28 Mart 2012 Çarşamba

Beyoğlu'nda Yürürken...

Pera: Bir tatlı huzur ya da baş dönmesi


Kim bilir kaç kitaba konu oldu bugüne kadar? Kaç şarkıya, kaç filme... Olmaya da devam edecek dünya döndükçe... Siz ister Pera deyin ister Beyoğlu, o yine kendi bildiği dilden anlatacak hikayesini... Nasıl ki aşkın her dilde bir karşılğı varsa, herkesin hikayesinin de Beyoğlu’nda bir karşılığı var çünkü...

Şehrin eski sahipleri çok iyi bilirler; İstanbul’da yaşamak Pera’da yaşamaktır biraz da...  Tramvaya binip Tünel’e uzanmak, Çiçek Pasajı’nda soluklanmak, Nevizade’de sarhoş olmak, Cihangir’e inen merdivenli bir sokaktan şehre bakmak,  içli bir keman sesinin peşine takılıp kaybolmak... Asmalımescit’te yaşlı Rum meyhanecinin, Balat’lı bir Ermeni terzinin ve paşa torunu Hulusi Bey’in aynı şarkılarda gülüp aynı şarkılarda ağladığını görmek...  Çiçek Pasajı’nın kapısında, dudağında kırmızı rujuyla akordeon çalan Madam Anahit’i özlemek...
Bunlardan birini bile yapmamışsanız henüz, İstanbul hikayeniz biraz eksik kalmış demektir. O zaman ne duruyorsunuz; şöyle bir Beyoğlu turuna çıkın isterseniz, belki Pera’nın size anlatacakları vardır kim bilir?

Bir İstanbul hatırası
Tünel’den de başlanır elbet ama siz Taksim Meydanı’ndan başlayın en iyisi Beyoğlu turuna; Taksim Anıtı’nın önünde fotoğraf çektirenlere gülümseyerek. İşte size, kim bilir kaç nesildir değişmeyen bir ‘İstanbul Hatırası’ klasiği... 
Bölgenin suları buradan dağıtıldığı için Taksim denilmiş adına. Eğer sola dönüp Sıraselviler Caddesi’ne saparsanız, Cihangir’e götürür sizi yol. İsterseniz Çınaraltı’nda bir çay içip, Çukurcuma’daki antikacıları şöyle bir dolaşıp tekrar İstiklal Caddesi’ne çıkarsınız. Ama siz şimdilik es geçin Cihangir’i, dümdüz ilerleyin İstiklal Caddesi’ne doğru. Caddenin üzerinde sağlı sollu yükselen eski binalar karşılayacak önce sizi. Ortada tramvay yolu ve inanılmaz bir kalabalık... Hemen sağda Fransız Konsolosluğu, lokantalar, kafeler, barlar, kitapçılar, sinema salonları, insanlar, insanlar... Bir tatlı huzur ve hafif baş dönmesi... Belki de Beyoğlu’nun özeti...

Pera’nın ruhu
İstiklal Caddesi üzerindeki tek camii olan Ağa Camii’nin önünden geçeceksiniz birazdan. Tam karşısındaki Sakızağacı Sokağı’nda ise bir Ermeni kilisesi var. İnsaoğlunun düşmanlığına inat öyle kardeş kardeş bakışıyorlar yıllardır. Ağa Camii’nin sokağında iki hoş sürpriz bekliyor olacak sizi: Türk mutfağının en güzel yemeklerini sunan Hacı Baba Lokantası ve lokantanın terasından avlusu görünen Rum Ortodoks Aya Triada Kilisesi... İşte böyle bir yer Pera: Bütün karmaşasına rağmen, huzurun ve sukunetin hangi sokakta gizlendiğini asla bilemezsiniz!  Bunları düşüne düşüne bir de bakmışsınız Balık Pazarı’ndasınız. Her daim en taze sebze ve meyveleri, en leziz balıkları ve deniz ürünlerini bulabileceğiniz renkli mi renkli bir çarşı burası...  Soldaki Aynalı Pasaj, Pera’nın atmosferini, ruhunu en güzel yaşatan mekanlardan biri belki de. Pasaj, pek çok hediyelik eşya dükkanına ve sahafa ev sahipliği yapıyor. Sağda ise Ermeni Gregoryen Kilisesi var. Hem Nevizade’ye hem de Çiçek Pasajı’na giriliyor Balık Pazarı’ndan. Ama daha vakit erken. Demlenme vaktine çok var. Önce Beyoğlu turunu tamamlayın siz, belli ki son durak Çiçek Pasajı olacak nasıl olsa!

Cezayir Sokağı’nda Fransız olmak
Balık Pazarı’ndan çıkıp şöyle Fransız Sokağı’na ya da diğer adıyla Cezayir Sokağı’na doğru bir uzanın hadi. Mekteb-i  Sultani yani bugünkü adıyla Galatasaray  Lisesi’nden aşağıya doğru vurun kendinizi. (Eğer günlerden cumartesiyse, yıllardır orada oturup kayıp çocuklarını bekleyen Cumartesi Anneleri'ne selam vermeden geçmeyin sakın) 
Sola dönünce ver elini  Fransız Sokağı. Buraya Beyoğlu’nun küçük Paris’i diyenler de var... 1900’lerin başında Fransız mimarisinden esinlenerek yapılan cumbalı binalar, bundan 7 yıl kadar  önce restore edildi, boyandı; kafeler, restoranlar, barlar, butikler, şarapevleri açıldı ve sokak şenlendi...  Bir Türk kahvesi iyi gitmez mi şimdi, şöyle en telvelisinden... Karşıdakı şarapevinden mi geliyor o nağmeler...  Fransız Sokağı’nda Fransız şansonları dinlemek... Üstelik Jaques Brel söylüyor: ‘Ne Me Quitte Pas’...  Ya da ‘If You Go Away’, fark etmez...  Müziğin kardeşliği çoktan ilan edildi Beyoğlu’nda... Az sonra da Müzeyyen Senar'ın sesinden ‘Batan Gün Kana Benziyor’u dinlersiniz mutlaka... Hepsinde de nemlenir gözleriniz...

Tünel’e doğru...
Fransız Sokağı’na ve Jaques Brel’e ve Müzeyyen Senar'a veda ederek Tünel’e doğru yollanın en iyisi. Yüksek Kaldırım’ın hemen başında Galata Mevlevihanesi’ne uğrayın önce.  1491 yılında, Sultan Beyazıt döneminde İstanbul’da açılan ilk Mevlevihane burası. 1975 yılından bu yana Divan Edebiyatı Müzesi olarak kullanılıyor. Müzeyi ve Mevlevihane’yi gezdikten sonra  tekrar İstiklal Caddesi’ne çevirin rotanızı. İstanbul’un en büyük Katolik kilisesi olan St. Antuan’a da şöyle bir uğrayın istiyoruz çünkü. Şimdi fazla vakit yok ama geniş bir zamanda tekrar gelmeye, bir dilek tutup mum yakmaya söz vererek usul usul geçin kilisenin önünden. Burası son yıllarda Noel ayinlerinde Türkleri de ağırlayan ünlü bir kilise. Ayrıca kilisenin akustiği o kadar mükemmel ki, burada verilen konserlerden birini izlemek, ‘Ölmeden önce yapılacaklar listesi’nde yer almalı mutlaka...
Tünel ve Asmalımescit civarı, son yıllarda Beyoğlu’nun yeni çekim merkezi oldu ve Çiçek Pasajı’yla Nevizade’nin pabucunu dama attı. Akşamları, hele de hafta sonuysa, buralardaki mekanlarda boş yer bulmak çok zor.* Yakup ve Refik;  pek çok ünlü yazar, gazeteci ve oyuncunun muhabbet etmek ve ‘demlenmek’ için buluştukları, Beyoğlu’nun en eski meyhanelerinden ikisi.  Ayrıca pek çok etkinliğe ve konsere ev sahipliği yapan Bobylon ve Tünel House Cafe bu civardaki diğer popüler mekanlardan...
*(Bütün bunlar Ahmet Misbah Demircan'ın dahiyane uygulamalarından önceydi ne yazık ki!) 

Galata’dan şehre bakmak
Beyoğlu turunuzun son durağı Galata'ya geldiniz işte...  Nasıl ki, Tünel ve Asmalımescit eğlencenin yeni çekim merkezi olduysa, Galata civarı da İstanbul’daki aydınların, entelektüellerin oturmak için tercih ettiği bir semt oldu son yıllarda.
Galata’nın sembolü olan ve 1348 yılında Cenevizliler tarafından yapılan Galata Kulesi, Osmanlı döneminde bir tür ‘yarı açık cezaevi’ olarak kullanılmış. Bir rivayete göre de, Hazerfan Çelebi’nin kanat takıp kuş misali uçmayı denediği yer burası. Galata Kulesi’ne açılan Küçük Hendek Sokak, iki güzel yapıya ev sahipliği yapıyor. Biri sırtını eski Ceneviz surlarına dayamış Sen Piyer Kilisesi, diğeri ise Osmanlı Bankası’nın ilk binası olarak kullanılmış eski bir han...En muhteşem şehir manzarası için ise tek adres var: Konak Pastanesi...

Batan gün kana benzerken...
Güneş battı batacak... Gökyüzünün rengi, rüzgarın kokusu değişti sanki... Rotanızı tekrar İstiklal Caddesi’ne çevirip Nevizade’ye şöyle bir selam çakıp, Çiçek Pasajı’nda soluklanma vakti. Nasıl olsa Pera’dasınız, nasıl olsa güneş rakı burcunda... İçli bir keman sesinin peşine takılıp yürümek lazım şimdi. Sonra da tahta bir iskemleye çöküp, masayı donatmak: Beyaz peynir, kavun, fasulye pilakasi, lakerda... Bir kadeh de aslan sütü... Ah şu rüzgar yok mu! Hepsi onun suçu. Anason kokusunu getirip dayıyor adamın burnuna.  Yok siz derseniz ki, ‘alkolle aramızda mesafeli bir ilişki var’, o başka...  Su olur, soda olur hiç fark etmez. Bir söz vardır buralarda çok meşhur: Maksat muhabbet olsun...  
Ve bir de şair katılsa bu muhabbete fena mı olur: Kadın, Beyoğlu’nun bir kış akşamında/üstündeki deri montun sahibine küs/soğukluğundan muzdarip yürüyordu.../Adam da.../Yürümek hiçbir şeyi çözmüyordu, bazı Aralık akşamlarında.../Parmağında yaralı bir öyküyü taşıyordu adam.../Kadının yüzünde bir hüzün...”

BİRGÜL KOPUZ / Tailwind Magazine - Mayıs 2010


5 Mart 2012 Pazartesi

Daisy'ye Mektup

Heybeliada'da O Yaz...

Sürgünler, göçler, terk edişler, terk edilişler... Yıllardır bu coğrafyada yaşayan insanların alışık olduğu acılar mı acaba? Sahi kaç ayrılık sığar insan ömrüne? Özlemle nasıl baş edilir?

Yağmurlu bir akşamüstü, karşı kıyının ışıklarına bakarken bu sorular düşer aklıma birden. Az önce bir film izlemişimdir belki sinemada. Filmdeki kadın, yitirdiği kimliğinin, ailesinin, çocukluğunun peşinden gitmek ister derin bir özlemle. Ve Yunanistan'a kadar götürür bu özlem onu. Doğduğu topraklardan, Karadeniz'den sürülmüş, onunla aynı dili -Pontus Lazcası- konuşan başka bir kadınla karşılaşır orada. İkisi de geçmişin özlemiyle yanıp tutuşmaktadır, ömürlerinin son demlerinde. İkisi de çocukluklarını, siyah-beyaz hüzünlü fotoğraflarda ve uzun göç yollarında bırakmıştır. "Ah tek dileğim vardır bilir misin?" der biri ötekine; "o, nar ağacının altına gömüleydim!". "Ah!" derim ben de..."Bu filmi keşke onunla izleyebilseydim!"

Çocukluğunun yağmurlarını özlersin ya bazen, çocukluğunun oyunlarını. O hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yaz öğleden sonralarında, yarın gerçekleşecekmiş gibi kurduğun imkansız hayalleri... Heybeliada'daki o güzel, beyaz ahşap konağı... Mimozalarla dolu bahçede, çiçek kokularını içimize çekerek birbirimize anlattığımız tüm o çocuksu, tuhaf hikayeleri. O yüzden işte; ne zaman mimoza görsem, sarı saçlı, çilli bir kız çocuğu düşer aklıma.

Eleni teyzenin kurabiyelerini hatırlarım sonra, Madam Tasula'nn paskalya çöreklerini. Gizli gizli içilen ilk muz likörünün tadını. Bir şişeyi bitirmiştik neredeyse, sonra hafif sarhoş olmuştuk hani. Kimse anlamasın diye sarhoş olduğumuzu, kaçıp saklanmıştık sonra sahildeki bir kayıkta. Annen bulmuştu değil mi orada bizi? Kızar gibi yapmıştı, gülmemek için kendini zorlarken. Sahi kaç yaşındaydık o yaz? Bir daha hiç o yaşta olduk mu?

Pazar günleri sen en güzel giysilerini giyip kiliseye giderken, ben camdan seni izlerdim hep. Ve en masum soruları sorardım anneme: "Neden biz de onlar gibi güzel güzel giyinip gitmiyoruz dua etmeye?" Bir tek çocuklar sorar değil mi en doğru soruları!

"Sen niye hep o gavur kızıyla oynuyorsun?" diye soran kimdi hatırlamıyorum. Ama sevgisiz, karanlık yüzlü bir adam geliyor gözümün önüne. "Sensin gavur" demiştim ona bağırarak, öfkeyle... "Gavur" kelimesinin anlamını bilmiyordum henüz ama çocuksu bir önseziyle anlamıştım, kötü bir şey demek istediğini.

Andrea amca gezdirmişti bizi bir öğleden sonra, teknesiyle. Biz o teknede mi ilk kavgamızı yapmıştık seninle? Güzel gözlü bir çocuğa aşık olmuştuk galiba! İkimiz de aynı çocuğa aşık olacak kadar çok mu seviyorduk birbirimizi? Sonra hemen barışmıştık ağlayarak, güzel gözlü çocuğu da unutmuştuk, kavgamızı da! Çok çocuktuk!

İşte bunları düşündüğüm gecenin sabahında, Heybeliada'ya giden bir vapurda buldum kendimi. Beyaz köşk karşımdaydı ama kimseler oturmuyordu içinde. Kimseleri istemiyordu sanki, senden başka, sizden başka! Yoldan geçen yaşlı bir madama sizi sordum, "Andrea ölünce Yunanistan'a gittiler" dedi ve kucağındaki mimozalardan bir demet verdi bana. Öyle mutlu oldum ki, bana seni verdi sanki!

En son Atina'da olduğunu duydum, bilmem orada mısın hala? Belki sen de özlüyorsundur adayı, beyaz köşkü, kameriyeyi, mimozaları, tekrar çocuk olmayı... Öyleyse sen de bir vapura atlayıp gel hadi! Adada buluşalım. Çok uzun zaman oldu biliyorum, konuşacak bir şey bulamayız belki. Olsun, eski çok eski bir arkadaşla sessizliği paylaşmak da az şey değildir hani!...

BİRGÜL KOPUZ / Miko Kültür Sanat-2004


NOT: Yazının başında adı geçen film Yeşim Ustaoğlu'nun yönettiği 'Bulutları Beklerken'di... Tek başıma izlemiştim sinemada ve ağlayarak çıkmıştım filmden... Birçok şeyi anımsatmıştı bana...ve özletmişti... Anneannemi, çocukluğumu, adayı, Daisy'yi... Sonra oturup bu yazıyı yazmıştım yıllar önce...