9 Ocak 2012 Pazartesi

Mucize bir kadının hikayesi...

Parmak uçlarıyla dünyaya dokunuyor

20 yaşındayken geçirdiği trafik kazasıyla boynundan aşağısı tutmayan Canan Kim, parmak eklemleriyle tuşlara dokunarak çeviriler yapıyor. Çoğu Stephan King’in olmak üzere onlarca kitap çevirmiş…

İzmir’in Konak ilçesinde bir apartman dairesi… Gözlerinin içi gülen genç bir kadın karşılıyor kapıda bizi ve buyur ediyor içeriye. Salona girdiğimizde önce bütün ihtişamıyla karşımızda duran Ege Denizi’ni görüyoruz, sonra da tekerlekli sandalyede yüzünü denize vermiş oturan başka bir genç kadını… O denizi seyrediyor, deniz de onu sanki… Öyle ki, aralarına girmekten, onları rahatsız etmekten çekiniyoruz neredeyse. Usulca sokulup ‘merhaba’ deyince, bize dönüyor yüzünü. Esmer güzeli bir genç kadın… Bütün melezler gibi çok güzel…
Bu evdeki iki kadının ortak bir hikayesi var, daha önce duyduğunuz hiçbir hikayeye benzemeyen… İşte o hikayeyi dinlemeye geldik buralara…

Çeşme yolunda gelen kaza
Canan Kim, Güney Kore’li Mustafa Yung Ki Kim ile İzmir’li Nurişah Hanım’ın ilk çocuğu olarak 1973 yılında gelmiş dünyaya. İzmir Fatih Koleji’ni bitirdikten sonra girdiği üniversite sınavında, yabancı dil puanında Türkiye beşincisi olmuş ve Dokuz Eylül Üniversitesi Turizm İşletmesi bölümünde okumaya başlamış. Okulu, ailesi ve arkadaşları arasında sürüp giden mutlu mesut yaşamı, henüz 20 yaşındayken geçirdiği trafik kazasıyla alt üst oluvermiş birden. Takvimlerin 18 Eylül’ü gösterdiği o gün, kendi kullandığı arabayla Çeşme’den İzmir’e dönerken olmuş her şey.
Bundan sonrasını Canan’dan dinleyelim: “O sıralar İzmir Fuarı’nda çalışıyordum. Bir günlüğüne gitmiştim Çeşme’ye, kendi kullandığım arabayla. Dönüşte de işe yetişmek için acele ediyordum, biraz hızlı kullanıyordum arabayı. Ani bir frenle yoldan çıktım. Üç dört takla atmış araba. Arabanın tavanı başıma geçmiş herhalde, boynum arasında kalmış. Tam kaza anını hatırlamıyorum ama beni arabadan çıkardıklarında kendimdeydim. İsmimi, telefon numaramı verdim aileme ulaşmaları için. Sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’ne götürdüler beni. 20 Eylül’de ameliyat oldum ve tam altı buçuk ay kaldım hastanede. Çok zor bir dönemdi. Kaydımı bir yıl dondurdum. 1994 yılının Nisan ayında hastaneden çıktım, o yıl okula geri döndüm. Tekerlekli sandalyede götürüp getirdiler beni okula. Kalem tutamadığım için sınavları ya sözlü oluyordum ya da benim yerime birisi yazıyordu. 1997 yılında da üniversiteden mezun oldum. Bir yıl kaybım olmuştu sadece.”

Hüznü sevince dönüştüren bir anne
Biz Canan’la sohbet ederken annesi Nurişah Hanım da bizi dinliyor, gözlerinde saklayamadığı bir hüzünle. Ama sonra bir yağmur bulutu gibi yavaş yavaş dağılıyor yüzündeki hüzün, sanki az sonra kalkıp neşeli şarkılar söyleyecek gibi. Kim bilir o neler yaşadı bir anne olarak, kızı bütün bu zorluklarla baş etmeye çalışırken? Hani bazı anlar vardır, çok şey sormak ister ama soramazsınız. Korkarsınız çünkü karşınızdakinin inçinde bir yerleri acıtmaya, kanatmaya… Biz de o durumdayız işte. Ama hissediyor galiba Nurişah Hanım, biz sormadan kendisi başlıyor anlatmaya: “Canan’ın kaza haberi geldiğinde babası yurtdışındaydı. Ben evde yalnızdım. Akşam saat dört olmuş, gelmesi lazımdı, beş oluyor yine yok. O zaman cep telefonu da yok, haberleşemiyoruz. Saat altıya doğru bir telefon geldi. Hiç tanımadığım biri arıyor. ‘Merhaba, ben numaranızı Canan’dan aldım. Ufak bir kaza geçirmiş ama merak etmeyin durumu iyi. Sakin olun bir şeyi yok ama gelseniz iyi olur’. Ne yapacağımı şaşırdım o anda. Hazırlıklı değilim, bütçem müsait değil, kafam müsait değil… Hemen bir taksiye atladım ama yollar bitmek bilmedi. Hastaneye gittiğimde doktor henüz hayati tehlikeyi atlatamadığını söyledi. Hala dilim damağım kuruyor anlatırken…”
 Susuyor Nurişah Hanım, susuyoruz hep birlikte… Sonra toparlanıp devam ediyor kaldığı yerden anlatmaya: “Baktım yüzünde hiçbir şey yok. Kazaya dair hiçbir iz yok yüzünde. ‘Boynu kırılmış’ dediler, ‘geçer’ dedim içimden. Hiç kıpırdamadan yatıyor ama konuşuyor bizimle. İlk şoku atlattıktan sonra sabaha kadar ağladım. Babası yok, ailem yanımda değil, ha deyince ulaşabileceğim hiç kimse yok. Para bulmam lazım. Böyle bir şey olabilir mi, oluyor işte. Sabah gözünü açtı bana baktı. ‘Anne ben çok mu kötüyüm?’ dedi. ‘Hayır kızım, niye öyle söylüyorsun’ dedim, ‘Çünkü sen çok kötü görünüyorsun’ dedi. Tabii bütün gece ağladığım için, ben benlikten çıkmışım. Hemen gittim ağlaya ağlaya makyajımı yaptım. Çünkü beni hep süslü, bakımlı görmeye alışıktır.” Ertesi sabah viziteye gelen doktora kızının durumunu soran Nurişah Hanım, aldığı ‘Oturabilirse şükredin’ yanıtından sonra isyan etmiş. “Kızımın ameliyatını siz mi yapacaksınız?’ dedim doktora. ‘Yok, Allahtan ben izinliyim başkası yapacak’ dedi. ‘İyi ki siz yapmıyorsunuz güle güle’ dedim. Böyle bir şey söylenir mi hiç, damdan düşer gibi. Hasta yakınları da insan sonuçta!.”

İlk şoku atlattıktan sonra
Nurişah Hanım, ilk şoku atlattıktan sonra kendini toparlamış ve kızının hastalığını kabullenmiş. Ama öte yandan hep iyileşeceğine, eskisi gibi olacağına inanmış ve kızına da bunu inandırmayı başarmış. İçinde yeşeren umudu Canan’a da aşılamış. Ve o umut onları birbirine kenetlemiş, yaşama bağlamış belki de. “Hastanede Canan’ın yattığı odayı evimiz gibi yaptık” diyor Nurişah Hanım. ‘Hasta’ diyen doktorlara, ‘hayır burada hasta yok, sadece hareket engeli var, o da geçici bir süre’ dedik. Odayı her gün süsledik, balonlarla,  resimlerle, oyuncaklarla. Hatta çocuk hastaları gezmeye getiriyorlardı Canan’ın odasına. Belki bunlar doktorun o sözlerine bir tepkiydi bilmiyorum. Belki o doktor bana öyle demeseydi, bam telimize basmasaydı öyle olmayacaktı.”
Altı buçuk ay kızının yanından hiç ayrılmamış Nurişah Hanım. Ve sonunda evlerine dönmüşler. Bir yıl aradan sonra Canan okuluna dönmeye karar vermiş. Ama hiç de kolay olmamış bu. Söz yine Nurişah Hanım’da: “Bir sene kayıt dondurduğumuzdan ertesi yıl kaydını yenilemek için okula gittik. Dekanla konuştuk, durumu anlattık. Tekerlekli sandalyeyle gidip gelecek okula ve dördüncü kata çıkması lazım dersler için. Okulda bir asansör var ama kullanılmıyor, kapalı. ‘Kullandıramam’ dedi dekan. ‘Nasıl çıkacak peki o merdivenleri’ dedim. ‘Okuyup da ne olacak ki zaten bu halde’ dedi. O okula birincilikle girmişti kızım. Dil puanında Türkiye beşincisiydi. ‘Siz bunu nasıl söylersiniz? Herkesten önce sizin onun haklarına sahip çıkmanız gerekmez mi?’ dedim. ‘Kusura bakmayın bir şey yapamam’ deyince ‘O zaman ben de Cumhurbaşkanı’na kadar giderim’ dedim. Ben böyle bir tepki verince, ancak asansörün bakım masraflarını üstlenmemiz koşuluyla kabul ettiler.” Okul bitinceye kadar da Kim ailesi o asansörün bakım masraflarını karşılamış. Ve bir gün bile dekan çağırıp da, ‘Gelin, ben vazgeçtim. Biz hallederiz’ dememiş. Yani sadece hastalıkla değil bu tip zihniyetlerle, böyle duyarsız insanlarla da savaşmak zorunda kalmışlar.

Çeviri yapmaya başlıyor
Sehpanın üzerinde bir yığın kitap duruyor. Çoğu da ünlü gerilim yazarı Stephan King’e ait. Bu kitapların hepsini Canan Kim çevirmiş. Onu yaşama bağlayan en büyük şeylerden biri de yaptığı iş. Okulunu bitirip, diplomasını aldıktan sonra ‘Ben şimdi ne yapacağım?’ diye kara kara düşünmeye başlamış Canan. Ama bol bol okumuş. Bu arada internete girmeyi, klavye kullanmayı denemiş, bakmış ki çok yavaş da olsa yazabiliyor. Böylece farklı bir dünya açılmış önünde: “Kitap okurken hep içimden ‘Ben çevirseydim bu cümleyi şöyle yapardım’ diye düşünürdüm. O zamanlar beyaz diziler vardı bayilerde satılan. Elime ne geçerse okuduğum için onlardan da çok okuyordum. Baktım ki çok ağır, karmaşık bir dili yok o kitapların. Ben de yapabilirim diye düşündüm. O kitapların üzerindeki adrese mektup yazdım, onlardan kabul geldi ve hemen çalışmaya başladım. 1998 yılıydı. Dört sene boyunca devam ettim. Sonunda yayınevinin editörü bana, ‘Siz çok iyi bir çevirmensiniz hatta bizim için fazla iyisiniz. Neden başka yayınevlerine başvurmayı düşünmüyorsunuz’ dedi.”
Böylece birkaç büyük yayınevine başvurmuş Canan. Altın Yayınları’ndan cevap gelince, gönderdikleri deneme metnini çevirip onlara yollamış. 2002 yılından bu yana da Altın Yayınları’ndan çıkan bütün Stephan King kitaplarında ve çoğu ‘Best Seller’ olan başka pek çok kitapta çevirmen olarak onun imzası var.

Ümidimi hiç yitirmedim
Doktorlar, tekrar eskisi gibi olacağına dair çok ümit vermemişler kazadan sonra ama o umudunu hiç yitirmemiş. Zamanla kollarındaki hareketlenme artmış. Haftada iki gün bir fizyoterapist eve geliyor ve egzersizlere devam ediyor Canan. “Hastalığımın yani omurilik felcinin tıpta tedavisi yok şu anda. Kök hücre ümidi var ve birkaç seneye kadar kesin tedavinin bulunacağını söylüyorlar. Baba memleketim Güney Kore’ye gittim ve iki kez ameliyat oldum. Bu ameliyatlardan sonra ufak tefek gelişmeler oldu vücudumda. Eskisinden daha uzun süre yorulmadan oturabiliyorum artık. Ama kıpırdatamadığım yerlerimi hala kıpırdatamıyorum. Güney Kore’deki doktorlarla yazışmalarımız devam ediyor, yeni yöntemler üzerinde çalışıyorlar. Ümidimi yitirirsem eğer yaşamamın anlamı kalmaz. Çok şükür bu halime! Çok iyi bir ailem, arkadaşlarım, şen şakrak akrabalarım ve en önemlisi beni manevi olarak çok tatmin eden bir işim var. Bu olaydan mutlaka bizim öğrenmemiz gereken şeyler vardı ve öğrendik. Hayatı yaşıyorum işte, tadını çıkarmaya çalışarak. Bir yandan da umuyorum ki, bunun tedavisi bulunacak. Aslında hayat gerçekten güzel ve yapılacak çok şey var.”
Demiştik ya bu öyle bildiğiniz hikayelere benzemiyor. Parmaklarının ucuyla dünyaya dokunan genç bir kadınla, dünyayı onun ayaklarına getiren bir annenin umut dolu hikayesiydi bizim dinlediğimiz…Ve ‘son’ yazmadı bu hikayenin sonunda… Yazmayacak da… 

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Şubat 2007

RÖPORTAJ NOTU: Bazı fotoğraf kareleri vardır insanın hayatında, asla unutulmaz... An'ların sureti... Tam da öyle bir fotoğraf işte, Canan'ı ilk gördüğüm an gözüme, zihnime kazınan... Tekerlekli sandalyede oturmuş denizi seyreden o genç kadını asla unutamam herhalde... Bir süre öylece durup onu seyrettiğimi hatırlıyorum, o denizi seyrederken... Sessizce... Ve o anda, tam o anda aklından geçenleri nasıl bilmek isterdim! Ama bazı anlarda bazı sorular sorulmaz işte, sorulamaz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder