmQAdPFBed6Dg84fRAGZzj3CRfpaOU9JmUoqJgYppNpVC-FDRZ9DdH0ArnnxmURkbvhbPmQRStbPTEXkibi5PwSPwUOgo/s1600/17.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHofX0oe0-OU6k6meS5-9CcF3g3nDYlQUsMYX4kZJLtFRunMwmQAdPFBed6Dg84fRAGZzj3CRfpaOU9JmUoqJgYppNpVC-FDRZ9DdH0ArnnxmURkbvhbPmQRStbPTEXkibi5PwSPwUOgo/s320/17.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Eğer siz doğru işler yapıp hayatı kendinizce doğru algılayabiliyorsanız zaten insanları ikna etmek gibi bir çaba içinde olmanıza gerek yok. Siz yolda yürürken hiç tanımadığınız insanlara gülücük dağıtabilir misiniz? Ben de yapamam bunu… Çünkü ben televizyonda başka bir rolü oynuyorum, hayatta kimliğim farklı. Herkesle samimi olmak durumunda değilim. Belki ben de bazıları gibi maskeyle dolaşan biri olsaydım o zaman daha fazla sempati toplayabilirdim. Ama böyle bir sahte sempati kazanmayı tercih etmiyorum. Ben nasılsam öyleyim. Yani kötü bir adam değilim ki… Belki soğuk görünebilirim evet ama insanlar beni seveceklerse bu şekilde sevsinler. Beni sevsinler diye numaralar yapamam.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Hapishane deneyimi<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Tardu Flordun’un bir de kısa süreli hapishane deneyimi olmuştu. Belki anımsarsınız, çakıyla adam yaralama suçundan 27 gün hapis yatmıştı sanatçı. Ama o hapishanede geçirilen bu “hem çok kısa hem çok uzun” 27 günü, bir oyuncu için önemli bir deneyim olarak nitelendiriyor. Ve bakın neler söylüyor bu konuda: “Çok fazla şey kattı aslında bana o dönem. Orada hayatın gerçek yüzünü görüyorsunuz. Belki gerçek hayatta yanınızdan geçerken bile göremeyeceğiniz insanlarla beraber bir hayat yaşamak durumunda kalıyorsunuz. Cezaevinde olan herkes kötüdür diye bir şey yok ki. Yapılmış bir hatadır bu ve tabii ki bir suçtur ama hiçbir zaman basına gerçek nedenleriyle doğru olarak yansımadı bu olay. Hala o olaydaki insanın kız arkadaşım olduğunu söylüyorlar ki böyle bir şey yok. Mahkeme raporunu magazincilere mi sunayım? Ki o da işlerine gelmez zaten.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Şöhrete değer vermiyor, yalnızlığı, kendi başına vakit geçirmeyi ve motor kullanmayı seviyor Tardu Flordun… Bir de sahilde uzun yürüyüşler yapmayı… Ama en çok deniz tutkusundan bahsederken parlıyor gözleri… Altı yaşından beri tekne kullanıyor ve bir gün her şeyi bırakıp Ege’de küçük bir kıyı kasabasında balıkçılık yapabilecek kadar çok seviyor denizi… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ / Seninle Dergisi - Ocak 2008</b></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-64166645980307397922012-01-11T11:32:00.000-08:002012-01-11T11:33:41.935-08:00Kadın...Töre...Namus...Cinayet...<div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 16pt;">‘Sevda’lar toprağa düşmesin artık!</span></b><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><b><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></b></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjq0hgWCV7JQqx9zYnFNhnE4Rb5s9vxIubP-EvPQutxivIaB5CqVxzbeaa3RJbpScIZxw1FUinv1CqVQT2pdPUzWL7tXaQ3Nm9sbEz8sbDK5gcK2nWEmQPM5bS-Hh25CyN3-LvvYzKoWBg/s1600/cslsls.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjq0hgWCV7JQqx9zYnFNhnE4Rb5s9vxIubP-EvPQutxivIaB5CqVxzbeaa3RJbpScIZxw1FUinv1CqVQT2pdPUzWL7tXaQ3Nm9sbEz8sbDK5gcK2nWEmQPM5bS-Hh25CyN3-LvvYzKoWBg/s1600/cslsls.png" /></a></div></div><div class="MsoNormal"><b><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><i><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Urfalı Sevda Gök’e tanıklık borcum vardı. Varsın cinayet davasında müdahil olma talebim reddedilmiş olsun. Sevda Gök, pek çok kişinin bulunduğu bir sokakta yere diz çöktürülmüş ve küçük kardeşi tarafından boğazı kesilmişti! Tanıklık borcum vardı Kilisli Şenel Habeş’e. Eski kocasının ölüm tehditleri üzerine yanıma gelip yardım istediğinde hukuksal işlemlerini yapmıştım. Ama bir gece sokakta boğazının kesilmesini engelleyememiştim. Viranşehirli Gönül Aslan’a da tanıklık borcum vardı. Zalim Fırat bile gırtlağını sıkan cellatlarla işbirliği yapmamış ve kıyamamışken ona, mahkemede yargıçlar tarafından suçlanmıştı. Adliye arşivlerinde dosya incelerken boğazıma düğümlenen birer hıçkırık olarak kalan nice kadının kısacık yaşamına tanıklık borcum vardı.(…) Soluksuz bırakılan, yaşam kapısı sürgülü kadınların yargı dosyaları içimizi acıtacak elbette. Şiddetin, ayrımcılığın yaşanmadığı bir ülkede ve dünyada yaşama umuduyla sadece kadın oldukları için öldürülen o kadınlar ve kalan sağlar için yazıyorum.”</span></i></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Avukat Vildan Yirmibeşoğlu’nun, “Toprağa Düşen Sevdalar” adlı kitabı bu satırlarla başlıyor. Yirmibeşoğlu, üç yüzü aşkın “namus cinayeti” dosyasını incelemiş ve kitapta yer alan araştırmalar 12 yıllık bir çalışmanın ürünü. İstanbul’da doğup büyümüş, iyi eğitimli, genç, güzel ve başarılı bir kadının töre ve namus cinayetleriyle ne işi olur diye merak ediyorsanız işte size Vildan Yirmibeşoğlu’nun İstanbul’dan Gaziantep’e uzanan öyküsü…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Ankara’nın ötesinde neler oluyor?<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Doğma büyüme İstanbullu Vildan Yirmibeşoğlu. Özel Doğuş Koleji’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Üniversiteyi bitirir bitirmez de, 21 yaşındayken kendisi gibi avukat olan ve fakültede okurken tanıştıkları eşiyle evlenmiş. Okul bittikten sonra eşinin memleketi olan Gaziantep’e gitmeye ve mesleklerine birkaç yıl orada devam etmeye karar vermişler. Ama birkaç yıllığına gittiği Gaziantep’te tam 13 yıl kalacağını ve kendini bir anlamda orada yaşayan kadınlara adayacağını bilmiyordu henüz o günlerde…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgluNMzS0X_7PynC1c2dwkSTcxhKQ-cse6cpUNRYjbaCsvBkmtLbaDw_RyTgDItc8g4hEmmM5nEhiPnE3NpssOrDWREbgA8Fz05DYEbaucYb6k8Zugo6AgQVIU6HVckWpZoKl8NhZ8sycU/s1600/nnnn.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgluNMzS0X_7PynC1c2dwkSTcxhKQ-cse6cpUNRYjbaCsvBkmtLbaDw_RyTgDItc8g4hEmmM5nEhiPnE3NpssOrDWREbgA8Fz05DYEbaucYb6k8Zugo6AgQVIU6HVckWpZoKl8NhZ8sycU/s200/nnnn.png" width="186" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“O bölgeye daha adım atar atmaz korkunç bir kültür şoku yaşadım” diye başlıyor anlatmaya. “O güne kadar hiçbir kısıtlama görmemiştim kadın olduğum için, ne kılık kıyafetimde, ne yaşamımda… Ankara’nın ötesine hiç geçmemişken birden bire önemli bir değişiklik oldu hayatımda. Öyle ki, oraya gittiğimde güneş gözlüğü takmama bile laf söylendi. ‘Burada normal kadınlar güneş gözlüğü takmaz, kot pantolon giymez’ dediler.” Vildan Hanım, kendi yetiştiği şartlarla o bölgedeki şartları kıyasladığında önce üzülmüş orada yaşayan kadınlar, çocuklar için. Ama sonra hemen değişiklik yapmaya, koşulları değiştirmek için çalışmaya karar vermiş. “13 yılı aşkın bir süre kaldım orada. Bir süre sonra bir şeyleri değiştirmeye başladığımı gördüm. Bunlar çok küçük gibi görünen ama bu güne kadar değiştirmeye cesaret edilememiş şeylerdi. Sadece bir kapıyı açmaya kalıyor iş. Bunu ilk yapan insan da hep eleştiri alır.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Kadınlar için kolları sıvıyor<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Gaziantep Kadın Platformu’nu kurmuş ve her kesimden kadını bir araya getirip kadın insiyatifleri oluşturarak, kadınların sorunlarına çözüm bulmak için çalışmaya başlamış. Kadınlara yönelik halk günleri düzenlemiş. Kadınlar gelip orada dertlerini anlatıyorlarmış. Bir süre sonra kadınların başvurabileceği bir adres haline gelmiş Gaziantep’te. Öyle ki, üzerinde sadece “Vildan Yirmibeşoğlu-Gaziantep” yazan mektuplar bile ona ulaşıyormuş. Oluşturduğu gönüllü ekiple birlikte mahallelerde toplantılar yaparak kadınların sağlık sorunlarına, hukuk sorunlarına destek sağlamaya başlamışlar. Ama bu arada bazı zorluklar çektiğini de itiraf ediyor. “Bütün bunları yaparken bıkkınlık duyduğunuz zamanlar da oluyor tabii ki. Çünkü yapmak istediklerinizi saptırıyorlar. Kamuoyunu yanıltmak isteyen ilkel zihniyetlerle de savaşmak zorunda kaldım. Kadınların yaptığı her şeyin sınırları erkekler tarafından belirlenmiş olan bir bölgede, kadının bazı şeyleri gerçekleştirmesi zordu tabii. Bugün bile dönüp baktığımda kendime şaşırıyorum aslında, ben tüm bunları nasıl yapabildim diye.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Sevda Gök ve diğerleri<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfIyvAkXgumt7zIOZv0WiafT6lrtA25hbr-joZchSQuAEz1GP6QgtUeVEs8T61u_AqXRQSBjnywN6QrtY5354hp0taHH_x2OugOyxKMZ8dxqzGlS4d85xV8hcG_8K4zMH7ozqFAdkJvbA/s1600/hfhfhf.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfIyvAkXgumt7zIOZv0WiafT6lrtA25hbr-joZchSQuAEz1GP6QgtUeVEs8T61u_AqXRQSBjnywN6QrtY5354hp0taHH_x2OugOyxKMZ8dxqzGlS4d85xV8hcG_8K4zMH7ozqFAdkJvbA/s320/hfhfhf.png" width="204" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Vildan Yirmebeşoğlu, Güneydoğu’da yaşadığı yıllar boyunca sayısız namus cinayetine tanıklık etmiş, yüzlerce dava dosyası incelemiş. Ama içlerinden birisi var ki… Onu tanıdıktan, onun yaşadıklarına tanıklık ettikten sonra Vildan Hanım, içindeki isyanı susturamamış artık. 16 yaşında namus cinayetine kurban giden Sevda Gök’den bahsediyoruz. “Ben onun duruşmasına girmiştim. Boğazı kesilerek öldürüldü pazaryerinde, herkesin gözü önünde. Engel olmak isteyenlere ‘Karışmayın bu namus meselesi’ diye bağırmışlar. Kimse engel olamadı. Cinayeti işleyen teyze oğlu ve yardım eden amcaoğlu kahraman gibi toplumun içinde gezdiler. İki yıl yatıp çıktı teyze oğlu. Burada beni asıl etkileyen, kızın hiç cinsellik yaşamadığı halde öldürülmüş olması. Gezmeyi sevdiği için bir gün eve geç kalınca korkuyor ve kız öğrenci yurduna sığınıyor, orada kalıyor. Sonra mecburen ailesine haber veriyorlar ama ailenin eline bir de kağıt veriyorlar, ‘Kızı şu tarihte sağ salim teslim ediyoruz, kıza zarar vermeyeceksiniz’ diye. Ama bu öldürülmeyeceğinin garantisi değil tabii. Bir ay boyunca nasıl öldürülecek, kimin tarafından öldürülecek o tartışılıyor. Sonra küçük bir çocuğa teyze oğluna emir veriliyor ve sokakta kızın boğazı kesiliyor. Adli tıp raporunda bakire olduğu anlaşılıyor kızın. Cinayeti işleyen teyze oğluna Sevda’nın bakire olduğunu söyleyince ‘O kadar gezen kızı erkekler rahat bırakmaz, o rapora inanmıyorum’ dedi bana.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Hiç inancımı kaybetmedim<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Merak ediyoruz, yaşadığı tüm bu tanıklıklardan sonra, bir hukukçu olarak hiç hukuka olan inancı sarsılmadı mı, isyan noktasına gelmedi mi diye? “İnancımı elbette kaybetmedim. Çünkü şuna inanıyordum, devlet bu sistemi kurmak zorunda. Yasalarda boşluklar vardı, eksiklikler vardı, namus indirimi sağlayan yasalarda değişiklik yapılması gerekiyordu. Bunları söyleyip durduk. Yıllar sonra önemli değişikliklere imza atıldı ceza kanununda. Ama yasalar tek başına bu işi çözmeye yetmez, uygulama da çok önemli.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Güneydoğu’dan döneli 9 yıl olmuş ama hala sürekli gidip geliyor bölgeye. Oradaki kadınlarla bağlantısını hiç koparmamış. Güneydoğu’ya gitmeden önceki Vildan’la döndükten sonraki Vildan arasındaki farkı bakın nasıl anlatıyor:”Bir kere şunu gördüm ki, Türkiye’nin doğusuyla batısı arasında yasaların uygulanışı açısından çok büyük fark var. Ben çok şanslıymışım dedim kendi kendime ama bunu fark ettiğim için de, bir şeyleri değiştirmek zorunda olduğuma inandım.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #666666; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Temmuz 2007</b></span><br />
<span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span><br />
<span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><span style="color: orange;">RÖPORTAJ NOTU;</span><span style="color: #444444;"> </span>Vildan Yirmibeşoğlu ile bu röportajı yaptıktan çok kısa bir süre sonra, kendisi gibi avukat olan eşinden boşandığını öğrendim. Yıllardır kadın hakları için mücadele eden bir kadın, eşinin imam nikahlı bir karısı olduğunu ve yıllardır aldatıldığını öğrenerek boşanma davası açıyor! </b></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-86302164477849855282012-01-09T12:54:00.000-08:002012-01-09T13:01:47.734-08:00Mucize bir kadının hikayesi...<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><span style="font-size: x-large;">Parmak uçlarıyla dünyaya dokunuyor</span><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="font-family: Arial, sans-serif;">20 yaşındayken geçirdiği trafik kazasıyla boynundan aşağısı tutmayan Canan Kim, parmak eklemleriyle tuşlara dokunarak çeviriler yapıyor. Çoğu Stephan King’in olmak üzere onlarca kitap çevirmiş…<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">İzmir’in Konak ilçesinde bir apartman dairesi… Gözlerinin içi gülen genç bir kadın karşılıyor kapıda bizi ve buyur ediyor içeriye. Salona girdiğimizde önce bütün ihtişamıyla karşımızda duran Ege Denizi’ni görüyoruz, sonra da tekerlekli sandalyede yüzünü denize vermiş oturan başka bir genç kadını… O denizi seyrediyor, deniz de onu sanki… Öyle ki, aralarına girmekten, onları rahatsız etmekten çekiniyoruz neredeyse. Usulca sokulup ‘merhaba’ deyince, bize dönüyor yüzünü. Esmer güzeli bir genç kadın… Bütün melezler gibi çok güzel… <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAE4pY2GvhEZWQkjVa1chNJYoYavTxBXVkyD4mp8gEaP7KojcfgZiuFU8mMYYvbHwgt1fU-oQxKLtSIdx9kMOZ8RhU9FSwcpnKB_6dzKr_nfF40dj3rr_QaUV4U6E5Cc1csiZEuVLJ1us/s1600/canan.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiAE4pY2GvhEZWQkjVa1chNJYoYavTxBXVkyD4mp8gEaP7KojcfgZiuFU8mMYYvbHwgt1fU-oQxKLtSIdx9kMOZ8RhU9FSwcpnKB_6dzKr_nfF40dj3rr_QaUV4U6E5Cc1csiZEuVLJ1us/s1600/canan.png" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bu evdeki iki kadının ortak bir hikayesi var, daha önce duyduğunuz hiçbir hikayeye benzemeyen… İşte o hikayeyi dinlemeye geldik buralara…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Çeşme yolunda gelen kaza<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Canan Kim, Güney Kore’li Mustafa Yung Ki Kim ile İzmir’li Nurişah Hanım’ın ilk çocuğu olarak 1973 yılında gelmiş dünyaya. İzmir Fatih Koleji’ni bitirdikten sonra girdiği üniversite sınavında, yabancı dil puanında Türkiye beşincisi olmuş ve Dokuz Eylül Üniversitesi Turizm İşletmesi bölümünde okumaya başlamış. Okulu, ailesi ve arkadaşları arasında sürüp giden mutlu mesut yaşamı, henüz 20 yaşındayken geçirdiği trafik kazasıyla alt üst oluvermiş birden. Takvimlerin 18 Eylül’ü gösterdiği o gün, kendi kullandığı arabayla Çeşme’den İzmir’e dönerken olmuş her şey. <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bundan sonrasını Canan’dan dinleyelim: “O sıralar İzmir Fuarı’nda çalışıyordum. Bir günlüğüne gitmiştim Çeşme’ye, kendi kullandığım arabayla. Dönüşte de işe yetişmek için acele ediyordum, biraz hızlı kullanıyordum arabayı. Ani bir frenle yoldan çıktım. Üç dört takla atmış araba. Arabanın tavanı başıma geçmiş herhalde, boynum arasında kalmış. Tam kaza anını hatırlamıyorum ama beni arabadan çıkardıklarında kendimdeydim. İsmimi, telefon numaramı verdim aileme ulaşmaları için. Sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’ne götürdüler beni. 20 Eylül’de ameliyat oldum ve tam altı buçuk ay kaldım hastanede. Çok zor bir dönemdi. Kaydımı bir yıl dondurdum. 1994 yılının Nisan ayında hastaneden çıktım, o yıl okula geri döndüm. Tekerlekli sandalyede götürüp getirdiler beni okula. Kalem tutamadığım için sınavları ya sözlü oluyordum ya da benim yerime birisi yazıyordu. 1997 yılında da üniversiteden mezun oldum. Bir yıl kaybım olmuştu sadece.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Hüznü sevince dönüştüren bir anne<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Biz Canan’la sohbet ederken annesi Nurişah Hanım da bizi dinliyor, gözlerinde saklayamadığı bir hüzünle. Ama sonra bir yağmur bulutu gibi yavaş yavaş dağılıyor yüzündeki hüzün, sanki az sonra kalkıp neşeli şarkılar söyleyecek gibi. Kim bilir o neler yaşadı bir anne olarak, kızı bütün bu zorluklarla baş etmeye çalışırken? Hani bazı anlar vardır, çok şey sormak ister ama soramazsınız. Korkarsınız çünkü karşınızdakinin inçinde bir yerleri acıtmaya, kanatmaya… Biz de o durumdayız işte. Ama hissediyor galiba Nurişah Hanım, biz sormadan kendisi başlıyor anlatmaya: “Canan’ın kaza haberi geldiğinde babası yurtdışındaydı. Ben evde yalnızdım. Akşam saat dört olmuş, gelmesi lazımdı, beş oluyor yine yok. O zaman cep telefonu da yok, haberleşemiyoruz. Saat altıya doğru bir telefon geldi. Hiç tanımadığım biri arıyor. ‘Merhaba, ben numaranızı Canan’dan aldım. Ufak bir kaza geçirmiş ama merak etmeyin durumu iyi. Sakin olun bir şeyi yok ama gelseniz iyi olur’. Ne yapacağımı şaşırdım o anda. Hazırlıklı değilim, bütçem müsait değil, kafam müsait değil… Hemen bir taksiye atladım ama yollar bitmek bilmedi. Hastaneye gittiğimde doktor henüz hayati tehlikeyi atlatamadığını söyledi. Hala dilim damağım kuruyor anlatırken…”<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgAAO9OO0i_FoBtlIJOfrgKwm2Q32X0PX0AfEJadxkUYrD-sPkOwCjFLE1ql5gCWgDbNsub6pUqyg8_vLpV7ABMOWiuKvOKr6yepj36lzxvQDgBW40bGTexRgM7TNRPcZLG1FCJrN-_MT4/s1600/canan3.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgAAO9OO0i_FoBtlIJOfrgKwm2Q32X0PX0AfEJadxkUYrD-sPkOwCjFLE1ql5gCWgDbNsub6pUqyg8_vLpV7ABMOWiuKvOKr6yepj36lzxvQDgBW40bGTexRgM7TNRPcZLG1FCJrN-_MT4/s400/canan3.png" width="206" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"> Susuyor Nurişah Hanım, susuyoruz hep birlikte… Sonra toparlanıp devam ediyor kaldığı yerden anlatmaya: “Baktım yüzünde hiçbir şey yok. Kazaya dair hiçbir iz yok yüzünde. ‘Boynu kırılmış’ dediler, ‘geçer’ dedim içimden. Hiç kıpırdamadan yatıyor ama konuşuyor bizimle. İlk şoku atlattıktan sonra sabaha kadar ağladım. Babası yok, ailem yanımda değil, ha deyince ulaşabileceğim hiç kimse yok. Para bulmam lazım. Böyle bir şey olabilir mi, oluyor işte. Sabah gözünü açtı bana baktı. ‘Anne ben çok mu kötüyüm?’ dedi. ‘Hayır kızım, niye öyle söylüyorsun’ dedim, ‘Çünkü sen çok kötü görünüyorsun’ dedi. Tabii bütün gece ağladığım için, ben benlikten çıkmışım. Hemen gittim ağlaya ağlaya makyajımı yaptım. Çünkü beni hep süslü, bakımlı görmeye alışıktır.” Ertesi sabah viziteye gelen doktora kızının durumunu soran Nurişah Hanım, aldığı ‘Oturabilirse şükredin’ yanıtından sonra isyan etmiş. “Kızımın ameliyatını siz mi yapacaksınız?’ dedim doktora. ‘Yok, Allahtan ben izinliyim başkası yapacak’ dedi. ‘İyi ki siz yapmıyorsunuz güle güle’ dedim. Böyle bir şey söylenir mi hiç, damdan düşer gibi. Hasta yakınları da insan sonuçta!.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">İlk şoku atlattıktan sonra<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Nurişah Hanım, ilk şoku atlattıktan sonra kendini toparlamış ve kızının hastalığını kabullenmiş. Ama öte yandan hep iyileşeceğine, eskisi gibi olacağına inanmış ve kızına da bunu inandırmayı başarmış. İçinde yeşeren umudu Canan’a da aşılamış. Ve o umut onları birbirine kenetlemiş, yaşama bağlamış belki de. “Hastanede Canan’ın yattığı odayı evimiz gibi yaptık” diyor Nurişah Hanım. ‘Hasta’ diyen doktorlara, ‘hayır burada hasta yok, sadece hareket engeli var, o da geçici bir süre’ dedik. Odayı her gün süsledik, balonlarla, resimlerle, oyuncaklarla. Hatta çocuk hastaları gezmeye getiriyorlardı Canan’ın odasına. Belki bunlar doktorun o sözlerine bir tepkiydi bilmiyorum. Belki o doktor bana öyle demeseydi, bam telimize basmasaydı öyle olmayacaktı.” <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2YguA_QTPyBHWRC_eBVcALIm9JV62zPgTvfITUxignqFsAxpTwgiSn9yqT6qge3u5Ap2-VhsgUrM97gfXlPq1kTpNmz7-EXVu4eXDaq9xp9uxtt5lH-o5NtBVziuGC-n1l1akdBzKZqc/s1600/canan2.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2YguA_QTPyBHWRC_eBVcALIm9JV62zPgTvfITUxignqFsAxpTwgiSn9yqT6qge3u5Ap2-VhsgUrM97gfXlPq1kTpNmz7-EXVu4eXDaq9xp9uxtt5lH-o5NtBVziuGC-n1l1akdBzKZqc/s1600/canan2.png" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Altı buçuk ay kızının yanından hiç ayrılmamış Nurişah Hanım. Ve sonunda evlerine dönmüşler. Bir yıl aradan sonra Canan okuluna dönmeye karar vermiş. Ama hiç de kolay olmamış bu. Söz yine Nurişah Hanım’da: “Bir sene kayıt dondurduğumuzdan ertesi yıl kaydını yenilemek için okula gittik. Dekanla konuştuk, durumu anlattık. Tekerlekli sandalyeyle gidip gelecek okula ve dördüncü kata çıkması lazım dersler için. Okulda bir asansör var ama kullanılmıyor, kapalı. ‘Kullandıramam’ dedi dekan. ‘Nasıl çıkacak peki o merdivenleri’ dedim. ‘Okuyup da ne olacak ki zaten bu halde’ dedi. O okula birincilikle girmişti kızım. Dil puanında Türkiye beşincisiydi. ‘Siz bunu nasıl söylersiniz? Herkesten önce sizin onun haklarına sahip çıkmanız gerekmez mi?’ dedim. ‘Kusura bakmayın bir şey yapamam’ deyince ‘O zaman ben de Cumhurbaşkanı’na kadar giderim’ dedim. Ben böyle bir tepki verince, ancak asansörün bakım masraflarını üstlenmemiz koşuluyla kabul ettiler.” Okul bitinceye kadar da Kim ailesi o asansörün bakım masraflarını karşılamış. Ve bir gün bile dekan çağırıp da, ‘Gelin, ben vazgeçtim. Biz hallederiz’ dememiş. Yani sadece hastalıkla değil bu tip zihniyetlerle, böyle duyarsız insanlarla da savaşmak zorunda kalmışlar. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Çeviri yapmaya başlıyor</span><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Sehpanın üzerinde bir yığın kitap duruyor. Çoğu da ünlü gerilim yazarı Stephan King’e ait. Bu kitapların hepsini Canan Kim çevirmiş. Onu yaşama bağlayan en büyük şeylerden biri de yaptığı iş. Okulunu bitirip, diplomasını aldıktan sonra ‘Ben şimdi ne yapacağım?’ diye kara kara düşünmeye başlamış Canan. Ama bol bol okumuş. Bu arada internete girmeyi, klavye kullanmayı denemiş, bakmış ki çok yavaş da olsa yazabiliyor. Böylece farklı bir dünya açılmış önünde: “Kitap okurken hep içimden ‘Ben çevirseydim bu cümleyi şöyle yapardım’ diye düşünürdüm. O zamanlar beyaz diziler vardı bayilerde satılan. Elime ne geçerse okuduğum için onlardan da çok okuyordum. Baktım ki çok ağır, karmaşık bir dili yok o kitapların. Ben de yapabilirim diye düşündüm. O kitapların üzerindeki adrese mektup yazdım, onlardan kabul geldi ve hemen çalışmaya başladım. 1998 yılıydı. Dört sene boyunca devam ettim. Sonunda yayınevinin editörü bana, ‘Siz çok iyi bir çevirmensiniz hatta bizim için fazla iyisiniz. Neden başka yayınevlerine başvurmayı düşünmüyorsunuz’ dedi.” <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgij04-iIv1h-ryXqFmI4QB7QUMsKk5bwdG3Xhn_RxSYx7qBQCP4gk_XQtnnt3cTplEE6sgkPoRZSTZP9miNgpk9WUGA2XtoadySVVPEtv-0-q1gKIlKtqqd_uDrPdkZRm0xb1Pty-mhYA/s1600/cdbddb.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="214" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgij04-iIv1h-ryXqFmI4QB7QUMsKk5bwdG3Xhn_RxSYx7qBQCP4gk_XQtnnt3cTplEE6sgkPoRZSTZP9miNgpk9WUGA2XtoadySVVPEtv-0-q1gKIlKtqqd_uDrPdkZRm0xb1Pty-mhYA/s320/cdbddb.png" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Böylece birkaç büyük yayınevine başvurmuş Canan. Altın Yayınları’ndan cevap gelince, gönderdikleri deneme metnini çevirip onlara yollamış. 2002 yılından bu yana da Altın Yayınları’ndan çıkan bütün Stephan King kitaplarında ve çoğu ‘Best Seller’ olan başka pek çok kitapta çevirmen olarak onun imzası var.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Ümidimi hiç yitirmedim<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Doktorlar, tekrar eskisi gibi olacağına dair çok ümit vermemişler kazadan sonra ama o umudunu hiç yitirmemiş. Zamanla kollarındaki hareketlenme artmış. Haftada iki gün bir fizyoterapist eve geliyor ve egzersizlere devam ediyor Canan. “Hastalığımın yani omurilik felcinin tıpta tedavisi yok şu anda. Kök hücre ümidi var ve birkaç seneye kadar kesin tedavinin bulunacağını söylüyorlar. Baba memleketim Güney Kore’ye gittim ve iki kez ameliyat oldum. Bu ameliyatlardan sonra ufak tefek gelişmeler oldu vücudumda. Eskisinden daha uzun süre yorulmadan oturabiliyorum artık. Ama kıpırdatamadığım yerlerimi hala kıpırdatamıyorum. Güney Kore’deki doktorlarla yazışmalarımız devam ediyor, yeni yöntemler üzerinde çalışıyorlar. Ümidimi yitirirsem eğer yaşamamın anlamı kalmaz. Çok şükür bu halime! Çok iyi bir ailem, arkadaşlarım, şen şakrak akrabalarım ve en önemlisi beni manevi olarak çok tatmin eden bir işim var. Bu olaydan mutlaka bizim öğrenmemiz gereken şeyler vardı ve öğrendik. Hayatı yaşıyorum işte, tadını çıkarmaya çalışarak. Bir yandan da umuyorum ki, bunun tedavisi bulunacak. Aslında hayat gerçekten güzel ve yapılacak çok şey var.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Demiştik ya bu öyle bildiğiniz hikayelere benzemiyor. Parmaklarının ucuyla dünyaya dokunan genç bir kadınla, dünyayı onun ayaklarına getiren bir annenin umut dolu hikayesiydi bizim dinlediğimiz…Ve ‘son’ yazmadı bu hikayenin sonunda… Yazmayacak da… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Şubat 2007</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: orange; font-family: Arial, sans-serif;">RÖPORTAJ NOTU: </span><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;">Bazı fotoğraf kareleri vardır insanın hayatında, asla unutulmaz... An'ların sureti... Tam da öyle bir fotoğraf işte, Canan'ı ilk gördüğüm an gözüme, zihnime kazınan... Tekerlekli sandalyede oturmuş denizi seyreden o genç kadını asla unutamam herhalde... Bir süre öylece durup onu seyrettiğimi hatırlıyorum, o denizi seyrederken... Sessizce... Ve o anda, tam o anda aklından geçenleri nasıl bilmek isterdim! Ama bazı anlarda bazı sorular sorulmaz işte, sorulamaz...</span></b></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-76524554268081004022012-01-04T12:58:00.000-08:002012-01-04T13:02:42.634-08:00Ferhat Göçer<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;"><span style="font-size: x-large;">“Her şey bir peri masalı gibiydi…”</span><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-8H4BgAMzerI/TwS73PqKuFI/AAAAAAAAAUo/5iWYMx-AEe0/s1600/ofoffo.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="166" src="http://3.bp.blogspot.com/-8H4BgAMzerI/TwS73PqKuFI/AAAAAAAAAUo/5iWYMx-AEe0/s200/ofoffo.png" width="200" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Onunla buluştuğumuzda büyük bir heyecan içindeydi. İkinci albümü ‘Yolun Açık Olsun’ daha yeni yola çıkmıştı çünkü. İlk albümün başarısından sonra yeni albümün de aynı ilgiyi ve beğeniyi kazanıp kazanamayacağını merak ediyordu. İşte bu yüzden son heyecandan, yeni albümden başladık sohbete. Bugünden başlayarak düne doğru ilerledik. Ve söyleşi ilerledikçe de yavaş yavaş yumuşadı yüz hatları, gerginliği azaldı, gülümsemesi çoğaldı… <b><i><span style="color: red;"><o:p></o:p></span></i></b></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Sezen Aksu şarkıları…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“İlk albümü çıkarttıktan sonra, girdiğiniz sektörün içinde artık albümlü bir sanatçı olmaktan dolayı yaşadığınız sorumluluk; ikinci albüm de ilk albümün başarısını yakaladığı takdirde istikrarlı bir sanatçı olma yolu, ya da aksi halde aynı başarıyı yakalayamazsanız tek albümlük bir sanatçı olma riski… İşte bütün bunlardan dolayı sanki bir sırat köprüsünün üzerindeymişim gibi biraz tedirginim doğrusu. Bu nedenle son albümümü hazırlarken, tüm bu riskleri göz önünde bulundurarak daha fazla yatırım yapma ihtiyacı hissettim. Sadece benim eserlerimden oluşan bir albüm de olabilirdi ama bunun yerine daha güçlü bestecilerin, söz yazarlarının, başarısını kanıtlamış insanların albümde olmasının, nispeten beni daha güvende hissettireceğini düşündüm. Albümdeki on iki şarkının sekizi benim eserim olacakken, kendi eserlerimi üçe düşürdüm ve Sezen Aksu’dan, Şehrazat’dan, Bülent Özdemir’den, Sıla’dan eserler aldım. Kendi şarkılarıma karşı daha acımasız davranarak seçim yaptım. 2005 de ilk albümümü çıkarırken bu kadar bilinçli ve hassas değildim açıkçası.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Birden bir Sezen Aksu şarkısı başlıyor çalmaya… Beraberinde bütün hüzünleri, yarım kalmış aşkları, ayrılıkları da getiriyor sanki. Ama Sezen Aksu’nun değil Ferhat Göçer’in sesinden…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">“Babam ve Oğlum” gibi<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-q0wFIkfF-yE/TwS8CX6JBEI/AAAAAAAAAU0/P1V9t0Jmi0E/s1600/ferhat_gocer1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="239" src="http://2.bp.blogspot.com/-q0wFIkfF-yE/TwS8CX6JBEI/AAAAAAAAAU0/P1V9t0Jmi0E/s320/ferhat_gocer1.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şimdi geldiği noktadan geriye dönüp de 2005 yılına yani ilk albümünü çıkardığı döneme bakınca, şu anda yaşadığı sancıları o zaman yaşamadığını itiraf ediyor Ferhat Göçer. “İlk albümümü çıkarırken bu kadar bilinçli ve hassas değildim açıkçası. Kendi eserlerim vardı, yıllardır sahnede söylediğim şarkılar vardı… Bunları birleştirip bir albüm haline getirdik. İlk albümün satış rakamları şu anda 300 binin üzerinde. E, başarılı olmuşsunuz, şarkılarınız çok güçlü, besteleriniz çok güçlü… Kendime daha fazla güvenmem gerekirken daha tedirginim şimdi.” Ferhat Göçer’in ilk albümü öyle birden bire bir satış patlaması yapmadı aslında. Yavaş yavaş, kulaktan kulağa yayıldı, herkes birbirine söyledi ve çok iyi bir satış rakamını yakaladı. İlginç bir benzetme yaparak açıklıyor bu durumu Göçer: “Ben biraz ‘Babam ve Oğlum’ filmiyle kıyaslıyorum ilk albümümü. Yavaş, derinden ama kulaktan kulağa yayılarak… İzleyip de beğenen insanların birbirine aktarmasıyla, yani filmin kendi gücüyle gelen bir başarı…” <b><o:p></o:p></b></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Peri masalı başlıyor<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">İlk albümden biraz daha geriye gidiyor ve ilk keşfediliş hikayesini dinliyoruz Ferhat Göçer’den. “Çırağan’daki Q Cazz Bar’dan Nez’in ayrıldığı dönemdi. Gittim ve orada çalışmak istediğimi söyledim. Kisa Brown Çarşamba akşamları çıkıyordu ve ben de onun önünde 45 dakika kadar bir program yapıyordum önceleri. Çarşamba akşamları kalabalıklaşmaya başladı. Derken Kisa Brown’ın yerine Çarşamba akşamları müzik yapmaya başladım. Birden her şey güzelleşti…” Ve işte peri masalının en muhteşem anı…”Bir gün Hanzade Doğan, arkadaşlarıyla birlikte oraya geldi. O anı, o kadar net hatırlıyorum ki, üzerindeki elbiseye kadar her şeyi hatırlıyorum. Neyse, program bitti yanına davet etti beni. Konuşmaya başladık. ‘Ne yapmak istiyorsun?’ dedi. ‘Hayalim albüm çıkarmak’ dedim. Sihirli bir değnek gibi aynı…Bir hafta içinde yıllardır uğraştığım şeylerin hepsi birden çözülüverdi. Tek bir gecede oldu her şey. Ama şimdi dönüp baktığımda görüyorum ki, o tek bir gecenin ardında, benim yıllardır birikimlerimin, emeklerimin, yani o gece orada olabilmem için hazırlanmış malzemelerin payı var. Gerçekten bir peri masalı gibiydi Hanzade Hanım’la tanışmam.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Öğrencilik yılları<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Biz yine yavaş yavaş geriye gitmeye devam ediyoruz. Şimdi de öğrencilik yıllarına götürüyor bizi Ferhat Göçer. Henüz tanınmadığı, bilinmediği, hem tıp fakültesinde hem de aynı zamanda konservatuvarda öğrenci olduğu yıllara… “İlle de doktor olacağım diye bir isteğim yoktu. Biraz aile yönlendirmesi diyelim. Tıp fakültesini kazanınca geldim İstanbul’a ilk kez. Kuş gibiydim o zamanlar, dünyadan haberim yoktu. Müzikle hiçbir alakam yoktu henüz. Ta ki 1988 yılına kadar.”1988 yılında tıp fakültesinden birkaç arkadaşıyla birlikte İstanbul Devlet Konservatuvarı’nın sınavına girip de kazanınca birden dünyası değişmeye başlamış. Tıp fakültesiyle konservatuvarı aynı zamanda bitirmiş. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">O dönem operanın başındaki Yekta Kara’dan kadro istemiş operaya girmek için. Ama olmamış, kadro açılmamış. Şimdi iyi ki de öyle olmuş diye düşünüyor aslında. “Hani her şeyde bir hayır vardır derler ya, o dönem en büyük hayır bu oldu benim için. Eğer o dönem operaya girseydim, şimdi hekimlik yapamazdım.” Operaya giremeyince uzmanlık sınavını verip doktor olmuş. Bu arada hemen bilmeyenler için not düşelim Ferhat Göçer halen daha Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde doktorluk yapıyor. O bir cerrah aynı zamanda.<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/-pCHv5Z7rbz4/TwS8KyuNp_I/AAAAAAAAAVA/-QJ1LiDyNLA/s1600/ferhat-gocer11.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="227" src="http://4.bp.blogspot.com/-pCHv5Z7rbz4/TwS8KyuNp_I/AAAAAAAAAVA/-QJ1LiDyNLA/s320/ferhat-gocer11.jpg" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Okulu bitirip mecburi hizmete gittiğinde ilk evliliğini yapmış ünlü sanatçı. Ama 1998 yılında ilk eşinden ayrılmış ve 2002 yılında ikinci evliliğini yapmış. Şimdiki eşi finans sektöründen. İlk evliliğinden on yaşında, ikinci evliliğinden de 2 yaşında bir çocuğu var.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">"Fırat kıyıları ve dedem"<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şimdi de başa, hikayenin en başına gidiyoruz ve çocukluğunu dinliyoruz Ferhat Göçer’den. İzmit’te geçen çocukluk günlerini anlatırken yüzüne yerleşen o masum ama hınzır çocuk gülüşünden anlıyoruz ki, gerçekten güzel bir çocukluk geçirmiş. Öğretmen bir anne babanın çocuğu Ferhat Göçer. Aslen Urfalılar ama babasının tayini üzerine Urfa’dan çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği İzmit’e gelmişler. Urfa’ya ait hatırladığı şeyler çok az: Fırat kıyısı ve dedesi… Küçük Ferhat henüz üç-dört yaşlarındayken İzmit’in Düzlük köyüne bir atın heybesinde çıkışını bugünmüş gibi hatırlıyor. “Yarısı Trabzonlulardan yarısı Rizelilerden oluşan bir köydü. Gözümü açtığımda Karadenizlilerin ortasındaydım. Çok renkli bir çocukluktu, Heidi’nin çocukluğu gibi. Sevdiğim bir kız vardı o zaman, Huriye isminde. Trabzonlu, çok güzel masmavi gözlü, sapsarı saçlı bir kız çocuğu düşünün… ilk aşkım oydu diyebilirim. Aşk değil de çocukluk işte… Çok kavga ederdik, ele avuca sığmaz yaramaz bir kızdı. Ama ben çok sakin,uslu bir çocuktum. Bütün çocukluğumu o dağ köyünde geçirdim.”</span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Ferhat Göçer’le yaşama ve müziğe dair...<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">-<span style="font: normal normal normal 7pt/normal 'Times New Roman';"> </span></span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ben bugün bu söyleşiye ameliyattan çıkıp geldim ve kendimi çok huzurlu <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 35.4pt;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">hissediyorum. Sadece müzikle uğraşsaydım kafayı üşütürdüm herhalde. Bu başka bir ruh hali, ancak beni dengeliyor.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">-<span style="font: normal normal normal 7pt/normal 'Times New Roman';"> </span></span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Sahip olduğum şöhretle insanların beni koyduğu yer; skandallarla değil duruşumla, hekimliğimle farklı bir konumlandırma ve bu bana daha ağır bir sorumluluk yüklüyor. Yaptığım her hareketi oturup üç defa daha düşünmek zorundayım. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">-<span style="font: normal normal normal 7pt/normal 'Times New Roman';"> </span></span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Televizyon çok garip bir şeydir. Bir kere başlarsanız hele işler de iyi gidiyorsa; ben kendimi biraz geri çekeyim demek, tıpkı bir iğnenin mıknatıstan kendini geri çekmeye çalışması gibidir. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">-<span style="font: normal normal normal 7pt/normal 'Times New Roman';"> </span></span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Oyunculuk yeteneğim olduğunu düşünmüyorum ama bir filmin içinde küçük bir rolüm olsun çok isterim. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">-<span style="font: normal normal normal 7pt/normal 'Times New Roman';"> </span></span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ölmeden önceki tek yapmak istediğim şey, dünyanın her yerinde şarkılarımızı, türkülerimizi söyleyen bir sanatçı olabilmek. Çin’de ya da Rusya’da bir konser versem çok heyecanlanırdım mesela. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal" style="margin-left: 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1; tab-stops: list 36.0pt; text-indent: -18.0pt;"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Nisan 2007</b></span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-85862451544456016572012-01-04T11:47:00.000-08:002012-01-04T11:47:35.428-08:00Takdir edilesi bir özgürlük mücadelesi...<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 16.0pt;">"Hamileyken, o ilk tekmeyi yediğimde bitirmeliydim bu evliliği"</span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><b><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Eşi, çocuklarını göstermemekle tehdit ettiği için boşanamadı ve 20 yıl süren evliliği boyunca şiddete maruz kaldı. Şimdi kurduğu dernekte (PANDOST) başka kadınların şiddet görmemesi için çabalıyor Hülya Kırımoğlu<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/-wMuEHyzj-GI/TwSqPQxaO9I/AAAAAAAAAUE/ShJc8uKi1Pw/s1600/oalalal.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://4.bp.blogspot.com/-wMuEHyzj-GI/TwSqPQxaO9I/AAAAAAAAAUE/ShJc8uKi1Pw/s320/oalalal.png" width="186" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Genç ve güzel bir kadın…İki çocuk annesi ve sürekli eşinden şiddet görüyor. Yapmak istediği her şey engelleniyor. İstediği insanlarla görüşemiyor. Ailesiyle bile. Yani tam anlamıyla özgürlüğü elinden alınmış. Üstelik tüm bunları yapan çocuklarının babası. Mutlu bir yuva kurmak hayaliyle evlendiği adam. Boşanmak istiyor ama “Boşanırsan asla çocuklarını göremezsin” diyen bir adam var karşısında. Korkuyor…Siniyor…Ve bir gün her şeyi göze alarak bitiriyor yaşamını kabusa çeviren bu evliliği. İşte o günden sonra bambaşka bir hayat başlıyor onun için. Artık kendi deneyimlerinden yola çıkarak başka kadınların yoluna ışık tutuyor. Şiddetin bir suç olduğunu haykırıyor şimdi, sessizlikten doğan çaresizliği başka kadınlar yaşamasın diye…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Görücü usulü evlilik<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Liseyi bitirir bitirmez hemen evlenmiş Hülya Hanım. Üstelik görücü usulüyle. ‘Evliliğe, aile birliğine yüzde yüz inanıyordum’ diyor o günleri anlatmaya başlarken. Henüz ilk çocuğunu karnında taşırken ilk dayağını yiyeceğini bilmiyormuş elbette. Yani evliliğinin çok başlarında başlamış şiddet. Ama hep bir şans daha vermiş eşine düzeleceği ümidiyle. “Bütün kadınlar öyledir herhalde. Zannediyorsunuz ki düzelecek, bir daha olmayacak. Ama şunu net olarak söylüyorum ki, eğer bir kere olduysa mutlaka arkası geliyor.” Her defasında koşup ailesinin yanına sığınıyormuş. Eşi de gelip bin bir özürle, yalvar yakar bir daha olmayacak vaatleriyle alıp eve götürüyormuş onu tekrar. Hatta eşinin ailesi de devreye giriyor, garantiler, sözler veriliyormuş. Derken sonra yine şiddet, yine aynı şeyler…Bir genç kızın mutlu olma hayaliyle yaptığı evlilik tam bir kabusa dönüşmüş böylece. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">“Çocuklarını göstermem diyordu”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Önce oğlu gelmiş dünyaya. Ardından da kızı. Ama aileye katılan bu yeni konuklar da değiştirememiş annelerinin kaderini. Eşinin en büyük silahı çocuklar olmuş bu defa da. Hülya Hanım’ın nasıl çocuklarına düşkün bir anne olduğunu bildiği için, çocuk kozunu ona karşı kullanarak yıllarca sürdürmüş eziyetini. Bütün bu işkenceye katlanma sebebi çocuklarıymış yani. Az değil tam 20 yıl…“Boşanırsan çocuklarını asla göremezsin diye tehdit ediyordu beni. Avukata gitmek ne kelime boşanma lafını ağzıma alamıyordum. ‘Ölene kadar sürecek’ diyordu.” Bu arada Hülya Hanım evlendiği için gidemediği üniversite sınavlarına girmiş ve İşletme Bölümü’nü kazanmış. “Oğlum ilkokula gittiği sene üniversite sınavına girdim. İşletme’de okuyordum ama okumamı, kendimi geliştirmemi istemeyen bir adamla evliydim. İkinci sınıftayken bırakmak zorunda kaldım okulu. Kitaplarım, defterlerim yırtılıyordu ‘Ne yapacaksın okuyup’ diye.” Ama neyse ki, hiç bırakmadığı, onu yaşama bağlayan bir uğraşı varmış Hülya Hanım’ın: Resim. Yine eşinin tüm engellemelerine rağmen resim çalışmalarına devam ediyormuş kendi atölyesinde. İyi ki de ediyormuş. Yoksa nasıl baş ederdi tüm bu olup bitenlerle?<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Depresyon başlıyor<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Bu arada psikolojik yardım alma konusunda eşini ikna etmeye çalışmış ama nafile. “Yoğun bir depresyon geçiriyordum. En son ellerim öyle titremeye başlamıştı ki, çay, kahve içerken bile ellerim titriyordu. Sinirlerim çok zayıflamıştı. O zaman eşime ‘Tamam sen gelme ama en azından beni götür. İyi değilim’ dedim. Zorla ikna edebildim. Ama bir şartla kabul etti. ‘Sakın beni içeriye çağırma’ dedi. Ben devam ettim. Depresyonum yavaş yavaş hafifledi. Keşke o da devam edebilseydi. Sorunların çözebilirdi böylece.” O günden sonra kendisini iyice resim çalışmalarına vermiş Hülya Hanım. “Herkesin bir hobisi olmalı mutlaka. Ben çalışmak isteyip de potansiyelini kullanamayan, bütün gün eve kapatılmış biri olarak enerjimi dışarıya çıkartamadım. Yapmak istediğim her şeye engel olunuyordu. Bütün bu yaşadıklarım da beni depresyona itti.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">O sihirli cümle<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Yıllarca sürüp gitmiş bu işkence. Ta ki o sihirli cümleyi söyleyene kadar… “Çocuklarım büyümüştü artık. Kucağına alıp kaçıracağı çocuklar yoktu. İstedikleri zaman yanıma gelebilecek yaştaydılar. Ve benim canıma tak demişti. Bir gün dedim ki ona, ‘Vermezsen verme çocuklarımı. Ben de gider başkasıyla evlenirim’. Meğer sihirli cümle buymuş. O günden sonra bir daha çocuklarımı göstermemekle tehdit etmedi beni. Keşke daha önce söyleseymişim. Gerçi bu defa da ‘Seni öldürürüm, yaşatmam. Ben yapmam yaptırırım’ demeye başladı. Şiddet ayrı bir travma, boşanma ayrı. Mahkemeye çıkıyoruz, hakimi kandırmaya çalışıyor mahkemede. ‘Ben eşimi seviyorum, biz çok mutluyuz’ diyor. Her ne kadar çocuklara yansıtmamaya çalışsam da yansıyordu. Sağlıklı iki insanın ilişkisi değildi ki bizimki. Oğlum ilkokula başladığı sene boynumdaki morlukları, yüzümdeki çizikleri gören bir arkadaşımla birlikte avukata gittim. Haklarımı öğrenmeye.” <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-7LBSe9kcrXw/TwSryel5jgI/AAAAAAAAAUc/r9XRnjkwCdE/s1600/jjjjj.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://1.bp.blogspot.com/-7LBSe9kcrXw/TwSryel5jgI/AAAAAAAAAUc/r9XRnjkwCdE/s320/jjjjj.png" width="319" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Sonra da uzun yıllar sürecek zorlu boşanma süreci başlamış Hülya Hanım için. “İyi ki de o gün avukata gittim ve haklarımı öğrendim. O günden sonra her şey değişti. Bu evliliği çok daha önce bitirmem gerekirdi biliyorum ama çocuklarıma o kadar düşkünüm ki. Onları bir daha görememekten korktum.1996 yılında başladı boşanma mücadelem ve 2002 yılında boşanabildim. Ama boşandım sonunda.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Dernek çalışmaları<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Tüm bu zorluklarla baş etmeye çalışırken, isyanını, öfkesini, belki de atamadığı çığlıkları resimlerine yansıtıyormuş. Resim, Hülya Hanım için bir sığınaktan öte, onu ilerleten, dünya görüşünü değiştiren bir uğraş olmuş. O dönemde yaşadığı yoğun depresyon nedeniyle katıldığı bir terapi gurubu varmış aynı zamanda. O gurupta kendisiyle benzer sıkıntılar yaşayan insanlarla tanışmış ve onlarla birlikte atölyede resim çalışmaları ve birtakım etkinlikler gerçekleştiriyorlarmış. “Kendiliğinden bir kadın kulübü oluşmuştu. O kadınlarla biz birbirimize destek olduk. Herkes kendi bildiği şeyleri öğretti birbirine. Bireysel resim çalışmalarım da devam ediyordu, sergiler açıyordum. İşte dernek fikri de bu terapi gurubundan çıktı. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">PANDOST yani Panik Atak Dostları Derneği 1999 yılında kurulmuş. Hülya Kırımoğlu da kurucularından ve yönetim kurulu üyesi. Asıl derneğin kuruluş amacı panik atak hastalarına destek olmaksa da, onlar pek çok etkinliğin altına imza atıyorlar. “Burada uzman kadromuz var, herkes gönüllü çalışıyor. Her yıl çeşitli konularda bilgilendirme seminerleri yapıyoruz. Depresyon, panik atak, menopoz, kadın hakları, aklınıza gelebilecek pek çok konuda. Psikolojik desteğin yanı sıra uzmanlarımız haftanın belli günlerinde, belli saatleri bize ayırıyorlar. Burada danışmanlık hizmeti veriyorlar. Bütün bunlar ücretsiz yapılıyor. Ayrıca sanatsal faaliyetlere de yer veriliyor dernekte.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Şiddetsiz bir dünya için<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Hülya Hanım ayrıca PAN Kadın Kulübü başkanı. Özellikle şiddetle ilgili çalışmalara ağırlık veriyor ve şiddet konusunda insanları bilinçlendirmeye çalışıyor. Kendi yaşadıklarını başka kadınlar yaşamasın diye…”Hala şiddet gören kadınlar var ne yazık ki. Ben kadınlara diyorum ki yaşadıklarınızı anlatın, korkmayın. Siz konuşursanız karşı taraf geri çekilecek. Çünkü kendi yaşadığım örnek var ortada. Geçmişte benim sessizliğim karşı tarafı besledi, güçlendirdi. O dönem bunun farkında değildim. Şimdi farkındayım. Ben konuşunca artık geri çekilmeye başladı. Onun tehditlerinden korkmadığımı gösterdiğimde anladım ki, asıl korkak olan oymuş.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Yakın bir tarihte tüm bu yaşadıklarını bir kitapta anlatmayı planlıyor ve“Şiddet bir suçtur ve saklanmamalıdır” diyor Hülya Hanım altını çizerek. “Kocanızın size şiddet uygulamasıyla, sokaktan geçen birinin uygulaması arasında bir fark yok. O imza ona öyle bir hak vermiyor yani.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">“İlk tekmeyi yediğimde bitirmeliydim”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";"> “O kadar deneyimsizdim ki, ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece ağlıyordum. Her şey suçtu. Niye böyle durdun suç, niye öyle baktın suç. Yoldan geçen birinin bakması bile suçtu. Yürüyüşüm, bakışım, duruşum her şeyim suçtu. Arkadaşıma gidemiyor, istediğim zaman ailemi göremiyordum. Aptalca bir düşünce tarzıyla sürekli ‘yavrularım da yavrularım’ diyordum. Keşke şimdiki mücadelemi o zaman verebilseydim. Hamileyken o ilk tekmeyi yediğimde bitirmeliydim bu evliliği. Aflarına, özürlerine inanmamalıydım. Hamile bir kadına vuran bir insanın yirmi yılımı ziyan edeceğini bilmeliydim. Bir imza attıktan sonra bunları yaşayabileceğini hiç tahmin etmiyor insan. ” Belki de bu yüzden Hülya Hanım artık evlilik lafını duymak bile istemiyor. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">“Sadece huzur istiyorum”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">İki çocuk annesi olarak şimdi en büyük hayali sağlıklı bir toplumda yaşamak. “Ben yaşadığım tüm sıkıntılara rağmen kabuğuma çekilmedim. Hülya Kırımoğlu olarak iyi şeyler yapıyorum. Şiddet konusu artık benim bireysel savaşım haline geldi. ‘Aile içi şiddete son’ kampanyasının gönüllü lideriyim. Şiddet konusunda sürekli avukatlarla, psikologlarla çalışmalar yapıyoruz. Zor durumdaki kadınlar için Avrupa standartlarında sığınma evleri yapmak istiyoruz. Kadın eğer bir takım yerlere başvurduktan sonra bile eşi tarafından mağdur ediliyorsa, haklarını alamıyorsa devlet artık buna müdahale etmeli. Tıpkı yurt dışında olduğu gibi. Boşanan kadına devlet sahip çıkmalı. Ben şanslıydım ailem destek oldu. Muhtaç olup tekrar evlenmek zorunda kalmadım. Birçok kadın buna mecbur kalıyor ne yazık ki.” Peki ya kendiniz için ne istersiniz diye soruyoruz. Yanıt çok kısa ve net: ”Sadece huzur istiyorum. Herkes gibi özgürce yaşamak.”<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ağustos 2006</b></span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-42051497675015847272012-01-02T11:30:00.000-08:002012-01-02T12:42:49.327-08:00Dolunay Soysert<div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: x-large;"><b>Arka sıradaki küçük sarışın kız...</b></span> </div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-woia0mvhZZ0/TwICtZWKHfI/AAAAAAAAATU/KSzHSD-y69M/s1600/ytla%25C4%25B1a%25C4%25B1.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="191" src="http://1.bp.blogspot.com/-woia0mvhZZ0/TwICtZWKHfI/AAAAAAAAATU/KSzHSD-y69M/s200/ytla%25C4%25B1a%25C4%25B1.png" width="200" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“İlk Aşk” filmindeki sessiz, hüzünlü, başına gelen her şeyi derin bir sukunetle kabul eden Aysel; “Mavi Gözlü Dev” deki uğruna şiirler yazılan ama sonra terk edilen Piraye; “Bebeğim dizisindeki istediği çocuğa bir türlü kavuşamayan ve anne olma arzusuyla yanıp tutuşan Leyla… O hüzünlü yüzü ve içimize işleyen bakışlarıyla kederli kadınların, ayrılıklarını, acılarını, kaybedişlerini anlattı bize hep. Ama onunla karşılaşınca gördük ki, aslında neşe dolu, esprili, bıcır bıcır bir kadın Dolunay Soysert. O kadar yüksek bir enerjisi var ki, saatlerce anlatabilir hiç yorulmadan. Ve siz saatlerce dinleyebilirsiniz onu hiç sıkılmadan… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Baskın bir ağabey<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Ben genellikle çok hatırlanmayan bir çocuğum ailede” diyerek başlıyor Adana’da geçen çocukluğunu anlatmaya. “Çünkü çok baskın bir ağabey karakteri vardı. Benden bir buçuk yaş büyük ağabeyim, çok haşarı, çok hastalıklı, çok delişmen olduğu için ben <i>‘arkadaki küçük sarışın kız’</i> olarak kalmışım. Yedi yaşına geldiğimde de üçüncü kardeş geldi. O tamamen taleple ilgiliydi aslında. Biz iki kardeş çok sıkılmıştık, üçüncüyü istiyoruz dedik.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Kendinden yedi yaş küçük kardeşine anneden daha baskın bir ablalık yaptığı dönemler olduğunu da itiraf ediyor. Dört yaşına geldiğinde Adana’dan Ankara’ya taşınmış aile, müteahhit olan babanın işleri nedeniyle. Adana’da geçen o ilk dört yıldan anı olarak kalan çok fazla şey yok aslında belleğinde. Sadece küçük birkaç detay belki… “Küçük bir kilimimiz vardı, onu balkona serip üzerine oturur ve soyup soyup yediğimiz turunçgillerin kabuklarını dışarıya atardık.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Aşk çocuklarıyız…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Babasına aşık bir kız çocuğuymuş Soysert. Ama “Çocukluğumda sadece cumartesi pazarları görebildiğim bir babam vardı” diyor. “Çünkü hep işleri yüzünden başka şehirlere gitmek zorundaydı. Cuma akşamları babam gelirdi. O bir seramoniydi. Annem süslenirdi, güzel kıyafetler giyerdi, muhteşem bir sofra hazırlanırdı… Pazartesi günü babamızın gideceğini bildiğimizden Pazar akşamı yatağa gitmeden onunla vedalaşıp öyle yatardık. Çok uzun yıllar böyle idare ettik. Zaman ilerledikçe, yaşım ilerledikçe annemi inanılmaz takdir ediyorum. Yanında hiç kimse yoktu ve üç küçük çocukla, Adana’da yetişmiş genç bir kadın, Ankara’da yapayalnızdı.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Anne ve babasından bahsederken aklına gelen sihirli kelime ‘Aşk’ Soysert’in… Çünkü onlar hala birbirlerine aşık, el ele, göz göze dolaşan bir çiftmiş. “Annemle babam Bodrum’a taşındılar. Bir gün İstanbul’dan onları ziyarete gittim Bodrum’a. Ve ‘evet aşk diye bir şey var’ dediğim bir sahneyle karşılaştım. Kumsalda el ele yürüyorlardı gülerek… Deniz yakamozluydu ve o sırada altmışlarını yaşıyorlardı. Çok güzel bir görüntüydü… Çok güzel bir resimdi o, kolay edinilebilir bir şey değil. Yaşanmışlığın arkasından gelen o sakinlik, dinginlik, karar vermişlik ve mutluluk… O zaman evli değildim ve <i>‘Allahım, ne olur benim de böyle biri olsun hayatımda’ </i>dedim. Aile hayatınız karışıksa, biraz daha aşka, evliliğe uzak durabiliyorsunuz. Ama gerçekten aşk çocuklarıysanız, biraz da şansınız varsa birbirinizi buluyorsunuz bir yerlerde. Biz Sinan’la birbirimizi gördük ve bir hafta sonra dedik ki <i>‘Evet, galiba sensin’</i>. Sonra utandık birbirimizden acaba çok mu çabuk oldu diye ama… Her şey o kadar aynıydı ki! Bu durumda da zaman kaybetmenin hiç gereği yoktu.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Yıldız Kenter’in karşısında<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-9BEwWWnpepk/TwIDHg95s5I/AAAAAAAAATg/6HP8Uw1Qfh8/s1600/%25C3%25A7x%25C3%25A7x%25C3%25A7x.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/-9BEwWWnpepk/TwIDHg95s5I/AAAAAAAAATg/6HP8Uw1Qfh8/s320/%25C3%25A7x%25C3%25A7x%25C3%25A7x.png" width="185" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ankara’dan sonra İstanbul’a gelmişler ve Moda Koleji’nde okumuş Dolunay Soysert. O dönemler kendini tamamen kalemle, yazıyla ifade eden biri olduğunu söylüyor. Oyunculuk hiç aklında yokmuş o günlerde. Resim yapıyormuş ve akademi sınavlarına hazırlanıyormuş. Ama akademi sınavlarını kazanamamak büyük bir hayal kırıklığı yaratmış onda. “Eğer iyi bir öğrenciyseniz, hep istediğiniz şeyleri kazanıyorsanız ve pohpohlanmaya, alkışa alışıksanız büyük bir hayal kırıklığı oluyor. Yaptığım resimler hep iyi bulunuyordu çünkü, beğeniliyordu. Bir anda <i>‘yapamadım’ </i>la, <i>‘başaramadım</i>’la ilgili ilk tecrübemdi ve müthiş hırslandırdı bu beni.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Sonrasında bir gün gazeteyi açıp da konservatuvar giriş sınavlarının ilanını gördüğünü hatırlıyor. “Konservatuvar yarı zamanlıydı. Ben de o sırada Arkeoloji ve sanat tarihi bölümünde okuyordum üniversitede. ‘Tiyatro tarihini de öğreneyim, ne biçim bir altyapı oluşturur bende’ diye düşündüm. Ama sonra öğrendim ki, şiirle ve monologla giriliyor sınavlara. ‘Olsun yaparım’ dedim. Oturdum şiir ezberledim, monolog ezberledim.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Sınava girmiş girmesine ama Yıldız Kenter hissetmiş olacak ki tiyatroyu yeterince istemediğini uyarmış onu bu konuda. “Yaşın çok küçük daha ve sen ne istediğine henüz karar vermemişsin dedi Yıldız Kenter. Ama oradan çıkınca sihirli bir değnek dokundu sanki bana ve birden ne istediğime karar verdim. ‘Ben tiyatrocu olmak istiyorum’ dedim kendi kendime. Gerçekten sahne tozu diye bir şey varmış, büyülü bir yer sahne. Sahnedesiniz, herkes sizi seyrediyor, ağzınızdan çıkan her söz bir değer ifade etmeye başlıyor… Büyülendim ben… Ve o anda her şey tersine döndü.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Amerika serüveni<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bu sihirli dokunuştan sonra hayatının mesleğini bulduğuna inanmış artık Soysert. Akademinin sınavlarını kenara itmiş ve konservatuvara hazırlanmaya başlamış deliler gibi. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin sınavlarını kazanmış kazanmasına ama onun derdi hep Yıldız Kenter’in karşısına tekrar çıkmakmış. “Fakat MSM o kadar eğlenceli, eğitim o kadar kuvvetliydi ki, ben kalıyorum burada dedim”.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bundan sonra da Amerika serüveni başlıyor Soysert’in hayatında. Nebraska Üniversitesi’nde drama ve tiyatro okumak üzere Amerika’nın yolunu tutuyor. “Bugünkü Dolunay’ı oluşturan şeyler orada yaşadığım zorluklardır, çok insan tanımaktır. Çünkü farklı işlerde olmak, farklı şeyler yapmak zorunda kaldım.” Önce yaklaşık bir yıl boyunca New York, 36. caddede bir butikte müdürlük yapmış. Sonra bir İtalyan Restoranında ve bir Ermeni restoranında çalışmış. Hatta çocuk bakıcılığı ve düğün organizasyonu işlerinde bile çalışmış, Amerika’da kaldığı dört yıl boyunca. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bir yandan da okula devam ediyormuş. “Bütün bu işlerin mesleğimi bire bir bağladığını düşünüyorum. Hepsi lezzetle ilgili. Beğenmek ya da beğenmemek endeksli işler. Sonuçta lezzet arayışındaki insanlara hitap ediyorsunuz.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">“Bir gün tekrar Amerika’ya gideceğim”<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-c5heAU3WdHc/TwIDV5C15DI/AAAAAAAAATs/L4NPn3-3kNk/s1600/ytla%25C4%25B1f%25C5%259F.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="209" src="http://2.bp.blogspot.com/-c5heAU3WdHc/TwIDV5C15DI/AAAAAAAAATs/L4NPn3-3kNk/s320/ytla%25C4%25B1f%25C5%259F.png" width="320" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bu arada bir yaz tatilinde Türkiye’ye gelmiş ama tekrar Amerika’ya dönmek üzere. Tomris Giritlioğlu’yla karşılaşmışlar bir doğum gününde. ‘Hazır gelmişken seninle bir yazlık proje yapalım’ demiş Giritlioğlu, ve ‘Sultan Makamı’nın senaryosunu tutuşturmuş eline. Bu arada hala Amerika’ya dönmek niyetinde olduğu için oradaki evini kapatmamış henüz. Arkadaşlarının yanında kalıyormuş. “Uzun süre burada ev tutmadım. Sebebi de şuydu, ‘hayır yenik düşmeyeceğim’ diyordum kendi kendime. ‘Orada bir ideal belirledim, beş yıldır orada çabalıyorum şimdi her şeyi bırakacaksam niye gittim ki o zaman’ diyordum. Ama sonra yaş otuzu gördüğü zaman dedim ki kendi kendime, ‘Dolunay insanların evi vardır. Senin bir yatak odan olmalı, kitaplarını koyacağın rafların, yemek yapacağın bir mutfağın olmalı… Daha fazla arkadaşlarında kalamazsın”. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bu kararı verdikten sonra Amerika’ya gidip oradaki evini kapatmış ve İstanbul’dan bir ev tutmuş kendine. Küçük bir bavulla girmiş evine. Ama Amerika’daki macerasının son bulduğunu, artık gitmeyeceğini kabul etmemiş, hala da etmiyor. “Artık daha donanımlı olarak gidebilirim. Şimdi beş filmim var, oynamış olduğum pek çok dizi, oyun var, ödüllerim var. Profesyonel bir oyuncu olarak o hayata girebilme şansım var artık. Elimdeki malzeme biraz daha kuvvetlensin… Evrensel bir iş yapıyorum çünkü. Ve işimi dünyanın her yerinde yapmak, herkese ulaşmak istiyorum.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">“Siyam ikizi gibi olmak tehlikeli”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Söyleşinin sonuna doğru biraz da aşktan ve evlilikten bahsedelim istiyoruz. Evlilikte öncelikle ‘özgür alan’ meselesinin çok önemli olduğunu vurguluyor güzel sanatçı. “Oyun hamurları vardır hani. Ayrı ayrı çok güzeldir renkleri ama birbirine karıştırdığınızda çirkin bir renk çıkar ortaya. Birleşmek güzel bir şey ama kendi renginizi de korumanız lazım. Birbirinize müdahale etmeye ya da ‘sadece ben varım hayatında’ demeye başladığınızda zaten bireyliğinizi kaybedip aynı soyadı altında birleşmiş tek bir kişilik haline geliyorsunuz. Bu, siyam ikizliğini kabul ettiğinizin göstergesidir ve bizim işimiz için kabul edilebilir bir şey değil. Biz ayrı değerlendirilmesi gereken, ayrı duruşları olan iki insanız.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Mayıs 2007</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><span style="color: orange;">RÖPORTAJ NOTU:</span></b><b style="color: #444444;"> </b>Dolunay Soysert için söyleyebileceğim tek şey var; hayatta gördüğüm en doğal, en sıcak insanlardan biri. Röportaj boyunca, sanki samimi bir arkadaşımla söyleşiyormuşum hissi verdi bana. Hatta bir ara öyle derin mevzulara girdik ki; anlattıkları sonuna kadar 'off the record' kalacak bende...</span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-34783879115636627552012-01-02T10:59:00.000-08:002012-01-02T10:59:29.779-08:00Sinan Tuzcu<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 16.0pt;">“Yapamazsın dedikleri her şeyi yaptım hayatta”<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Ihlamurlar Altında dizisindeki Ömer rolüyle tanıdık onu. Ama Sinan Tuzcu 12 yıldır oyunculuk yapıyor ve bulunduğu yere gelebilmek için gerçekten çok çalışmış. Başka türlü başarılı olunabileceğine de inanmıyor zaten. Geçici ün, şöhret peşinde değil. Onun istediği, işini iyi yapıyor olmaktan dolayı 50 yıl sonra da hatırlanmak. Kalıcı olmanın peşinde yani… İşte bu yüzden kaliteli işlere imza atmaya, iyi projelerde yer almaya çalışıyor. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">"Nazım Hikmet okuyarak büyüdüm"<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/-7d8sSTiMYQ8/TwH9Nh7ObcI/AAAAAAAAASw/Ecg0fummkkM/s1600/kdkdkd.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://4.bp.blogspot.com/-7d8sSTiMYQ8/TwH9Nh7ObcI/AAAAAAAAASw/Ecg0fummkkM/s320/kdkdkd.jpg" width="213" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Gaziantep’te doğmuş, büyümüş Sinan Tuzcu. Annesi ve babası Antep’in önde gelen ailelerindenmiş. “Çok güzel bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor söze, o günleri biraz anlatmasını istediğimizde. “Antep bir kültür kentiydi o zamanlar. Müthiş eğlenceli bir çocukluktu. Dedem avukattı ve ‘Nev-i şahsına münhasır’ bir insandı. İnanılmaz bir kütüphanesi vardı. Kocaman bir kütüphaneyle büyümüş bir çocuğum ben. Hatta yasak olmasına rağmen Nazım Hikmet okuyarak, Aziz Nesin okuyarak büyüdüm.” Dokuz yaşından itibaren ailesiyle birlikte İstanbul’a gidip gelmeye başlamışlar, ardından da İstanbul’a taşınmışlar. Ama Antep’ten hiç kopmamış Tuzcu. Anneannesi, babaannesi, teyzeleri, halaları hala Antep’te yaşıyor.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Konservatuara geç başlamış<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Henüz dokuz yaşındayken Antep’te, Yıldız ve Müşfik Kenter’i sahnede seyrettiğinde onların enerjisine inanarak tiyatrocu olmaya karar vermiş Sinan Tuzcu. Ailesi de onun bu isteğine karşı çıkmamış aslında ama “Bir mesleğin olsun da, sen yine ne istiyorsan yap, bu senin hayatın’ demişler. O da gitmiş Bilkent Üniversitesi’nde turizm okumaya başlamış. Bu arada tiyatroyla da bağını hiç kesmemiş tabii. Bilkent’te tiyatro kulübünün başkanlığını yapmış, Ankara’da bir sanat atölyesi kurmuş. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Ve sonunda öyle bir noktaya gelmiş ki, ‘Artık benim konservatuar okumam lazım’ demiş kendi kendine. “Zaten hep oralarda gezindiğim için bütün konservatuar öğrencilerini tanıyordum. Bir gün Tilbe Saran sayesinde İstanbul’daki sınavlara girmeye karar verdim.” Ama bir engel varmış karşısında: Yaşı. “Yaşım büyüktü, 23 yaşındaydım. Nasıl yapacağım falan derken Kadıköy konservatuarda yaş sınırının olmadığını öğrendim, sınavlara girdim ama kazanamadım. Bu arada turizm okumaya da devam ediyordum. Tam ‘Olmayacak galiba’ derken Mimar Sinan konservatuarı kazandım, üstelik yaş sınırını da atladım orada, üstün yetenek kanunuyla kazandım ve üç senede bitirdim okulu.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Ver elini İngiltere...</span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-MjFm1axH0I4/TwH9WTanI8I/AAAAAAAAAS8/bHXGsywmDbE/s1600/8156_1.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/-MjFm1axH0I4/TwH9WTanI8I/AAAAAAAAAS8/bHXGsywmDbE/s320/8156_1.jpg" width="263" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Konservatuar biter bitmez de bu kez başka bir macera başlamış Sinan Tuzcu için. Londra yılları… Yine çok sevdiği hocası Tilbe Saran vasıtasıyla. “Aralıklarla altı ay kaldım Londra’da. Mehmet Ergen’le tanıştım. Aklınıza gelebilecek her işi yaptım. Tiyatrodaki bardan tutun da, temizlikçiliğe kadar… Bol bol oyun seyrettim, gruplarla tanıştım. Sonra öyle bir aşamaya geldim ki, artık bir karar vermek zorundaydım. Londra da mı kalacağım, Türkiye ye mi döneceğim? İşte bu noktada Mehmet Ergen’in kendi deneyimlerinden bana aktardıkları etkili oldu karar vermemde. Orada ne kadar başarılı, ne kadar iyi olursanız olun bir yere kadar gelirsiniz. Çünkü böyle kapalı bir sistem var. Eğer Cambridge mezunu değilseniz, eşcinsel değilseniz bir yere kadar yani… Bunu İngilizler söyler. Tiyatroda böyle bir yapı var. Bir yerden sonra sizi çok istemezler. Londra’da yaşayan birçok tiyatrocu ağabeyimizin de başına gelmiştir bu. Mehmet Ergen de on beş sen sonra Türkiye’ye dönüp burada çalışmaya başladı sonunda.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">Ihlamurlar Altında ile gelen şöhret<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Böylelikle Türkiye’ye dönmeye karar vermiş Tuzcu. Gelen teklifler de varmış zaten. Değerlendirdiği ilk teklif ise Ömer Vargı’nın yönettiği İnşaat filmi olmuş. “Sadece iki gün oyuncu olarak setteydim ama onun dışında yirmi yedi gün oradaydım. İnanılmaz bir okuldu benim için. Çok şey öğrendim Ömer Vargı’dan.” Daha sonra Eskişehir’de bir yıl çalışmış. Anadolu Üniversitesi’nin bünyesindeki Tiyatro Andaolu’da, Mehmet Ergen’in sahneye koyduğu bir Shakespeare oyununda rol almış konuk oyuncu olarak. “Ben çok şanslı bir insanım. Hep çok genç ve dinamik ekiplerle çalıştım ve çok şey öğrendim” diyor.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Teklifler gelmeye devam ediyormuş ama biraz beklemeyi tercih etmiş o. “Çünkü biraz korktuğum bir şeydi televizyon” diye açıklıyor bu durumu ve ekliyor: “Oluyorsa düzgün, iyi bir şey olsun dedim. Sonunda da Tomris Giritlioğlu beni kandırmayı başardı. Oynayacağım karakterin başrol olması değil, gerçek bir insan olması önemli benim için. O anlamda bizim senaryomuz çok iyiydi.” Böylece Ihlamurlar Altında dizisinde Ömer karakteriyle karşımıza çıktı Sinan Tuzcu. Çok da yerinde bir karar verdiğini düşünüyor şimdi. Yine çok şey öğrendiği insanlarla çalışıyor. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif";">"Dolunay'la yaşlanmak istiyorum..."<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-vJu8U33mPSY/TwH9egtiM_I/AAAAAAAAATI/CEOy-30Capo/s1600/2D7E9EE3925E9445806C15BCr.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-vJu8U33mPSY/TwH9egtiM_I/AAAAAAAAATI/CEOy-30Capo/s1600/2D7E9EE3925E9445806C15BCr.jpg" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Sinan Tuzcu’nun hayatında belki de bir dönüm noktası olan Ayşe Opereti’nden konuşmak istiyoruz biraz da. Gözleri ışıldıyor birden, sesinin tınısı değişiyor. “Gülriz Sururi gibi önemli bir tiyatrocuyu tanıdım orada. Bugün sokakta gördüğümde selam verebiliyorum, bu benim için çok önemli bir şey. Tiyatro seyrederek büyümüş bir oyuncu için Engin Cezzar, Gülriz Sururi tiyatrosunda çalışmak inanılmaz bir şey.” Gelelim asıl hikayeye… Sevdiği kadınla, şimdi eşi olan Dolunay Soysert’le de Ayşe Opereti’nde tanışmışlar. Aşkı çok iyi bilen ve yaşayan bir adamın ağzından dinleyelim isterseniz bu aşk hikayesini: “Birbirimizin adını duymuştuk, çok fazla ortak arkadaşımız var çünkü. Ama hiç karşılaşmamıştık. Çok merak ediyordum, Marliyn’i oynayan bir kadın… Ödül de almıştı üstelik. Karşılaştık. Önce iyi arkadaş olduk sanırım. İlk başta arkadaşlıkla başladı yani. Ama sonra ikimiz de fark ettik ki, aşık olmuşuz birbirimize. Altı ay içinde de evlendik. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Sevgiyi, aşkı çok önemseyen, sevgi dolu, çok düzgün evlilikler yaşayan ailelerde büyüdük biz. Çok şanslıyız ikimiz de. Gerçekten birbirini severek evlenmiş ve hala birbirlerine aşık ailelerin çocuklarıyız. Dolayısıyla doğru şey nedir hissedebildik galiba. Bu kadar hızlı olmasının sebebi bu… İlk başlarda evliliği hiç düşünmüyordum aslında, o da düşünmüyordu. Ama “evet budur” demekle ilgili sanırım. Evet, ben Dolunay’ın yaşlandığını görmek istiyorum, onunla birlikte yaşlanmak istiyorum dedim. Önümüzdeki örnekler çok iyiydi çünkü.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";"><span style="color: red;">"Evlenemezsin dediler, evlendim"</span><o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">İki sanatçının evliliği çok zor olur derler ya hani. Ama hiç de öyle düşünmüyor Tuzcu: “Beraber geçirdiğiniz zaman açısından zor, çünkü ikimiz de çok yoğun çalışıyoruz. Ama onun dışında bir zorluğunu görmedim. Özel alanlarımız var bizim evlilikte. Sessiz kalmayı biliyoruz, susmayı biliyoruz ki bu çok önemli bir şey. Kafası çok dolu, ben biraz sessiz olayım, kenara çekileyim, biraz kendisiyle barışsın sonra nasıl olsa öğrenirim derdini diyoruz. Sürekli birisine dokunarak yaşayamazsınız.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";">Son olarak en büyük hayalini de öğrenerek noktalıyoruz söyleşiyi: “ Bir tiyatro sahibi olmak istiyorum. 15-20 sene sonra, maddi manevi imkanlarım olursa bir tiyatrom olacak, ama ben içinde oyuncu olmayacağım. Macbeth’i sahneye koymak da en büyük hayalim. Ben çok istediğim şeyleri hep yaptım hayatta. Konservatuara giremezsin, 23 yaşındasın dediler, ben girdim. Hayatta bitiremezsin bu gidişle dediler, bitirdim. Londra’ya gidemezsin dediler, gittim. Evlenemezsin, çok zor yürür dediler, evlendim. İstediğim şeyleri çok çalışarak gerçekleştirdim hep.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif";"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Şubat 2007</b></span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-27094678641156566782012-01-01T10:25:00.000-08:002012-01-01T10:26:08.624-08:00Ahmet Ümit<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 16pt;">“Erkekler ormanı, kadınlar tek tek ormandaki ağaçları görür”</span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-1tLp9Nj7Cdk/TwCjZ9unR7I/AAAAAAAAASk/VZbFUB6iKmE/s1600/b8b34ce8-2cdb-43f8-820e-0fa887d82ca6.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="151" src="http://2.bp.blogspot.com/-1tLp9Nj7Cdk/TwCjZ9unR7I/AAAAAAAAASk/VZbFUB6iKmE/s200/b8b34ce8-2cdb-43f8-820e-0fa887d82ca6.jpg" width="200" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Çoktandır bizim de bir polisiye yazarımız var. Üstelik onun kitaplarını okurken sadece cinayetleri çözmekle kalmıyor, pek çok şey de öğreniyoruz. Ahmet Ümit, kitaplarının hazırlık aşamasında kendi deyimiyle “çok ağır bir elmas işçisi gibi” çalışıyor çünkü. Şimdilerde güzel bir heyecan yaşıyor ünlü yazar. “Sis ve Gece” adlı romanı sinemaya uyarlandı ve siz bu satırları okurken gösterime girmiş olacak. Yazar, filmi çok beğendiğini, içine sindiğini söylüyor. Aslında onun romanları televizyoncuların, sinemacıların oldukça ilgisini çekiyor. Çünkü okuyanlar bilir, adeta bir film izliyor duygusu uyandırır Ahmet Ümit’in romanları. Zaten sırayla “Bir Ses Böler Geceyi” ve “Kavim” de filme çekilecekmiş. “Ben giderek hem edebiyatçı hem sinemacı olmaya başlıyorum” diyor ünlü yazar. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Kötüler hep erkek<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ahmet Ümit’in kitaplarında hep erkekler kötü adam, cinayetleri onlar işliyor, kötülükleri onlar yapıyor. Kadınlar ise hep daha saf, daha temiz ve masum. Bunun nedenini sorduğumuzda önce gülüyor ve “İleride onu da yapacağım” diyor. Sonra neden kadınlara kötülüğü yakıştıramadığını anlatıyor bize: “Biraz erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz. Benim kadınlarla aram hep iyi olmuştur. Annem terziydi ve ben hep kızların arasında, el bebek gül bebek büyüdüm. Sonra sevgililerim de hep iyi insanlardı, büyük hayal kırıklıkları yaşatmadı kadınlar bana. Hep sevdim kadınları yani, bir kötülüklerini görmedim bugüne kadar.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Okurlarımın en az yarısı kadın<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Peki acaba Ahmet Ümit’in okurlarının ne kadarı kadın diyoruz, “En az yarısı” diye cevaplıyor ve ekliyor: “Beni kadınlar çok okur. Okurlarım kadın olsun erkek olsun öncelikle bana kitaplarımdan çok şey öğrendiklerini söylüyorlar. Romanların arkasındaki tarih bilgisi, ülkeye dair pek çok bilgi olduğunu, duygu olduğunu söylüyorlar. Belki de kadınları yakalayan şey bu duygu. Bir de kadınlar detaycıdır, benim kitaplarımda da detay çok önemlidir. Belki de oradan yakalıyorum kadınları. Erkek daha genel bakar, bu orman der… Ama kadın bakar, bu ceviz ağacı, bu ladin ağacı der… O ayrıntı zenginliği kadınları çekiyor olabilir.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Mart 2007</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><span style="color: orange;">RÖPORTAJ NOTU:</span></b><b style="color: #444444;"> </b>Ahmet Ümit'le bu röportajı Beyoğlu'nda Baraka'da yapmıştık... Röportajdan sonra bize kendi elleriyle çiğ köfte yaptı, mekanın sahibi Erdinç'le birlikte rakı masası hazırladı. Hayatımda yediğim en lezzetli çiğ köfteydi... Ahmet Ümit denilince aklıma düşen çiğ köftedir... ;))</span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-86176295408028251412012-01-01T10:10:00.000-08:002012-01-01T10:12:42.779-08:00Mehmet Yaşin<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">Lezzet duraklarının daimi yolcusu...<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-WjqolF3T1_4/TwChKk7PxtI/AAAAAAAAASM/jgMjEB_nNvk/s1600/lezzet-editorden-mehmetyasin-212x266.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/-WjqolF3T1_4/TwChKk7PxtI/AAAAAAAAASM/jgMjEB_nNvk/s1600/lezzet-editorden-mehmetyasin-212x266.jpg" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Gezgin, kaşif, lezzet avcısı, gurme, modern seyyah, günümüzün Evliya Çelebisi… Mehmet Yaşin’e ilk sorumuz, “Size ne diyelim?” oluyor… “Bir kere gurme demeyelim” diyor gülerek ve nedenini açıklıyor: “Aslında Türkiye’de çok az kişiye gurme diyelim. Çünkü gurmelik zor bir iş. Bu yeme içme işlerinin ciddi okulları var dünyada, bir defa oradan dört yıllık bir eğitim almak lazım. Sadece yemek yemek gurmelik değildir. Yemeğin malzemesini, bu malzemelerin nasıl yan yana geleceğini, yemek ekonomisini, teknolojisini iyi bilmek ve ondan sonra da yemek üzerine detaylı yorumlar yapabilmek gurmeliktir.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Yemek değil oyun<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Gurmelik konusuna açıklık getirdikten sonra geliyoruz gezginlik konusuna. “İlk başlarda bir maceraydı gezginlik, sonra bir keşif yolculuğuna dönüştü. Şu son aşamada da gezmekle yemeği birleştirdim. Ben dünyada ve Türkiye’de gittiğim hiçbir yerde asla sıradan yemekler yemem. O yörenin geleneksel, orijinal yemeklerinin tadına bakmak isterim. Bazen çok hoşuma gider o geleneksel yemekler, bazen ağır gelir yiyemem ama mutlaka iki çatal da olsa tadına bakarım.” Yemek yemek, ya da bir yemeğin tadına bakmak bir oyun aslında onun için. Keyifli bir oyun…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"> “Esas oyun yemek yemek değil, esas oyun karşınızdaki kişiyle birlikte yemek yerken sanki bir yarışmadaymışsınız gibi içindeki malzemeleri bulabilmek. Sen ‘içinde şu malzeme var’ dersin, o ‘hayır bu var’ der. Aranızda münakaşa çıkar, bunun üzerine şef çağrılır, ona sorulur. Kim doğru bildiyse ötekine, ‘bak ben sana demedim mi’ der.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Gurme turizmi<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-Tb76chawuyM/TwChSGX8NeI/AAAAAAAAASY/oZGvVndEaLg/s1600/462_2428b.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="http://1.bp.blogspot.com/-Tb76chawuyM/TwChSGX8NeI/AAAAAAAAASY/oZGvVndEaLg/s1600/462_2428b.jpg" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Mehmet Yaşin’in CNN Türk’te yaptığı “Yol Üstü Lezzet Durakları” adlı program kısa sürede kanalın en çok izlenen programlarından biri olmuş. Programın doğuş hikayesi ise şöyle: “Arkadaşlarım, dostlarım yola çıkmadan önce hep bana sorarlardı, ‘biz şuraya gidiyoruz, ne yiyelim, ne tavsiye edersin’ diye. Ben de sonunda dedim ki, o zaman bir program yapayım orada anlatayım, tek tek herkese anlatmak yerine. Şimdi Türkiye’de gezen insanlara nerede ne yiyeceklerini anlatan bir program yapıyoruz.” Bu defa da, programı kaçıranlar yine arayıp “Geçen hafta izleyemedik nereyi tanıttınız?” diye sormaya başlayınca, programda anlattıklarını kitapta toplamaya karar vermiş. “Bu programla birlikte doğan bir gurme turizmi var. İnsanlar benim sunduğum adreslerin peşinden gidip yemek yiyorlar. İyi mi ediyorum, yoksa insanları obez mi ediyorum bilmiyorum” diyor gülerek.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Kahramanlar kurgu, olaylar gerçek<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bütün Türkiye’deki lezzet duraklarını keşfettikten sonra, onları bölgelere ayırarak yedi bölgemiz için yedi ayrı kitap yayınlamayı düşünüyor Mehmet Yaşin. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ama hepsi bu kadar değil, onda proje çok. İşte onlardan bir kaçı: Yurt dışındaki guide (rehber) türü kitaplar basan bir yayıneviyle anlaşarak, Türkiye’ye gelen, Anadolu’yu gezmek isteyen yabancılar için İngilizce ve Almanca rehber kitaplar hazırlamak. Diğer projesi de yıllardır yeme içme üzerine okuduğu kitaplardaki hoşuna giden cümleleri, gazete notlarını, yemek tariflerini, anıları derleyip, kendi yorumlarını da katarak “Yeme içme üzerine altını çizdiklerim” başlıklı bir kitap hazırlamak. Son olarak da, bir roman kurgusu içinde bir ülkeyi anlatmak istiyor… Yarı roman yarı rehber bir kitap yani… Kahramanlar kurgu, ama kahramanların gittiği her yer, yediği her yemek, yaptığı her şey gerçek. Romanı o ülkede okuyorsunuz diyelim, bir bakıyorsunuz romandaki garson, kanlı canlı karşınızda… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Kasım 2007</b></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-27136156663693629002012-01-01T09:13:00.000-08:002012-01-01T09:13:28.129-08:00Şu Kadın-Erkek Meseleleri...<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">Kadınlar 40’ından sonra görünmez mi oluyor?<o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-V3BVvHtP3OU/TwCSps4Ju0I/AAAAAAAAARo/Bir7BfJ6PrY/s1600/Ads%25C4%25B1z33.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="250" src="http://3.bp.blogspot.com/-V3BVvHtP3OU/TwCSps4Ju0I/AAAAAAAAARo/Bir7BfJ6PrY/s320/Ads%25C4%25B1z33.png" width="320" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Otobüste koskoca çantayı kaldırıp, koltuğumun üstündeki bölmeye yerleştirmeye çalışıyordum. Ama o kadar ağırdı ki, dakikalarca uğraştığım halde bir türlü beceremedim. Terden sırılsıklam oldum ve belime ağrı girdi. Bir an görünmez olduğumu düşündüm. Çünkü otobüsteki erkeklerden hiç biri bana yardım etmiyordu. Ama o sırada benimkinin yarısı kadar bile olmayan küçücük bir çantayı yukarı kaldırmaya çalışan, 20’li yaşlarda, sarışın, güzel bir kıza yardım etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. ‘Acaba çok mu antipatik görünüyorum’ diye düşündüm, ya da çok mu kuvvetli?”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">“Yaşına göre çok iyisin”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bir yolculuk sırasında başından geçenleri böyle anlatıyor Banu. 45 yaşında, kumral, uzun boylu, güzel ve alımlı bir kadın. “Yaşına göre çok iyi” görünen kadınlardan yani… Bu cümleyi tırnak içine almamızın sebebi; 40 yaşını, hatta 30 yaşını aşmış pek çok kadının erkeklerden iltifat niyetine duymaya alıştığı, ama biz kadınların tüylerini diken diken eden bir tanımlama olması. Çok daha fenası da var tabii: “Cami yıkılmış ama mihrabı yerinde”… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Kadınlar özellikle 40’lı yaşlardan itibaren erkeklerin nezdinde yavaş yavaş prim kaybediyorlar. 30 yaşına kadar kadınların yanında olan doğa, 30’undan sonra erkeklerin tarafına geçiyor. Yavaşlayan metabolizma, çekim kanununa karşı koyamayan göğüsler, göz atlarındaki torbalar ve kırışıklıklar, canlılığını ve parlaklığını kaybetmeye başlayan cilt, içine girilemeyen eski kıyafetler… Bir de şu “çıtır kızlar” meselesi var tabii… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Günlük küçük mutluluklar<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-7F2hZO6DpkI/TwCS6JxWphI/AAAAAAAAAR0/lvhpFkMs4mQ/s1600/sketchbook-p23.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://1.bp.blogspot.com/-7F2hZO6DpkI/TwCS6JxWphI/AAAAAAAAAR0/lvhpFkMs4mQ/s320/sketchbook-p23.jpg" width="233" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Etrafımdaki yaşıtım erkeklerin çoğu evli, geriye kalanlar da “çıtır kızlar”ın peşinde.” diye yakınıyor Banu. Haksız da sayılmaz hani. 40’lı yaşlardaki erkeklerin çoğu kendi yaşıtı kadınları bir tarafa bırakmış, çok daha genç olanlarla ilgileniyorlar. Erkeklerin bu konuda kendilerini savunmak için farklı açıklamaları var tabii! Kimisi içindeki çocuktan dem vuruyor, kimisi yüksek libidosundan…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Erkeklerin beyninde kadınlar genellikle küçük bir ‘av’ olarak algılanıyorlar. Gizli küçük heyecanlar, küçük oyunlar, göz flörtleri, iltifatlar… Burada sözünü ettiğimiz bir ilişki ya da yasak aşk yaşamak değil… Biz kadınlar yaşadığımız ilişkiden memnun olsak da, günlük hayatımıza biraz neşe ve küçücük mutluluklar kattığı için severiz bu tarz flörtleri. Yani beğenildiğimizin erkekler tarafından hissettirilmesini… Sadece akıllı ve yetenekli olmakla kalmayıp aynı zamanda çekici olduğunu, erkeklerin ilgisini fazlasıyla üzerine çektiğini bilmek hangi kadını mutlu etmez ki?<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ama birden, bugüne kadar sabahları güneşin doğması kadar normal olan bir şey eksiliyor yaşamınızdan, düşünsenize. Bu küçücük mutluluklar elinizden alınıyor… Bu durumda insanın moralinin bozulması da son derece normal değil mi? <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Nesillerini devam ettirme içgüdüsü<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ve 40’lı yaşlarla beraber kadınlar birden acı bir gerçekle karşı karşıya kalıyorlar. Bu çok özel çekiciliğin ve doğanın bize verdiği avantajın önemli bir şarta bağlanmış olduğunu fark ediyorlar: Gençlik… Gençlik erkeklerde üreyebilmeyi çağrıştırıyor. Aynı zamanda erkeklerin böyle erotik tepki vermelerinin nedenini de açıklıyor: Nesillerini devam ettirme içgüdüsü… Evet, belki 40’lı yaşların sonlarına yaklaşan kadınlar için, bu üremeye katkıda bulunmak pek mümkün olmayabilir. Ama öte yandan bu yaşların hiç de azımsanmayacak başka avantajları yok mu? Üstelik öyle az buz da değil… Kadınlar 40’lı yaşlarda daha özgüven sahibi, bağımsız ve özgür olurlar. Karşısına çıkan erkeklerde yakışıklılık değil, çok daha önemli özellikler aramaya başlarlar. Aşktan çok yakınlığın, anlayışın, içtenliğin ve paylaşımın önemli olduğu ilişkiler yaşamak isterler. Bu arada aşka da itirazları olmaz elbette. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Taklit değil gerçek...<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-kAs-CyQkpB8/TwCTBQHFlYI/AAAAAAAAASA/-UJuDRWGOwI/s1600/34nfvyd.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://1.bp.blogspot.com/-kAs-CyQkpB8/TwCTBQHFlYI/AAAAAAAAASA/-UJuDRWGOwI/s320/34nfvyd.jpg" width="240" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Kadınlar asıl 40’ından sonra cinselliğin tadına varıyor, bedenlerini tanıyor ve özgürce yaşıyorlar. Ve bu en verimli dönemlerinde de erkekler tarafından görmezlikten geliniyorlar. Haksızlık değil mi bu şimdi? Ama biliyoruz ki, kendine güvenen, ne istediğini, daha da önemlisi ne istemediğini bilen, yaşamda yolunu seçmiş ve o yolda güvenle ilerleyen, güçlü bir kadınla beraber olmak biraz da cesaret ister. Onun yerine en bebek sesiyle şımararak “Aşkım ne kadar çok şey biliyorsun, hayranım sana!” diyecek, ama bu arada erkeğe her istediğini de yaptıracak ‘küçük kadınlar’ı tercih ediyor erkekler. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">40’lı yaşlardaki bir kadın, birlikte olduğu erkeğe sürekli hayranlığını dile getirmez belki ama onunla fikirlerini ve tecrübelerini paylaşır, eşit ve özgür bir ilişki talep eder ve yatakta orgazm taklidi yapmasına gerek kalmayacak kadar doyumlu bir cinsellik yaşar… Zaten orgazm taklidi yapacağı bir erkekle de beraber olmaz. Evet, kadınlar cephesinden durum budur!<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Ağustos 2007</b></span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-36413751979629163042012-01-01T08:18:00.000-08:002012-01-01T08:18:50.636-08:00Tamer Karadağlı<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 16.0pt;">"Beni kahramansı rollerde görmek istiyorlar"</span></b></div><div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; font-size: 16.0pt;"><br />
</span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/-ze-HKRJtNt0/TwCFSRy0x6I/AAAAAAAAAQs/LyN2LUzOKWw/s1600/Ads%25C4%25B1z.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="144" src="http://1.bp.blogspot.com/-ze-HKRJtNt0/TwCFSRy0x6I/AAAAAAAAAQs/LyN2LUzOKWw/s200/Ads%25C4%25B1z.png" width="200" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">İtiraf edelim, biz çok farklı bir Tamer Karadağlı bekliyorduk karşımızda. Biraz asabi, azıcık gergin, fazlaca ukala, tek kaşı havada bir Tamer Karadağlı… Ama karşımızdaki adam röportaja geç kaldığı için biraz mahcup ama neşeli, oldukça nazik ve olabildiğince açık sözlüydü. Seveni kadar sevmeyeni de bol bir adam olan Tamer Karadağlı, yaşam yolculuğunda payına düşenleri anlattı…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Ankara’dan Amerika’ya<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">“Ankara’da doğdum. Annem ve babamla birlikte Amerika’ya gittiğimizde çok küçüktüm. Sonra 1975 yılında tekrar Türkiye’ye döndük, sekiz yaşındaydım. TED Ankara Koleji’ne başladım ama uyum zorluğu çekiyordum. Çünkü Amerika’da boyalarla, oyunlarla okula giderken; birden Türkiye’deki sıkı eğitim, kısa saçlar, formalar falan zor geldi. Uzun sarı saçlarım vardı, onlar kesildi, çok şaşırmıştım. Lisede tekrar ‘Ben Amerika’ya gideceğim’ diye tutturdum ve gittim de. Ama bu defa da Türkiye’yi özledim.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Karadağlı’nın sahneyle ilk tanışması kolej yıllarına dayanıyor. Kolejin tiyatro bölümüne girmiş ama “Tiyatroyu çok sevdiğimden değil, derslerden kaytarmak” için diye itiraf ediyor. Giriş sebebi bu olsa da sonra bir bakmış ki gerçekten tiyatrodan hoşlanmaya başlamış. Asıl onun gönlünde yatan aslan sinemaymış ama. “Annem sinemayı çok severdi ve biz birlikte çok sık sinemaya giderdik. Okulu sadece sinemaya gitmek için asardım o zamanlar.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">O yıllarda onu çok etkileyen bir film var mıydı diye soruyoruz ve mutlu sonla biten bir hikayeyle yanıtlıyor sorumuzu: “Ortaokuldayken ‘Konvoy’ diye bir filme gitmiştim. Kris Kristofferson oynuyordu. O filmi seyrettikten sonra tır şoförü olmaya karar verdim. Sonra her gittiğim filmde yok ‘ben polis olayım’, yok ‘pilot olayım’ derken sonunda baktım ki hepsi olamayacağım, ‘en iyisi ben oyuncu olayım’ dedim. Oyuncu olursam hepsini oynarım çünkü.‘Konvoy’ filmini seyrettiğim gün, ‘ben Kris Kristofferson ile mutlaka bir gün tanışacağım’ dedim ve on yedi yaşında Amerika ya gittiğimde onunla tanıştım, hatta arkadaş oldum. O filmde boynuna taktığı kolye şimdi bende.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Çok iyi bir babayım<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-3-lIqEpYtqQ/TwCGJq1wYiI/AAAAAAAAARE/XnkRQdh9r4A/s1600/hfkdkdkdk.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://2.bp.blogspot.com/-3-lIqEpYtqQ/TwCGJq1wYiI/AAAAAAAAARE/XnkRQdh9r4A/s320/hfkdkdkdk.png" width="279" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Tamer Karadağlı işte o günden sonra, yani hayran olduğu oyuncuyla tanışıp onun kolyesini boynunda taşımaya başladıktan sonra insanın isteyip de yapamayacağı hiç bir şey olmadığına inanmış. Oyuncu olmaya karar vermiş ve oyuncunun olmanın yolunun da konservatuvardan geçtiğini anlamış. Ve Bilkent Üniversitesi tiyatro bölümünü burslu olarak kazanmış. Bir yandan okula giderken öbür yandan Amerikan Kültür Derneği’nde İngilizce hocalığı yapıyormuş. İngilizce demişken Tamer Karadağlı’nın sekiz ayrı aksanla İngilizce konuşuyor olması bir şehir efsanesi değil gerçekmiş, onu da öğreniyoruz. “Evet, doğru çünkü daha Türkçeyi doğru dürüst öğrenmeden İngilizceyi öğrendim ben. Sonra da aksanları çözmeye başladım. Önceleri bu kadar değişik aksanla İngilizce konuşmanın bana ne yararı olacak ki diye düşünüyordum ama ne olacağı hiç belli olmuyor hayatta. Günün birinde Amerika’da bir film çektim ve bu filmde bir Teksaslıyı oynadım. Ve tabii ki Teksas aksanıyla İngilizce konuştum.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Konservatuvar birinci sınıfa giderken seslendirme yapmaya da başlamış ünlü sanatçı. İşte eşi Arzu Balkan’la tanışmaları da o döneme denk geliyor. “Ben seslendirmeye başladığımda Arzu neredeyse on beş yıldır seslendirme yapıyordu ve çok tecrübeliydi. Ben biri iki kere takılıp dilim sürçtüğünde oflayıp pufluyordu. ‘İki kelimeyi bir araya getirip konuşamıyorlar’ deyince acayip sinirlenmiştim. Ben bir iki cümle söylüyordum sadece ama o başrolü seslendiriyordu. Bizim böyle başladı tanışıklığımız. Sonra ahbap olduk, sonra arkadaş, sonra da dost. Biz bütün o evreleri geçirdik yani.” Ve bu dostluk evliliğe kadar uzanıyor işte. Nasıl bir sevgiliydiniz, şimdi nasıl bir eşsiniz sorusunu, ‘Bilmiyorum bunu Arzu’ya sormak lazım’ diye geçiştirse de, ‘Nasıl bir babasınız?’ sorusuna coşkuyla yanıt veriyor hemen: “Çok iyi bir baba olduğuma inanıyorum. Bunca yıldır baba rolleri oynuyorum ama insanın çocuğu olunca duyguları gerçekten değişiyor. Eğer ben, Çocuklar Duymasın’ı, Yağmur Zamanı’nı baba olduktan sonra oynasaydım daha farklı yorumlardım. O zaman 35 değil 55 rayting bile alabilirdim.” Kızı Zeyno uyurken yanına gidip nefes alıp almadığını kontrol eden bir baba olmuş Karadağlı. “Bana söylemişlerdi öyle yapılıyor diye ama ‘yok canım daha neler’ demiştim. Doğruymuş meğer. Canınızın çünkü o, canınızın canı.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Çamur at, izi kalsın<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Okuldan mezun olur olmaz TRT’de yayınlanan ‘Ferhunde Hanımlar’ dizisinde oynamaya başlamış. Türk halkı Tamer Karadağlı’yı tam 1200 bölüm süren bu diziyle tanıdı ve sevdi aslında. ‘Ferhunde Hanımlar’dizisi bittikten 15 gün sonra da İstanbul’a gelmiş ünlü sanatçı. Sonrasını hepimiz biliyoruz… Şaşıfelek Çıkmazı, Çocuklar Duymasın, Yağmur Zamanı…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Gelelim Karadağlı’nın yurt dışı maceralarına ve sinemaya. Öyle ya bir dönem ortalıktan kayboldu, Amerika’ya gitti. O gitti ama söylentiler bitmedi. Pek çok şey yazıldı, çizildi ama biz işin aslını ondan dinleyelim en iyisi: “Üç tane film çektim. İlki ‘Bir Tutam Baharat’. Başak Köklükaya ile birlikte oynadık. Ne yazık ki, dağıtımcı firma ile ilgili bir sorun nedeniyle Türkiye’de gösterilmedi ama on milyonluk Yunanistan’da dört buçuk milyon kişi izledi. Çok keyifle çalıştığım bir projeydi o. <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-doaFwj3zOKg/TwCGZ1SnOsI/AAAAAAAAARQ/cUWORM2gNQs/s1600/hfkffk.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://2.bp.blogspot.com/-doaFwj3zOKg/TwCGZ1SnOsI/AAAAAAAAARQ/cUWORM2gNQs/s320/hfkffk.png" width="215" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Ardından ‘Beyza’nın Kadınları’nda oynadım.” Arkasından da ‘Living and Dying’ adlı bir aksiyon-polisiye filminde Ducca isimli bir Amerikalı karakteri canlandırmış. Bu filmde Karadağlı’ya Michael Madson, Edward Furlong, Arnold Vosloo gibi yabancı oyuncular eşlik etmiş.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;"> “Ben yurtdışında yaptığım şeyleri anlatırken korkuyorum aslında” diyor sözün burasında. “Hiçbir başarı cezasız kalmaz diye bir laf vardır. Yarın birisi çıksa Türkiye’den ve Oscar alsa biz Oscar’ın da değerini küçültürüz. ‘Oscar’ı da herkese veriyorlar’ deriz. Bu korkutucu bir şey! Başarıyı takdir etmiyoruz, ama başarısızlıktan çok büyük keyif alıyoruz. Her yaptığınız çok başarılı olmayabilir ama siz yolunuza devam edersiniz, o yüzden kutup yıldızı gibi olmalısınız. Kendi iç sesinize kulak verip o yolda ilerlemelisiniz. İnsan bu yolculuk içinde çok şey yaşayacaktır. Bana Amerika da film çekmek o kadar kolay mı dediler. Daha film çekilmeden iyi bir film değil, üçüncü sınıf film dediler. Ben bu kadarını yaptım ne olur sen daha iyisini yap bana örnek ol. Gündeme gelmenin iki yolu vardır: Ya başarınızla gündeme gelirsiniz ya da başarılı olan birine çamur atarak. İşte Türkiye’de ikincisi işliyor ne yazık ki. </span><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şöhreti, parayı, sevgiyi bu ülkede kazandım ben ve bu ülke için yapacağım daha çok şey var. Bana laf eden birileri oldu diye, ilk virajda arabadan atlayamam."</span></div><div class="MsoNormal"><b><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;"><o:p></o:p></span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Polis, asker, komutan…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: "Arial","sans-serif"; mso-bidi-font-size: 16.0pt;">Tamer Karadağlı genellikle sert rollerde çıkıyor karşımıza. Biraz maço, sert, duygularını pek belli etmeyen, güçlü erkekleri oynuyor. Onu çok daha farklı rollerde göremeyecek miyiz acaba? Meğer o bu konuda ciddi araştırmalar yaptırıyormuş. “Aslında oynadığım karakterlerin hepsi birbirinden farklı karakterler. Bir de kendi tercihiniz dışında insanların sizi koyduğu yer de önemli. Ben kendimle ilgili bir araştırma yaptırdım bu konuda, yani ‘ben nasıl algılanıyorum acaba’ diye. Başarılı olmam için bir yol haritası çizmem gerekiyordu ve hep düşünerek hareket ettim bugüne kadar. İnsanlar beni daha kahramansı rollerde görmek istiyorlar, polisiye bir dizide mesela. Ama kötü adamı değil polisi, askeri oynamamı istiyorlar. Şöyle bir soru soruldu o araştırmada: Tamer Karadağlı oyuncu olmasaydı ne olurdu? Komutan olurdu, asker olurdu, lider olurdu gibi cevaplar geldi. Böyle bir konumlandırma yapmışlar kafalarında. Sonuçta bu sizin ekrandaki görüntünüzün etkisidir, demek ki hakim rollerde görmek istiyorlar beni, zayıf rollerde görmek istemiyorlar. Ama tabii sadece buna göre hareket etmek istemiyorum, yarın öyle bir rol gelir ki, beni heyecanlandırır.” Bu ankette başka komik sorular da var. Örneğin Tamer Karadağlı araba olsa ne olurdu? Yanıtlar şöyle: Tır, kamyon, tank…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Mart 2007</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><span style="color: orange;"><b>RÖPORTAJ NOTU:</b></span> Tamer Karadağlı'yla bu röportajı yaptığım günü unutmam mümkün değil... Çünkü doğum günümdü ve ben pek de sempati duymadığım hatta sinir olduğum biriyle röportaj yapacaktım! Bunun nasıl bir ceza olduğunu düşünürken, röportaj saatinin bir hayli geçtiğini fark ettim. Karadağlı ortada yoktu, telefon ettim hemen. Röportajı unuttuğunu söyledi. Ben, "Tamam o zaman iptal edelim" deyince de "Hayır lütfen iptal etmeyin, hemen çıkıyorum evden, yarım saat sonra oradayım" diyerek defalarca özür diledi. Kaderime çaresizce lanetler okuyarak beklemeye devam ettim... Yarım saat sonra kapıdan içeriye inanılmaz bir neşeyle girdi, tekrar tekrar özür diledi... Ve doğum günüm olduğunu öğrenince çaktırmadan nasıl yaptıysa, masaya küçük bir tek mumlu pasta getirterek beni şaşırtmayı başardı... Nereden bakarsanız enteresan bir doğum günü olmuştu benim için... ;)) </span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-7167898655520941672.post-20300858397363166782012-01-01T07:19:00.000-08:002012-01-01T07:22:55.505-08:00Çağla Kubat<div class="MsoNormal"><b><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif; font-size: 14pt;">"Rüzgarı, denizi ve hızı seviyorum..."</span></b></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"></div><div class="MsoNormal"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-CcZvhzpI4dU/TwB59pRURWI/AAAAAAAAAQg/eC8O3BC0II0/s1600/%25C3%25B6f%25C3%25B6d%25C3%25B6dd%25C3%25B6d%25C3%25B6.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://3.bp.blogspot.com/-CcZvhzpI4dU/TwB59pRURWI/AAAAAAAAAQg/eC8O3BC0II0/s1600/%25C3%25B6f%25C3%25B6d%25C3%25B6dd%25C3%25B6d%25C3%25B6.png" /></a></div><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Çağla Kubat deyince ilk ne geliyor aklınıza? Onu, “Hani şu sörfçü kız” diye bilenlerden misiniz, “Manken ama diğer mankenlere hiç benzemiyor, çok farklı bir çizgisi var” diyenlerden mi? Yoksa ilk kez “Sağır Oda” adlı dizide, Duruşah Kırımlı olarak mı görüp beğendiniz onu. Belki sporcu oluşundandır, belki hep kaliteli işlerde yer almasından; Çağla Kubat deyince kimsenin aklına olumsuz bir cümle, kötü bir fotoğraf gelmemesi… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Hep babasını özlemiş<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">1979 Ankara doğumlu Çağla Kubat. Ama Ankaralı değil, İstanbullu. Ankara’daki anneanne ziyarete gidildiğinde beklenen tarihten iki ay önce yani yedi aylık dünyaya geliverdiği için doğum yerinde Ankara yazıyor. İTÜ mezunu profesör bir anneyle, inşaat mühendisi bir babanın tek çocuğu… Babası çoğunlukla yurt dışında çalıştığı için çocukluğu hep babasını özleyerek geçmiş. Annesinin tercihiyle İtalyan Lisesi’nde okumuş Çağla Kubat. Ama bundan öylesine memnun ki! Bakın niye:<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“İtalyan sistemi biraz daha rahat, Alman ya da Fransız eğitim sistemine göre. Biz doğru düzgün forma giymezdik mesela, öyle çok katı kurallar yoktu. Sanat dersleri yoğunluktaydı. Derslerde saatlerce konuşur tartışırdık. İtalyan Edebiyatı dersinde, bir taraftan kahve dağıtılır ve İtalyan Edebiyatı anlatılırdı. Hem disiplini sağlayıp hem de dersleri sıkıcılıktan uzaklaştırıp güzel bir hale sokmaları önemliydi tabii.” İşte böyle anlatıyor güzel geçen lise yıllarını… Bu kadar keyifli bir öğrencilik yaşadığı için belki de, okulu birincilikle bitirmiş Çağla Kubat. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Spora ilgi aileden<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Sıra üniversiteye yani meslek seçimine gelince, matematik, fizik gibi dersleri çok sevdiği için tercihi mühendislikten yana olmuş. İTÜ mühendislik fakültesinde okurken bir yandan da spor yapmaya devam ediyormuş. Ama sporun hayatına girmesi ta ilkokul günlerine dayanıyor: “İlk olarak yüzmeyle başladım. Enka’nın yüzücüsüydüm hatta milli takıma almak istemişlerdi o dönem. Ailem spora çok yatkın bir aileydi. Annemle her Pazar gider tenis oynar, yüzerdik. Babamın evde olduğu dönemlerde her Pazar basket oynardık birlikte. Ortaokulda ve lise birde Galatasaray’ın yıldız basket takımındaydım. Babam eski sutopçu zaten, ODTÜ takımındaymış. Bizim ailece eğlence anlayışımız spor yapmaktı yani.” <o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/-wUr8BRb_ysA/TwB3wAtscUI/AAAAAAAAAP8/HBLRA-ZEWzc/s1600/Ads%25C4%25B1z.png" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="320" src="http://3.bp.blogspot.com/-wUr8BRb_ysA/TwB3wAtscUI/AAAAAAAAAP8/HBLRA-ZEWzc/s320/Ads%25C4%25B1z.png" width="181" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Sörfe başlaması ise 15-16 yaşlarına denk geliyor. Bir gün bir İspanya seyahati sırasında arkadaş oldukları insanlar Türkiye’de Alaçatı’da sörf yaptıklarından bahsedince, böyle şeylere çok meraklı olan annesi hemen işin peşine düşmüş. Kızını da yanına katarak tabii…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Kaderini değiştiren kavuncu <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“Bizim Çeşme’de yazlığımız vardı, yazları gidiyorduk ama Alaçatı bir köydü o zamanlar. Meğer Alman bir adam orayı keşfetmiş ve sörf okulu açmış. Ama hep yabancılar geliyor. Biz de gittik Alaçatı’ya aradık aradık ama öyle bir yerden kimsenin haberi yok. Son olarak bir kavuncu vardı ona sorayım bari dedim. ‘Abla ben sörf mörf bilmem ama kelebek melebek rengarenk bir şeyler var şurada’ diyerek tarif etti bize yolu. O kavuncu benim kaderimi değiştirdi yani.” Ve böylece ilk kez orada başlamış sörf yapmaya Çağla Kubat. Bir daha da vazgeçmemiş zaten. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">1999 yılında İstanbul Yelken Kulübü’ne girmiş lisanslı sporcu olarak. Ardından da Fenerbahçe Kulubü’ne. Biraz anlatmasını istiyoruz, denizin üstünde rüzgarla ve dalgalarla yarışmanın nasıl bir duygu olduğunu. Gözleri parlayarak anlatıyor bize hayattaki en büyük tutkusunu: “Denizin içinde olmak çok hoşuma gidiyor bir kere, denizi çok seviyorum, hızı çok seviyorum… Doğanın bu ikilisi çok önemli: Rüzgar ve deniz… Çok değişkendir ikisi de, sizi korkutabilir. Asla güvenemezsiniz, her an her şey olabilir. Hep bir korku var, o korku da orada beni canlı tutuyor. Doğaya karşı gelemezsiniz ama onunla savaşıyorsunuz en azından.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Köpek balıklarıyla… <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Biz onunla röportaj yaptığımız günlerde henüz gelmişti Fransa’daki yarıştan. Sonuç onu pek memnun etmemiş ne yazık ki! “Kötü geçti” diyor açık açık. “Hep bir yükselişteydim, en son dünya dördüncülüğü almıştım Türkiye’deki yarışta ve beşinci sıraya oturmuştum. Ama bu yarışta onuncu oldum. Biraz da konsantrasyonum bölünmesinden kaynaklanıyor. Çünkü eylül ayında yeni diziye başladım. Normalde eğer yurt dışındaki bir yarışa gidecekseniz önceden gidip oranın denizini, rüzgarını tanımak, hangi malzemeyle çıkacağınızı önceden tespit etmek gerekir. Benim çekimim sabah altıda bitti, uçağa bindim gittim ve hiç uyumadan yarışa girdim.” Bunca yıldır rüzgar sörfü yapıyor, peki hiç büyük bir tehlike atlatmış mı acaba diye merak ediyor insan. “Çok sürüklendim, balıkçı tekneleri getirdi. İstanbul’da garip bir akıntı oluyor bazen, karaya dönemiyorsunuz. Bu yıl kafama board geldi, dikiş atıldı. Zaman zaman böyle şeyler oluyor ama ciddi bir tehlike yaşamadım. Yalnız, İspanya’daki yarışta biraz korktum. Çünkü yarış Kanarya Adaları’ndaki okyanustaydı ve okyanusta çok köpek balığı olduğunu söylediler. İlk başta koktum biraz ama sonra geçti korkum.”<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Güzellik yarışması<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Şimdi spordan biraz uzaklaşıp daha renkli bir dünyaya gelelim. Mankenliğe, televizyona ve oyunculuğa nasıl adım attığını anlatmasını isteyelim biraz da. Ama önce onu bu renkli dünyaya kazandıran güzellik yarışmasından başlayalım… “Makine mühendisliğinde okurken Neşe Erberk ajansa yazıldım. Amacım artık kendi paramı kazanmaktı. Neşe Erberk güzellik yarışmasına katılmam konusunda çok ısrar etti ama bizim ailede öncelikli olan şey eğitimdir. Bizim için önce eğitim, sonra ne yaparsan yap! Annem de çok istemiş zamanında güzellik yarışmasına katılmayı ama ona kesinlikle izin vermemişler.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bu arada annesine çok benzediğini öğreniyoruz, güzelliğini anneden almış yani. Ve ailenin “önce eğitim” kuralı gereği, okulunu bitirir bitirmez güzellik yarışmasında almış soluğu. “Aslında bana çok zor geliyordu. Çünkü ben sporun içinde olduğum ve daha erkeksi yetiştiğim için, öyle kadınsı tavırlarla, topuklu ayakkabılarla, mayoyla jürinin önünde yürümek falan bana çok zor geliyordu.” Azra Akın’ın birinci olduğu yarışmada; Hıncal Uluç, Fatih Terim, Faruk Bayhan gibi isimlerin de yer aldığı jüri, Çağla Kubat’ı Türkiye ikinci güzeli seçmiş o yıl. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Magazin bana göre değil<o:p></o:p></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/-Sfz6KFpq868/TwB3_oRWkEI/AAAAAAAAAQI/2gJguW2ID2o/s1600/vfefl.png" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/-Sfz6KFpq868/TwB3_oRWkEI/AAAAAAAAAQI/2gJguW2ID2o/s1600/vfefl.png" /></a></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Porto Riko’da yapılan Kainat Güzellik Yarışması’nda Türkiye’yi temsil etmiş Çağla Kubat. Orada bir derece alamasa da, Türkiye’ye döndüğünde bambaşka bir sürpriz bekliyormuş onu: Televizyonun büyülü dünyası… Önce Star Tv’de bir magazin programı sunmaya başlamış. Ama pek de mutlu olmamış sonuçtan. “Magazin programına o kadar ciddi kaçtım ki, çünkü çok uzağım o dünyaya. Magazin programı da çok başarılı sunulabilir tabii, mesela Gül Gölge bunu kanıtladı. Ama benimki yetersizdi. Çok da uzun sürmedi zaten” diyor bütün alçakgönüllülüğüyle. <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Ardından Cine-5’te yayınlanan “Başka Yerde Yok” adlı programı önce Mehmet Barlas’la sonra da Mesut Yar’la birlikte sunmuş. Her ikisinden de çok şeyler öğrendiğini itiraf ediyor. “Mehmet Barlas’tan gazetecilik anlamında, Mesut Yar’dan da televizyonculuk anlamında çok şey öğrendim.” Sonra da sırasıyla Kanal D’de sabah haberleri, NTV’de bir spor-sağlık programı ve yine NTV’de spor haberlerini sunarak devam etmiş televizyon macerası…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Oyunculuğa ilk adım<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bu arada en büyük tutkusu olan rüzgar sörfü yapmak için yanıp tutuşuyormuş Çağla Kubat. Ama sponsor bulmak konusunda sıkıntı çekince, bir de üstüne maddi olarak zorlanmaya başlayınca gelen dizi tekliflerini değerlendirmeye karar vermiş. Böylece onu bu kez oyuncu olarak, “Sağır Oda” adlı dizide Duruşah Kırımlı olarak izledik…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">“İlk başlarda çok baskı hissettim. Çünkü bir sürü tiyatrocu var ekipte, oyunculuk üzerine eğitim almışlar. Bu kadar eğitim aldıktan sonra biri gelip benimle aynı işi yapmaya kalksa ben bozulurdum herhalde. Kendimi onların yerine koyup acaba ne düşünüyorlar, ‘Bu kız ne yapıyor, karşımıza koydular bunu’ diye mi düşünüyorlar acaba diye merak ediyordum. Ama sonra fark ettim, herkes o kadar kendisiyle ilgili ki!” Oyuncu koçu olarak da İpek Çalışkur ile çalışmış, hala onunla çalışmaya devam ediyor yeni dizisi “Kuzey Rüzgarı”nda…<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><br />
</div><div class="MsoNormal"><span style="color: red; font-family: Arial, sans-serif;">Hayallerinde hep sörf var<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;">Bir erkek arkadaşı var ve çok mutlu. Ama kendi dünyasında yaşamayı seviyor aşkını, ilişkisini… Çünkü magazin malzemesi olmak onun tercihi değil. Bu yüzden uzak duruyor her daim kameraların önünde bekleştiği popüler mekanlardan. Onun farklı bir dünyası var. Eğlence anlayışı biraz macera, biraz adrenalin… Spor onun için bir yaşam biçimi. Gelecek hayallerinde en çok sörfe yer var: “İlerisi için bir kere dünya şampiyonu olmak gibi bir hayalim var. İlk üçün içinde mutlaka olacağım. Ancak ondan sonra sörfü bırakırım. Bu yıl bütün yarışları takip edeceğim yine, sponsor arıyorum. Bir de sörf okulu açmak istiyorum. Yarışçı yetiştiren bir okul yok Türkiye’de. Sörfte yarışçı yetiştirmek istiyorum. Ayrıca ekstrem sporları tanıtan bir program yapmak istiyorum, sporu daha çok sevdirmek için.” <o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Arial, sans-serif;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b>BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Kasım 2007</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="color: #444444; font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><br />
</b></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', serif;"><b><span style="color: orange;">RÖPORTAJ NOTU:</span></b><b style="color: #444444;"> </b>Röportaj için fotoğraf çekilirken, üstünde farklı bir kıyafet görünsün diye, bir ara benim kot ceketimi giydi Çağla Kubat. Çekimler bitti, vedalaştık ama bir de baktım kot ceketimle birlikte gidiyor... Bir şey diyemedim o anda ama içim gitti... En sevdiğim kot ceketimdi çünkü... "Gitti güzelim ceket" diye dövünürken 5 dakika sonra geri geldi Çağla, arabaya bindikten sonra fark etmiş, geri dönmüş... Utanmış da biraz bu unutkanlığı için... "Önemli değil, kalsaydı" diye yalandan gevelerken, ceketime tekrar kavuşmanın mutluluğu paha biçilmezdi doğrusu...;))</span></div>Birgül Kopuzhttp://www.blogger.com/profile/12081054366388103671noreply@blogger.com0