2 Ocak 2012 Pazartesi

Dolunay Soysert

Arka sıradaki küçük sarışın kız...


“İlk Aşk” filmindeki sessiz, hüzünlü, başına gelen her şeyi derin bir sukunetle kabul eden Aysel; “Mavi Gözlü Dev” deki uğruna şiirler yazılan ama sonra terk edilen Piraye; “Bebeğim dizisindeki istediği çocuğa bir türlü kavuşamayan ve anne olma arzusuyla yanıp tutuşan Leyla… O hüzünlü yüzü ve içimize işleyen bakışlarıyla kederli kadınların, ayrılıklarını, acılarını, kaybedişlerini anlattı bize hep. Ama onunla karşılaşınca gördük ki, aslında neşe dolu, esprili, bıcır bıcır bir kadın Dolunay Soysert. O kadar yüksek bir enerjisi var ki, saatlerce anlatabilir hiç yorulmadan. Ve siz saatlerce dinleyebilirsiniz onu hiç sıkılmadan…

Baskın bir ağabey
“Ben genellikle çok hatırlanmayan bir çocuğum ailede” diyerek başlıyor Adana’da geçen çocukluğunu anlatmaya. “Çünkü çok baskın bir ağabey karakteri vardı. Benden bir buçuk yaş büyük ağabeyim, çok haşarı, çok hastalıklı, çok delişmen olduğu için ben ‘arkadaki küçük sarışın kız’ olarak kalmışım. Yedi yaşına geldiğimde de üçüncü kardeş geldi. O tamamen taleple ilgiliydi aslında. Biz iki kardeş çok sıkılmıştık, üçüncüyü istiyoruz dedik.”
Kendinden yedi yaş küçük kardeşine anneden daha baskın bir ablalık yaptığı dönemler olduğunu da itiraf ediyor. Dört yaşına geldiğinde Adana’dan Ankara’ya taşınmış aile, müteahhit olan babanın işleri nedeniyle. Adana’da geçen o ilk dört yıldan anı olarak kalan çok fazla şey yok aslında belleğinde. Sadece küçük birkaç detay belki… “Küçük bir kilimimiz vardı, onu balkona serip üzerine oturur ve soyup soyup yediğimiz turunçgillerin kabuklarını dışarıya atardık.”

Aşk çocuklarıyız…
Babasına aşık bir kız çocuğuymuş Soysert. Ama “Çocukluğumda sadece cumartesi pazarları görebildiğim bir babam vardı” diyor. “Çünkü hep işleri yüzünden başka şehirlere gitmek zorundaydı. Cuma akşamları babam gelirdi. O bir seramoniydi. Annem süslenirdi, güzel kıyafetler giyerdi, muhteşem bir sofra hazırlanırdı… Pazartesi günü babamızın gideceğini bildiğimizden Pazar akşamı yatağa gitmeden onunla vedalaşıp öyle yatardık. Çok uzun yıllar böyle idare ettik. Zaman ilerledikçe, yaşım ilerledikçe annemi inanılmaz takdir ediyorum. Yanında hiç kimse yoktu ve üç küçük çocukla, Adana’da yetişmiş genç bir kadın, Ankara’da yapayalnızdı.”
Anne ve babasından bahsederken aklına gelen sihirli kelime ‘Aşk’ Soysert’in… Çünkü onlar hala birbirlerine aşık, el ele, göz göze dolaşan bir çiftmiş. “Annemle babam Bodrum’a taşındılar. Bir gün İstanbul’dan onları ziyarete gittim Bodrum’a. Ve ‘evet aşk diye bir şey var’ dediğim bir sahneyle karşılaştım. Kumsalda el ele yürüyorlardı gülerek… Deniz yakamozluydu ve o sırada altmışlarını yaşıyorlardı. Çok güzel bir görüntüydü… Çok güzel bir resimdi o, kolay edinilebilir bir şey değil. Yaşanmışlığın arkasından gelen o sakinlik, dinginlik, karar vermişlik ve mutluluk… O zaman evli değildim ve ‘Allahım, ne olur benim de böyle biri olsun hayatımda’ dedim. Aile hayatınız karışıksa, biraz daha aşka, evliliğe uzak durabiliyorsunuz. Ama gerçekten aşk çocuklarıysanız, biraz da şansınız varsa birbirinizi buluyorsunuz bir yerlerde. Biz Sinan’la birbirimizi gördük ve bir hafta sonra dedik ki ‘Evet, galiba sensin’. Sonra utandık birbirimizden acaba çok mu çabuk oldu diye ama… Her şey o kadar aynıydı ki! Bu durumda da zaman kaybetmenin hiç gereği yoktu.”

Yıldız Kenter’in karşısında
Ankara’dan sonra İstanbul’a gelmişler ve Moda Koleji’nde okumuş Dolunay Soysert. O dönemler kendini tamamen kalemle, yazıyla ifade eden biri olduğunu söylüyor. Oyunculuk hiç aklında yokmuş o günlerde. Resim yapıyormuş ve akademi sınavlarına hazırlanıyormuş. Ama akademi sınavlarını kazanamamak büyük bir hayal kırıklığı yaratmış onda. “Eğer iyi bir öğrenciyseniz, hep istediğiniz şeyleri kazanıyorsanız ve pohpohlanmaya, alkışa alışıksanız büyük bir hayal kırıklığı oluyor. Yaptığım resimler hep iyi bulunuyordu çünkü, beğeniliyordu. Bir anda ‘yapamadım’ la, ‘başaramadım’la ilgili ilk tecrübemdi ve müthiş hırslandırdı bu beni.”
Sonrasında bir gün gazeteyi açıp da konservatuvar giriş sınavlarının ilanını gördüğünü hatırlıyor. “Konservatuvar yarı zamanlıydı. Ben de o sırada Arkeoloji ve sanat tarihi bölümünde okuyordum üniversitede. ‘Tiyatro tarihini de öğreneyim, ne biçim bir altyapı oluşturur bende’ diye düşündüm. Ama sonra öğrendim ki, şiirle ve monologla giriliyor sınavlara. ‘Olsun yaparım’ dedim. Oturdum şiir ezberledim, monolog ezberledim.”
Sınava girmiş girmesine ama Yıldız Kenter hissetmiş olacak ki tiyatroyu yeterince istemediğini uyarmış onu bu konuda. “Yaşın çok küçük daha ve sen ne istediğine henüz karar vermemişsin dedi Yıldız Kenter. Ama oradan çıkınca sihirli bir değnek dokundu sanki bana ve birden ne istediğime karar verdim. ‘Ben tiyatrocu olmak istiyorum’ dedim kendi kendime. Gerçekten sahne tozu diye bir şey varmış, büyülü bir yer sahne. Sahnedesiniz, herkes sizi seyrediyor, ağzınızdan çıkan her söz bir değer ifade etmeye başlıyor… Büyülendim ben… Ve o anda her şey tersine döndü.”

Amerika serüveni
Bu sihirli dokunuştan sonra hayatının mesleğini bulduğuna inanmış artık Soysert. Akademinin sınavlarını kenara itmiş ve konservatuvara hazırlanmaya başlamış deliler gibi. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin sınavlarını kazanmış kazanmasına ama onun derdi hep Yıldız Kenter’in karşısına tekrar çıkmakmış. “Fakat MSM o kadar eğlenceli, eğitim o kadar kuvvetliydi ki, ben kalıyorum burada dedim”.
Bundan sonra da Amerika serüveni başlıyor Soysert’in hayatında. Nebraska Üniversitesi’nde drama ve tiyatro okumak üzere Amerika’nın yolunu tutuyor. “Bugünkü Dolunay’ı oluşturan şeyler orada yaşadığım zorluklardır, çok insan tanımaktır. Çünkü farklı işlerde olmak, farklı şeyler yapmak zorunda kaldım.” Önce yaklaşık bir yıl boyunca New York, 36. caddede bir butikte müdürlük yapmış. Sonra bir İtalyan Restoranında ve bir Ermeni restoranında çalışmış. Hatta çocuk bakıcılığı ve düğün organizasyonu işlerinde bile çalışmış, Amerika’da kaldığı dört yıl boyunca.
Bir yandan da okula devam ediyormuş.  “Bütün bu işlerin mesleğimi bire bir bağladığını düşünüyorum. Hepsi lezzetle ilgili. Beğenmek ya da beğenmemek endeksli işler. Sonuçta lezzet arayışındaki insanlara hitap ediyorsunuz.”

“Bir gün tekrar Amerika’ya gideceğim”
Bu arada bir yaz tatilinde Türkiye’ye gelmiş ama tekrar Amerika’ya dönmek üzere. Tomris Giritlioğlu’yla karşılaşmışlar bir doğum gününde. ‘Hazır gelmişken seninle bir yazlık proje yapalım’ demiş Giritlioğlu, ve ‘Sultan Makamı’nın senaryosunu tutuşturmuş eline. Bu arada hala Amerika’ya dönmek niyetinde olduğu için oradaki evini kapatmamış henüz. Arkadaşlarının yanında kalıyormuş. “Uzun süre burada ev tutmadım. Sebebi de şuydu, ‘hayır yenik düşmeyeceğim’ diyordum kendi kendime. ‘Orada bir ideal belirledim, beş yıldır orada çabalıyorum şimdi her şeyi bırakacaksam niye gittim ki o zaman’ diyordum. Ama sonra yaş otuzu gördüğü zaman dedim ki kendi kendime, ‘Dolunay insanların evi vardır. Senin bir yatak odan olmalı, kitaplarını koyacağın rafların, yemek yapacağın bir mutfağın olmalı… Daha fazla arkadaşlarında kalamazsın”.
Bu kararı verdikten sonra Amerika’ya gidip oradaki evini kapatmış ve İstanbul’dan bir ev tutmuş kendine. Küçük bir bavulla girmiş evine. Ama Amerika’daki macerasının son bulduğunu, artık gitmeyeceğini kabul etmemiş, hala da etmiyor. “Artık daha donanımlı olarak gidebilirim. Şimdi beş filmim var, oynamış olduğum pek çok dizi, oyun var, ödüllerim var. Profesyonel bir oyuncu olarak o hayata girebilme şansım var artık. Elimdeki malzeme biraz daha kuvvetlensin… Evrensel bir iş yapıyorum çünkü. Ve işimi dünyanın her yerinde yapmak, herkese ulaşmak istiyorum.”

“Siyam ikizi gibi olmak tehlikeli”
Söyleşinin sonuna doğru biraz da aşktan ve evlilikten bahsedelim istiyoruz. Evlilikte öncelikle ‘özgür alan’ meselesinin çok önemli olduğunu vurguluyor güzel sanatçı. “Oyun hamurları vardır hani. Ayrı ayrı çok güzeldir renkleri ama birbirine karıştırdığınızda çirkin bir renk çıkar ortaya. Birleşmek güzel bir şey ama kendi renginizi de korumanız lazım. Birbirinize müdahale etmeye ya da ‘sadece ben varım hayatında’ demeye başladığınızda zaten bireyliğinizi kaybedip aynı soyadı altında birleşmiş tek bir kişilik haline geliyorsunuz. Bu, siyam ikizliğini kabul ettiğinizin göstergesidir ve bizim işimiz için kabul edilebilir bir şey değil. Biz ayrı değerlendirilmesi gereken, ayrı duruşları olan iki insanız.” 

BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi / Mayıs 2007

RÖPORTAJ NOTU: Dolunay Soysert için söyleyebileceğim tek şey var; hayatta gördüğüm en doğal, en sıcak insanlardan biri. Röportaj boyunca, sanki samimi bir arkadaşımla söyleşiyormuşum  hissi verdi bana. Hatta bir ara öyle derin mevzulara girdik ki; anlattıkları sonuna kadar 'off the record' kalacak bende...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder